İnsan bazen yazdığını göremez, bazen da gördüğünü yazamaz.
O şartlarda meydana getirilen eserlerin çoğu ya hayalîdir ya da eksiktir. Çünkü, mükemmel bir eser ancak insanın bütün ruhu ile iştirak edip yazdığını görmesi ve gördüğünü yazması ile meydana gelir.
Öyle hâllerde insan esere değil, eser insana hükmeder. Sinesinde hakikat çekirdeği taşıyan sözler bir duyulur, bir daha unutulamaz. Edebiyatımızda böyle eserler az değildir, fakat bunların en edebîsi, hiç şüphesiz İstiklâl Marşıdır.
Bu bilinen, sevilen ve seçilen şaheser; milletin gönlünde imanla, heyecanla kabaran ve tek bir ağızdan haykırılan müşterek sesidir. Onu, yalnız bu zamanın sesi olarak kabul etmek pek doğru değildir. Çünkü onda bütün değerleri ile tarihimizi ve milletimizi bulmak mümkündür.
Bu itibarla İstiklâl Marşı, bizi bu zamana taşıyan mütevekkil ve fedakâr ruhların dudaklarında nurlanan tebessümüdür. Yunus Emre, bu gürleyen güzelliği asırlarca evvel gönül gözüyle görmüş ve sözünü öyle söylemiş gibidir:
“Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı / Balıla yağ ede bir söz.”
Yunus’un, duyguların ummanına bıraktığı bu söz, görünmeyen buhar katreleri gibi yükselip maddî bir vücut kazanmışçasına gökten yağarak âfâkımızı karartan bulutları parçalamış ve bize âsumanın güzelliğini tekrar göstermiştir.
Zamanın tesirini silemediği o velî şairin, sözünü söylediği şartlar asırlar sonra tekrar yaşanırken, her hali ile Yunus’u yaşayan Mehmet Âkif de aynı his, heyecan ve imanla bu sözü haykırmıştır.
Bu söz, hayatı asit buharı gibi yakıcı bir hava hâlinde soluyan millete, bahar yeli gibi gül kokuları getirmiş ve ümitlendirmiştir. Bu söz, gecelerin ruhuna sinmeye çalışan meçhul korkuyu öldüren bir mehtap ışığı, kendine çevrilen nazarlara doğru yolu gösteren bir kutup yıldızıdır. Çünkü bu söz Müslüman Türk milletinin İstiklâl Marşı’dır.
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak,
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak!”
Mehmed Âkif İstiklâl Marşı’na hitapla başlayarak 22 milyon kilometre karelik vatanını kaybederek perişan olan millete; Niğbolu’da Yıldırım’ın kale kumandanına seslenişindeki ümit, iman ve cesaret dolu bir sesle “Korkma!..” diye haykırmıştır.
Bu hitap, bir telâş, korku, endişe ve ürperti ifadesinden ziyade imanlı, cesur ve kendisinden emin bir dost sesidir. Çünkü, vatanı canlandıran ocaklar ışıl ışıl yandığı, o yuvalarda yaşanan hayatlar, ocaklarda tüten dumanlarla Arş’a uzandığı müddetçe, şafakları renklendiren al sancak da sönmeyecek, dalgalanacaktır.
Gerçi, görünen şafak, milyonlarca masum insanın kanına rağmen, cihana hükmeden bir devletin ve medeniyetin batışını tablolaştıran gurubtur. Fakat bu batış bir bitiş değil, ebedî parlayışa hazırlanıştır.
Yıldızlar nasıl asıl güzel parlaklıklarını güneş battıktan sonra gösterirlerse, bu millet de ebedî parlayışını bu karanlık ve kasvetli günlerin sonunda gösterecektir. O zaman millet, maddî-manevî bütün değerleri ile kendisini temsil eden sancağını dalgalandırarak vatanına ve dinine sahip olacaktır.
Burada aynı zamanda “Allah’ım! Bu kahraman ve imanlı milletin ocağı sönmesin, bayrağı inmesin. Ocak sönmediği ve bayrak inmediği müddetçe bu millet yine Sana hâdim olacak ve ibadet edecek” şeklinde bir duâ ve teslimiyetle Allah’a iltica da vardır.
Zaman geçtikçe koyulaşan bu karanlık ve kanlı tablo içinde, binlerce vatan evlâdı; kanının sıcaklığı ile canını mum gibi yakıp o kâbusu dağıtarak, bayrağını nurlu şafaklarda tekrar dalgalandırmaya çalışırken, bayrağın nazlanması, haklı da olsa milleti üzecektir. Bunu anlayan Şair, millet adına bayrağa seslenme ihtiyacı hissetmiştir.
“Çatma kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl,
Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl:
Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklâl.”
Âkif bu hitapla milletin yaşadığı ümit, heyecan ve canlanmanın bayrakta da görülmesini istemektedir. Zira bayrak, maddî-manevî bütün değerleri ile milleti temsil etmektedir.
Bayrağımızdaki hilâl, yani ay, İslâm dininin sembolüdür. Çünkü o tek ve hak din de, ayın gecenin karanlığı kovması gibi zulmün, cehaletin ve inkârın kâbusunu parçalamış ve yerine ebediyen Allah’ın nurunun parlamasını sağlamıştır.
Bu hak dinin tebliğ edicisi olan Peygamberimiz de şehadet parmağı ile, “şakk-ı kamer” mucizesini ayı ikiye bölerek göstermiş ve Rabbânî hakikatlere ayı da şahit göstermiştir. Onun için, bayrağımızdaki cami, kubbe, minare ve minberlerindeki; Kızılay ve Yeşilay gibi yardım kuruluşlarındaki ay, dinimizi temsil etmekte ve milletimizin Müslüman bir millet olduğumuzu göstermektedir.
Tıpkı bunun gibi bayrağımızdaki ve diğer millî sembollerimizdeki yıldız da milletimizi temsil etmektedir. İslâmın inzalinden hemen sonra Müslüman olan ve millî meziyetlerini iman hakikatleriyle mezcederek İslâmı dünyaya yayan Türkler, hayatlarında malayanî meşguliyetlere ve geçici heveslere fazla yer vermedikleri gibi edebiyatta da Tanzimata kadar mecazî sevgilerle pek uğraşmamışlar, dinî ve millî değerleri her şeyin üzerinde tutmuşlardır.
Bilhassa divan ve halk edebiyatında bir mazmun olan sevgilinin ay yüzlü, hilâl kaşlı olarak tasvir edilmesi, bayrağın bu aslî değerleri ile millete mal olmasını sağlamıştır. Bu sebeple bayrağın kırgın bir sevgili gibi nazlanması, milletin ümidini söndürecektir.
Onun için Şair bayrağın; bu milletin, uğrunda feda ettiklerini düşünerek nazlanmamasını; gücünü Allah’a imandan alan milletin, esaret denen illeti daha önce hiç yaşamayan bayrağını en kısa zamanda tekrar semadaki tahtına oturtacağını hatırlatmak istemiştir.
Allah, “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” diye ferman ettiğine göre, bu millet üstündür. Allah’a imanı sayesinde en kısa zamanda üstünlüğünü gösterecek ve vatanını kurtaracaktır.
Yani “Zafer Hakkın ve Hakka inananların olacaktır.”
Bu ezelî ve ebedî hükmün tesirini tam olarak icra etmesini sağlayarak milletin tereddüdüne düşmesine mani olmak isteyen Şair, sözü tarihe getirmiş ve milletin mazisini hür bir haykırış hâlinde marşa işlemiştir.
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.”
Gönülleri hamasî bir heyecanla saran bu haykırışta da görüldüğü gibi tarih, her hâli ve hadiseleri ile Âkif’in söylediklerini tasdik ve teyit etmektedir. Nitekim Arif Nihat da aynı mânâyı seslendirmiştir:
“Kopardılar ayı gökten / Bir ipek dala astılar.
Yurt dediler, gölgesine / Ayaklarını bastılar.”
Dörtlükte de işlendiği gibi Türkler her gittikleri yere önce ayın hilâl hâlini götürmüşler; toprağa hilâlin gölgesini düşürüp mekânı eserlerle Müslümanlaştırdıktan sonra, oraya vatan emniyeti içinde yerleşmişlerdir.
Asırlarca devam eden bu mânâ hiçbir güç tarafından bozulamamış, bozmaya kalkan maceracılar, intihara kalkışan çılgınlar gibi, hayatlarından olmuşlardır. Milletin içine düştüğü gerileme hâli düşmanı fazla ümitlendirmemelidir.
Çünkü, “Aslan gerilir de öyle atlar.”
Her dörtlükte istiklâl mücadelesinin ayrı bir merhalesini ele alan Âkif, bu safhada aslanların gerilişini, gerilemek zannederek hücuma kalkan Batının hâli ile milletin durumunu karşılaştırarak millete seslenmiştir.
“Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?”
Batılı zalimleri canavara benzeten şair teşbihini ulumak sıfatı ile kuvvetlendirmiştir. ‘Ulumak’ fiilinden türetilen kelime, halk arasında köpekler için ‘havlamak, ürmek’ fiillerinin canavarlar için kullanılan şeklidir. Parçada, “Medeniyet denen tek dişi kalmış canavar ulusun. O sana hiçbir zarar veremez; korkma” mânâsı vardır.
Buna rağmen, kelimenin kökünü ‘ulu’ ismi olarak kabul edip, “Sen yücesin, büyüksün, ulusun” mânâsını verenler varsa da, çoğu zaman sıfat yerine geçen bu isim o zaman pek işlek olmadığından bu kanaat pek kabul görmemiştir.
Onun için, marşın bütünü ve Şairin ‘Çanakkale Şehitleri’ gibi şiirleri göz önünde bulundurulacak olursa, kelimenin ‘yücelik’ mânâsında değil ‘ulusun’ şeklinde kullanıldığı anlaşılmaktadır. Burada Şairin, kelimeyi birden fazla mânâda kullanarak tevriye san’atı yapmış olabileceği de gözden uzak tutulmamalıdır.
Eskiden beri ancak kaleler içinde yaşayarak kendisini koruyabilen Batı, bugün çelik zırhlı silâhlarla ufuklarını sarıp geleceğini emniyete aldıktan sonra, “medeniyet” maskesine bürünmüş ve canavarlar gibi saldırmaya başlamıştır.
Âkif’in buradaki canavar teşbihi ile Bediüzzaman’ın, “Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse; kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görünecek gibi hayale gelirler” şeklindeki izahı, Darvin’in “İnsan maymundan türemiştir” iddiası ile birbirini tamamlamaktadır.
Zaten Pierre Loti’nin, “Öyle anlaşılıyor ki, ilerilik, medeniyet, yeni silâhlarla ve son sür’atle adam öldürmek demektir” diyerek de itiraf ettiği gibi Avrupa, ilimde ve medeniyette değil, zulümde ve vahşette ileri gitmiş canavar ruhlu bir topluluktur.
Onun için Şair, ihtiyarlamış ve tek dişi kalmış canavar ne kadar ulursa ulusun, milletin korkmaması, Allah’tan aldığın iman gücüyle vatanını korumaya devam etmesi gerektiğini hatırlatmış ve ‘dessas Avrupa zalimlerine’ karşı takınılması gereken tavrı ortaya koymuştur.
Canavarlaşan Batılıların maddî güçleri ile millete iman gücünü bu şekilde mukayese ettikten sonra millete aslî değerlerini hatırlatmış ve imanını koruduğu müddetçe muzaffer olacağını müjdelemiştir.
Zira, “Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.”
09.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|