İstiklâl Marşı’nın kabul yıldönümüne yaklaştığımız şu günlerde okuduğum, “Safahat’a Suikast (Dücane Cündioğlu-Yeni Şafak, 02.03.08)” başlıklı yazı, bana sadeleştirme meselesi hakkında birkaç kelâm etme ihtiyacını hissettirdi. Yazıda her ne kadar başarısız bir sadeleştirme hadisesinden bahsedilse de, ben daha çok artık klâsikleşmiş eserlerin sadeleştirilip sadeleştirilemeyeceği üzerinde durmak isterim. Demem o ki, “Henüz 1936’da vefat eden ve tarihimize mal olmuş büyük bir şâirimizin dilini sadeleştirmek ne derece mantıklı? Sadeleştirildiğinde şiiri şiir yapan âhenk unsuruyla mânâ ne derece örtüşebilir?” gibisinden sorular, meseleye bakışımızı netleştirecektir.
Sanırım doğru-yanlış demeden yapılan kör topal sadeleştirmeler, özünde sağlıklı ve yerinde bir karar olan 100 Temel Eser oku(t)ma meselesinden sonra arttı. İşin ilginç tarafı şu ki; böylesi ciddiyet isteyen bir uygulamanın, seçilen eserlerin birer ticarî meta olarak algılanmasını beraberinde getirmesidir. Bu bağlamda, bazı kitaplarda olduğu gibi, internet sitelerine de bakarken şirin ve yer yer düzyazının nasıl katledildiğine hep şâhit olmuşumdur. Söz gelimi, “Çanakkale Şehitlerine…” şiirinde mânâ ve âhengin birbirinden koparılışı ıztıraptan da öte bir şey olmuştur benim için. Meselâ “En kesif orduların” yerine, “En güçlü orduların”; “mahpesi” yerine “hapishanesi”, “akvam-ı beşer” yerine “kavimler” gibi kelimeler, yekpâre okunduğunda insanın tüylerini ürperten ve insanı cesaret burçlarında gezdiren bu şiirin mânâ ve âhengine ağır darbe vursa da, yutkunarak peki diyebiliyorsunuz; ama “Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!” yerine “Hani, mikrobu bile utandırır bu rezil istilâ!” gibisinden abuk sabuk ifadeleri görünce, bir kadavraya döndürülmüş capcanlı güzelim şiirin sadeleşme niyetine leş yığınına dönüştürülmesine isyan edesi geliyor insanın. Çünkü biraz lügât bilgisi olan, taunun veba hastalığı anlamına geldiğini ve “zul” kelimesinin de utanma anlamında değil de “veba bunun yanında hafif kalır” anlamında kullanıldığını bilir. Heyhat! Nerde o basiret ve o basiretin salık verdiği sorumluluk bilinci.
Bu sorumsuz sadeleştirmelerin örneklerini sıralayacak olsam, sayfalar dolusu tahlil yapmam gerekecek. Ancak daha önce de söyledim: Tarihe mal olmuş şâirlerin şiirlerinin sadeleşmemesi gerekir. Çünkü şiir dili dediğimiz olay, kendine has bir kompozisyon oluşturur. Yahya Kemal’in ifadesiyle, “Dökülen mey, kırılan şişe-i rindan olsun” yerine “Dökülen şarap, kırılan rindin gönlü olsun” denemeyeceği gibi. Aslında sorun şu: Amaç öğrencileri edebî eser seviyesine çıkarmak mı? Yoksa edebî eseri öğrenci seviyesine indirgemek mi? Sizce bir Türkçe/Edebiyat öğretmeni hangi yolu tercih etmeli? Tamam, nesirde sadeleştirme bir yere kadar uygun kelimelerle yapılabilir. Oysa nesirde olmayan âhenk unsuru sebebiyle, şiirde bu yapılamaz. Çünkü nesir daha çok akla hitap ederken, şiir kalbi titreterek aklı tefekküre davet eder. Sahi, kalbin damıtmadığı bir şiir akıl dimağında nasıl yer edinebilir?
Sadeleş(tir)me bence bizde bir nevî hastalık. Ve “Halk anlamıyor, o hâlde sadeleştirelim” düşüncesi, sorunu basite indirgemekten başka bir şey değil. Bunun yerine, başta öğrenciler olmak üzere, halkın o şiirleri anlayacak seviyeye çıkarılması gerekir. Doğrusu da budur. Denebilir ki: “Yahu kardeşim millet bir şekilde Âkif’in dilini anlamıyor ve zorlukla anlaşılan o kadar şiiri var ki, biz hangi birini sevdireceğiz?” El hak doğrudur. Ama başta gençler olmak üzere, tarihine, kültürüne ve medeniyetine meraklı şahsiyetlere Âkif gibi bir şahsiyetin şiirlerini sevdirmek için, “Meyhane, Çanakkale Şehitlerine, Âtiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak, Küfe, Seyfi Baba vb.” hemen herkesçe beğenilecek ve yeri geldiğinde açıklanabilecek şiirler de bulamıyor muyuz?
Bence koca Safahat’ın hepsini yutturmak gibi bir gâyeden kaçınmak elzemdir. Zira bu, bir ilgi meselesidir. Çünkü çocuk ancak ilgi duyarsa, kendisi araştırır. Ama asgarî olarak bilmesi gereken şiirleri ise öğretmekte beis yoktur.
Bu durumda Türkçe/Edebiyat öğretmenlerine büyük bir görev düşüyor. Zira akla kapı açıp Safahat’ın yolunu en uygun ve sağlıklı bir şekilde açacak onlardır. Chen Hai Yang’in, “Hiç aklından çıkarma genç adam! Öğretmenler kapıyı açar, içeriye kendin girersin” diye belirttiği gerçekliğe kulak verelim.
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|