“Benim ve sizin misaliniz, ateş yakıp da ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca onlara engel olmaya çalışan adamın hali gibidir. Ben sizi kuşaklarınızdan tutarak ateşten korumaya çalışıyorum, siz ise benim elimden kurtulup da ateşe atılmaya
çalışıyorsunuz.”1
Yüz yıllık eski bir Osmanlı camisinin musalla taşında, yeşil bir örtünün altındaki tabutta boylu boyunca uzanan genç bir insan bedeni. Tabutun etrafında ağlamaktan göz pınarları kurumuş yakınları. Cami avlusunda, bulundukları ortama pek de alışkın olmadıkları çok belli olan, belki de gelmek zorunda oldukları için orada olan insan kalabalığı. Ölümün soğuk yüzü, hele ki beklenmedik bir anda beklenmedik bir şekilde ortaya çıkınca daha bir sarsıyor insanları.
Modern insan ölüme karşı devekuşu vaziyetini takınıp, onu görmezden gelmeye çalışsa da, kabir görmemek için mezarlıkları şehrin uzak yerlerine taşısa da, hayatın en gerçek hakikati hiç değişmiyor. Rahmetli Cem Karaca’nın bir şarkısında bahsettiği gibi yolumuz sonunda hep mezarlıklara çıkıyor:
Bir çiviyi çakar gibi vura vura günlere
Dört nala gidiyoruz bizi bekleyen yere.
Cahit Sıtkı’nın bir namazlık saltanat mekânı olarak tanımladığı musalla taşının dili olsaydı kimbilir neler söylerdi bizlere? Doğum ile ölüm arasındaki o kısa yolculuk sırasında, insanoğlunun bu dünyada sadece misafir olduğunu, ardından sadece bir hoş sada bırakmasının önemini en iyi musalla taşı anlatabilirdi bence. Dünyevî kazançların, şan, şöhret, lüks gibi peşinden koşulan şeylerin aslında ne kadar boş olduğunu en iyi musalla taşları görür çünkü. İnsanın canı gibi sevdiklerinden ayrılmasının acısını en iyi o bilir. Ölümün genç yaşlı, fakir zengin dinlemediğini, dünyanın faniliğini, en çok o hisseder. Bu yüzden, konuşamasa da, gören ve duyan insanlara hep birşeyler fısıldar musalla taşı.
Ancak günaha günah demenin bile garipsendiği, dini hatırlatan şeylerin acaip karşılandığı, her türlü haramın, nefsî hazların normal sayıldığı ortamlarda yaşayan insanlar, bilemezler maalesef, ne musalla taşlarının insanlara fısıldadığı hakikatleri, ne cami avlusundaki sükûnu, ne de secdedeki huzuru. Belki bu yüzden hep dünyevî şeylerle tatmin etmeye çalışırlar kalplerindeki boşluğu. Oysa fani bir geleceği temin etme adına harcanan çabaların, verilen emeklerin onda biri keşke ebedî hayatı temin etmek için harcanabilse. İnsan, keşke dünyada en büyük saadet içerisindeyken Cenâb-ı Hak’tan vefatını isteyen Hz. Yusuf misâli, kabrin ötesindeki daha cazibedar ve ferahlı saadeti fark edip, o saadete mazhar olmak için ahiretine daha fazla çalışabilse.
Bu noktada iman nimetine mazhar olanların sorumluluğu daha da fazladır elbette. Meselâ Bediüzzaman, Hizmet Rehberi adlı eserinde, Nur talebelerinin yalnız kendi imanını kurtarmakla değil; aynı zamanda başkalarının imanlarını da muhafaza etmekle mükellef olduğunu söyler. Merhum Zübeyir Gündüzalp, “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince param parça olması lâzım gelir” der. Zira Nur mesleğinin en önemli esaslarından biri de şefkattir. Acaba bizler bugün, böyle bir duyguyu kalbimizde hissedebiliyor muyuz? Musalla taşı, bu sorumluluklarını da hatırlatır insana.
Havanın baharı hatırlattığı, güneşin insana ümit ışınları gönderdiği bir günde, cami avlusunda kılınan namazın ardından, çam ağaclarının, kuş seslerinin eşliğinde hayatının baharında vefat eden bir bedeni kabrine teslim edip Allah’a emanet ederken, hafif hafif çiseleyen yağmurla birlikte ağlar insan. Yanlışlarına ağlar, günahlarına ağlar, tembelliğine ağlar, yapamadıklarına ağlar, keşkelerine ağlar... Rüzgâr durur, sesler susar, dünya boşalır bir anda. Ruhuyla başbaşa kalır insan. Dünyanın faniliğini hatırlar. Kalbinin sesini duyar. Ağlar, ağlar, yine ağlar...
Dipnotlar:
1- Hadis-i Şerif, Müslim, Fedâil: 19
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|