Üniversitelerdeki başörtüsü yasağını anayasa ve kanun değişikliğiyle çözme girişiminin laikçi cenahta yol açtığı yoğun tepki, cumhuriyetin başından, hattâ Osmanlının son döneminden beri elit zümrenin bilinçaltına işlemiş olan “şeriat korkusu”nun yeni bir dışavurumu.
Dini ilerlemenin engeli sayan anlayışın etkisindeki aydınlar, bu “engel”i kaldırıp gelişme yolunu açmanın çaresini, şeriat hukukunun yerine modern hukuku ikame etmekte gördüler.
Evlilik-boşanma, miras, ticaret, ceza gibi alanları düzenleyen kanunlar bu düşünceyle Batıdan tercüme edilerek yürürlüğe konuldu.
Haddizatında bu süreç daha Osmanlı dönemindeyken başlamıştı, cumhuriyetle birlikte “sonuçlandırıldı” ve hukuk modernleştirildi.
Sıkıntının büyümesinde, gelişen ihtiyaçlara göre, değişmez ve temel esaslara uygun olmak kaydıyla şeriat hukukunu yenileme noktasındaki başarısızlığın da çok büyük payı vardı.
Osmanlıda Avrupa kanunlarını tercüme eğilimi başladığında Ahmet Cevdet Paşanın başlattığı Mecelle çalışması, şeriat hukukunu güncelleme yönünde yarım kalan bir girişimdi. Arkası getirilemeyince, hukuku Batılılaştırma, laikleştirme ve modernleştirme hareketleri güçlendi.
Cumhuriyetin tamamladığı “hukuk devrimi”ne yön veren en önemli unsur ise, kanunların yapımında din ve fetva referansını tamamen reddederken, sadece akıl ve bilimi esas alma iddiasına yaslanan laiklik anlayışıydı.
M. Kemal 1937’deki bir konuşmasında “gökten indiği sanılan kitaplardaki dogmalar”dan söz edip, “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan alıyoruz” derken bu anlayışın rampaladığı son noktayı da ifade ediyordu.
“Laik hukuk”a ilişkin ısrarlı titizlenmelerin altındaki anlayış buralara dayanıyor. Şeriatın, kurallarına uygun doğru içtihadlarla güncellenememiş haline duyulan tepkinin ötesinde, kutsal kitapları inkâr çizgisine varan bir anlayış.
Bu kafaya göre, dinin yeri vicdanlarla ve ibadethanelerle sınırlı. Bunların dışındaki kamusal ve toplumsal alanlarda din referans olamaz...
Ancak toplum hayatının derunî gerçekleri, resmî ve formel düzenlemelerle, kanunlarla tanzim edilemiyor. Hele yasalar toplum gerçekleriyle örtüşmüyor, tersine çelişiyorsa, hayatla mer’î hukuk arasında boşluk doğabiliyor.
Hiçbir şey olmasa, asırların birikimiyle toplumların adeta genlerine işleyen, gelenekler halinde kökleşen din kaynaklı yaşayış biçimleri yasal tanzimlerle kolay kolay değiştirilemiyor.
Şerif Mardin’in “Medenî Kanun Mızraklı İlmihal’in yerini dolduramadı” tesbiti bu gerçeğin son derece çarpıcı ve düşündürücü bir ifadesi.
Kaldı ki, pozitif hukuk düzenlemelerinin kaynağında da, en azından temel prensipler cihetiyle, ilâhî dinlerin getirdiği mesajlar var. Dolayısıyla, laik hukuk ve bilim adına dine karşı alınan tavır, bile bile bu gerçeğe de gözünü kapatan bir nankörlüğün tezahürü ve yansıması.
Materyalist felsefenin rağmına toplumların dindarlaşması ve hayatın akışının buna göre şekillenmesi de bu kafayı zora sokan bir sebep.
Çünkü ilham kaynağı olan hayat, “gökten indiği sanılan” değil, semavî olduğuna akılla ve yürekten inanılan kitaplara göre şekil alıyor...
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|