|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Her gün/an “özel”dir |
|
Son model bir gün
Kullandığımız eşyaların son model olmasına azamî özen gösteririz. Hatta öyle olması için pek çok sıkıntıları bile göze alırız. Dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız paracıkları aracımızın model değişikliği için çok rahat kullanmaktayız. Bir tarafımız yenilensin diye çok tarafımızı eskitiriz.
Yaşadığımız zaman diliminin yenilik heyecanını duymamak ne acıdır. Oysa içinde olduğumuz gün yepyenidir. Eskimiş, kullanılmış bir günle karşılaşmadık ömrümüz boyunca. Son model bir günün içinde olmak ne güzeldir. Yaşadığımız gün, tarihte bir ilktir. Her gün yepyeni, kişiye özel bir âlemin kapısı açılır. İlk kez not düşeceğimiz, bembeyaz bir günlük sayfası gibi heyecan duymalıyız güne karşı. Gün bir sayfa, satırlar gün içinde ‘an’lardır. ‘An’larda olup bitiyor her şey. ‘An’larımız her an yeniden doğuşlarımızdır. ‘An’ları anlamlandırmalıyız.
Günü/anı doya doya yaşamak, ne tatlı bir duygu. Yeniden bakmak her şeye, ilk kez görüyormuş gibi sevmek her şeyi, her an yaratmalarına şahit olmak Rabbimizin ne büyük bir saadeti.
İnsanları bu gün ilk kez görüyoruz. Hiç kimse dünkü kimse değil. Eskimiş değil. Her gün/an yeniden yaratılıyor her şey. Onun için eskimiş gözlerle bakmamalı hiçbir şeye. Çünkü ne göz eski, ne gördüklerimiz. Heyecanını kaybetmemeli alınan nefes. Alınan nefes farkındalık beklemektedir.
Sizce bir gün kaç nefesten oluşur? Gelin bunu sayalım, göreceksiniz çok özel bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlayacağız.
Gün/an, kişiye özeldir. Lütfen günü/anı özel/güzel yaşayalım.
Dün gitti, yarın yok; hayat şimdi
Dün, pek çok şeyler yaşanmış olarak kapandı. Daha geriye getirebilmek imkânı yok. Bu güne kadar pek çok ‘dün’ler yaşadık. Hatta şu an, içinde heyecanını duyduğumuz gün de, yarın bir (ulaşırsak) ‘dün’ olacak. Onun için şu an bir dün yaşıyoruz. Yarına hayıflananlara, ‘eyvah geçti günler’ diyenlere duyurulur. Şu an dünün resmini yapmaktasınız.
Pek çok insan, hep dünlerde yaşıyor. Bu günlere gelemeden, dünlerle bu günlerini tüketen insanlar var. Pek çok problemin sebebi dünlerdedir. Dünde kalan, dünde boğulan çok insan var. Dünün meseleleri bugünleri alt üst ediyor.
Yarın da yok aslında. Yarın kimin için var bilemeyiz. Olmayan bir şeye de bizim diyemeyiz. Onun için onun üzerine de düşünce bina edemeyiz. Onu, elimizde senet var gibi düşünemeyiz. Bazıları, sanki yarın kendilerininmiş gibi, ‘yarın yaparım’ diyerek, geleceği şimdi yaşıyorlar. Oysa ne geleceği yaşıyorlar, ne de içinde oldukları zamanın gereklerini. Böylece pek çok insanın helâketinin sebebi oluyor yarın. Böylece hem gün gidiyor, hem yarın, hem de dün.
Tabiî en çok örselediğimiz, hem gelecek için kullandığımız, hem de dün için kullandığımız bir zaman dilimi, şimdidir. Biraz dündür, biraz yarındır o. Yani bir ayağı dündedir, bir ayağı yarındadır şimdinin. Şimdi olduğu gibi.
Her gün/an yeniyiz
Hepimiz, bugün yepyeniyiz, ama tertemiz miyiz? O ayrı. Kullanımımıza sunulmuş yepyeni bir gün var şimdi. Güne günahsız başlıyoruz. Yaratıcımız bize ön yargılı yaklaşmıyor. “Dünün kirli, bugün iyiliklerini yazmayacağım.” demiyor. Bize on yıl önceki günahımızla muamele etmiyor. İşlenmiş günahlara tövbe, günü temizliyor. Tövbe ile bugüne/ana yepyeni başlıyoruz. Sadece duâmız bugünü, yarını ve dünü kuşatıyor.
Ve ilginç, bütün varlık yepyeni. Hiç kimse dünün insanı olarak kalmıyor. Her gün yeni bir güneş, yeni bir dünya, yeni bir atmosfer, yeni bir nefes katılıyor âlemimize.
Rabbimiz, dünümüze bakıp bu günümüzü değerlendirmiyor. Her günün heyecanı kendi içinde saklıdır. Her gün büyük bir değişim potansiyeli. Gerçekten de, her an her şey olabilir.
Bir an önce imansızsınız, bir an sonra imanlı. ‘An’ dadır her şey. O’nun razı olacağı bir an, geçmişi ve geleceği aydınlatıyor. Her an teceddüde bunun için ihtiyaç var. İnkar da ‘an’larda, iman da. Her an yenilenme sürüyor.
Yenilenen zamana, yenilenerek ayak uydurmalı insan. Yoksa kendine, değerlerine yabancılaşıyor.
Anlık terkler ve kabuller var
Her an ulaşılan, her an kapısı açık bir Rabbimizin olması ne muhteşem bir şeydir. Her an gündemde olmak, her an gözetilmek, her an korunmak, her an ihtiyaçlarına cevap verilmek, ne muhteşem bir ayrıcalıktır.
Anne baba bile zaman zaman çocuğunu unuturken, hiçbir an unutmayan, ihmal etmeyen bir Yaratıcı varlığı, kişiyi mutlu kılıyor.
Âlem sürekli bir değişim içinde iken, bedenimiz de değişimi yaşıyor. Hücrelerimiz an be an yenileniyor. Belli bir zaman diliminde bütün hücrelerin yenilenmesi sağlanıyor. Kanun böyle işliyor. Böylece hayatın heyecanı her ‘an’a dokunuyor. Dünyamıza yeni misafir olan hücreleri, şuurla karşılamak gereklidir. Onlara kendi değerlerimizi, kabullerimizi, inançlarımızı sunmalıyız. Onun için, her an ‘Allah’ lâfzına, her zaman ‘bismillah’a ‘la ilahe illallah’a ihtiyaç var.
İnsan her gün/an ‘özel’dir
Arkadaşımız, dünkü arkadaş değil; babamız, annemiz, kardeşimiz dünküler değil. Eskimiş değiller. Her an kendine özeldir. Sevinci, kederi, acısı, nimeti ‘an’lıktır insanın. Her an bizi düşünen, gören, cevap veren, duâlarımıza icabet eden Biri var. Ne mutlu bugünü/anı bize Verene.
Allah, verdiklerini Rab olduğu için veriyor. Nefesimizi, rızkımızı herhangi bir şarta bağlamadan veriyor.
O, ibadete lâyık bir Rabb-i Rahim. O, sevilmeye lâyık bir Habib. O, her şeye gücü yeten bir Kudret-i Mutlaka. Geçmiş ve gelecek O’nundur. O ebedî ve ezelîdir. O, hiç eskimeyen, yeniliği hiç bitmeyendir.
Onun için âlemde, ‘her an’ yepyenidir.
O zaman Yunus gibi söylemeli sözü: “Her dem yeniden doğmaktayız, bizden kim usanası.”
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Sadeleştirme hezeyanları üzerine |
|
İstiklâl Marşı’nın kabul yıldönümüne yaklaştığımız şu günlerde okuduğum, “Safahat’a Suikast (Dücane Cündioğlu-Yeni Şafak, 02.03.08)” başlıklı yazı, bana sadeleştirme meselesi hakkında birkaç kelâm etme ihtiyacını hissettirdi. Yazıda her ne kadar başarısız bir sadeleştirme hadisesinden bahsedilse de, ben daha çok artık klâsikleşmiş eserlerin sadeleştirilip sadeleştirilemeyeceği üzerinde durmak isterim. Demem o ki, “Henüz 1936’da vefat eden ve tarihimize mal olmuş büyük bir şâirimizin dilini sadeleştirmek ne derece mantıklı? Sadeleştirildiğinde şiiri şiir yapan âhenk unsuruyla mânâ ne derece örtüşebilir?” gibisinden sorular, meseleye bakışımızı netleştirecektir.
Sanırım doğru-yanlış demeden yapılan kör topal sadeleştirmeler, özünde sağlıklı ve yerinde bir karar olan 100 Temel Eser oku(t)ma meselesinden sonra arttı. İşin ilginç tarafı şu ki; böylesi ciddiyet isteyen bir uygulamanın, seçilen eserlerin birer ticarî meta olarak algılanmasını beraberinde getirmesidir. Bu bağlamda, bazı kitaplarda olduğu gibi, internet sitelerine de bakarken şirin ve yer yer düzyazının nasıl katledildiğine hep şâhit olmuşumdur. Söz gelimi, “Çanakkale Şehitlerine…” şiirinde mânâ ve âhengin birbirinden koparılışı ıztıraptan da öte bir şey olmuştur benim için. Meselâ “En kesif orduların” yerine, “En güçlü orduların”; “mahpesi” yerine “hapishanesi”, “akvam-ı beşer” yerine “kavimler” gibi kelimeler, yekpâre okunduğunda insanın tüylerini ürperten ve insanı cesaret burçlarında gezdiren bu şiirin mânâ ve âhengine ağır darbe vursa da, yutkunarak peki diyebiliyorsunuz; ama “Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!” yerine “Hani, mikrobu bile utandırır bu rezil istilâ!” gibisinden abuk sabuk ifadeleri görünce, bir kadavraya döndürülmüş capcanlı güzelim şiirin sadeleşme niyetine leş yığınına dönüştürülmesine isyan edesi geliyor insanın. Çünkü biraz lügât bilgisi olan, taunun veba hastalığı anlamına geldiğini ve “zul” kelimesinin de utanma anlamında değil de “veba bunun yanında hafif kalır” anlamında kullanıldığını bilir. Heyhat! Nerde o basiret ve o basiretin salık verdiği sorumluluk bilinci.
Bu sorumsuz sadeleştirmelerin örneklerini sıralayacak olsam, sayfalar dolusu tahlil yapmam gerekecek. Ancak daha önce de söyledim: Tarihe mal olmuş şâirlerin şiirlerinin sadeleşmemesi gerekir. Çünkü şiir dili dediğimiz olay, kendine has bir kompozisyon oluşturur. Yahya Kemal’in ifadesiyle, “Dökülen mey, kırılan şişe-i rindan olsun” yerine “Dökülen şarap, kırılan rindin gönlü olsun” denemeyeceği gibi. Aslında sorun şu: Amaç öğrencileri edebî eser seviyesine çıkarmak mı? Yoksa edebî eseri öğrenci seviyesine indirgemek mi? Sizce bir Türkçe/Edebiyat öğretmeni hangi yolu tercih etmeli? Tamam, nesirde sadeleştirme bir yere kadar uygun kelimelerle yapılabilir. Oysa nesirde olmayan âhenk unsuru sebebiyle, şiirde bu yapılamaz. Çünkü nesir daha çok akla hitap ederken, şiir kalbi titreterek aklı tefekküre davet eder. Sahi, kalbin damıtmadığı bir şiir akıl dimağında nasıl yer edinebilir?
Sadeleş(tir)me bence bizde bir nevî hastalık. Ve “Halk anlamıyor, o hâlde sadeleştirelim” düşüncesi, sorunu basite indirgemekten başka bir şey değil. Bunun yerine, başta öğrenciler olmak üzere, halkın o şiirleri anlayacak seviyeye çıkarılması gerekir. Doğrusu da budur. Denebilir ki: “Yahu kardeşim millet bir şekilde Âkif’in dilini anlamıyor ve zorlukla anlaşılan o kadar şiiri var ki, biz hangi birini sevdireceğiz?” El hak doğrudur. Ama başta gençler olmak üzere, tarihine, kültürüne ve medeniyetine meraklı şahsiyetlere Âkif gibi bir şahsiyetin şiirlerini sevdirmek için, “Meyhane, Çanakkale Şehitlerine, Âtiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak, Küfe, Seyfi Baba vb.” hemen herkesçe beğenilecek ve yeri geldiğinde açıklanabilecek şiirler de bulamıyor muyuz?
Bence koca Safahat’ın hepsini yutturmak gibi bir gâyeden kaçınmak elzemdir. Zira bu, bir ilgi meselesidir. Çünkü çocuk ancak ilgi duyarsa, kendisi araştırır. Ama asgarî olarak bilmesi gereken şiirleri ise öğretmekte beis yoktur.
Bu durumda Türkçe/Edebiyat öğretmenlerine büyük bir görev düşüyor. Zira akla kapı açıp Safahat’ın yolunu en uygun ve sağlıklı bir şekilde açacak onlardır. Chen Hai Yang’in, “Hiç aklından çıkarma genç adam! Öğretmenler kapıyı açar, içeriye kendin girersin” diye belirttiği gerçekliğe kulak verelim.
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet C. GÖKÇE |
Dünya Kadınlar Günü |
|
8 Mart’ın, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından “Kadın Hakları ve Dünya Barışı Günü” olarak kabul edilişinin 31. yıldönümünü idrak etmiş bulunmaktayız.
Başka bir deyimle; Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun, 8 Mart’ı Kadın Hakları ve Dünya Barışı Günü olarak kabul etmesinin geçmişi sadece 31 yıl öncesine dayanıyor (8 Mart 1977). Kadınların bu alanda New York ve Kopenhag’ta verdiği uğraş ve mücadelelerin 1857 yıllarına dayandığı düşünülse de 150 yıllık bir süre dünya tarihi açısından çok uzun bir süre değildir.
Oysa bilgisizlik ve cehalet ortamına doğan İslâm Güneşi, çeşitli zulüm, hakaret, işkence ve horlanmalara maruz kalan kadını en değerli varlık olarak benimsemiş; onu baş tâcı yapmış ve cenneti onun ayağının altına sermiştir.
Özellikle “anne” olma özelliğine dikkat çekilen kadına çok büyük bir kıymet verilmiş ve yüce Allah’ın hoşnutluğu onun hoşnutluğuna endekslenmiştir.
Evet, kadın her şeyden önce annedir. Bütün varlığımızı uğruna feda edecek kadar değerli olan anne!
Kadın abladır; ailenin en seçkin ve en saygın varlığı konumunda bulunan bir değer olarak abla!
Kadın kardeştir; her bakımdan şefkat timsâli olan kardeş!
Kadın teyzedir; anneyi hatırlatan ve onun sayesinde kıymet kazanan bir varlık olarak teyze!
Kadın haladır; gerektiğinde babanın yerini tutan ve onun kokusunu taşıyan nazlı bir değerdir hala!
Kadın bir eştir; iki cihanın mutluluğunu sağlayan, evin ve ailenin ana direği konumundaki bir sırdaş olarak eş!
Kadın bir kız çocuğudur; ciğerparedir, nazlı çiçektir ve en değerli varlıktır sevgili kız!
Kadın bir ninedir; anneannedir, babaannedir ve tecrübenin kaynağıdır.
Görüldüğü gibi; her türlü sıkıntılarımıza katlanan kadındır, aile mutluluğumuzu sağlayan kadındır. Bizleri büyüten, besleyen, ıztırap ve acı çeken kadındır. Bizi hayata bağlayan kadındır. Dünya ve ahirette bizlere sırdaş ve arkadaş olan kadındır. Babamızın yadigârı, annemizin hatırası kadındır. Annemizin olmadığı zamanlarda bizlere şefkat kanatlarını geren kadındır. Bizler için “gerçek anlamda ağlayan” kadındır. Canımız, ciğerimiz, dostumuz, arkadaşımız, kardeşimiz, yoldaşımız, sırdaşımız ve her şeyimiz kadındır.
Resûlullah’ın Veda Hutbesi’nde en saygın yeri işgal eden ve onun takdir ve ilgisini kazanma bakımından kadınların apayrı bir yeri vardır. Bilindiği gibi Veda Hutbesi’nde Hz. Peygamber (asm), kadın haklarını koruma konusunda ashabını ve dolayısıyla bütün insanları uyarmış; kadınları İlâhî bir emanet olarak nitelemiş ve aile bireylerinin karşılıklı görev ve sorumluklarına dikkat çekmiştir.
Şu halde, İslâm’ın kadına verdiği değerin geçmişi 30 ya da 150 yıl gibi kısa bir zamana değil, 15 asır öncesine dayanmaktır. Hem de kadının eşya gibi görüldüğü, horlandığı, küçümsendiği ve işkencelere maruz bırakıldığı bir ortamda...
Kur’ân-ı Kerim’de kadınların adına bir sûre isminin tahsis edilmiş olması, İslâm’ın kadınlara verdiği değerin güzel bir göstergesidir. Bilindiği gibi, Kur’ân’ın dördüncü sûresinin adı “kadınlar” anlamına gelen Nisa sûresidir.
Bu açıdan bakıldığında, bunca kıymet ve değerleri temel kaynaklarca da vurgulanan kadınlarımıza yılda sadece bir günün tahsis edilmesi yetersizdir. Ancak, “tamamı elde edilemeyen, büsbütün de bırakılmaz” kuralı gereğince, bu da “hiç yok”tan iyidir.
Bütün hanım efendilerin Dünya Kadınlar Günü’nü tebrik eder; bugünün, insanlığın mutluluk ve saadetine vesile olmasını dilerim.
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Yanlışlarımız uzun ömürlü olmasın |
|
Sözüm ona “modern hayat”, insanların büyük çoğunluğunu fıtratından ve gâyesinden saptırmış durumda.
Hayat büyük ölçüde aşağıdaki hikâye gibi gelişiyor.
Hemen hemen büyük ekseriyetimiz hiçbir şeyi değiştirmeden ve değişmeye çalışmadan yaşıyoruz.
Öteden beri olagelen bazı yanlışları sorgulama gereği bile duymuyoruz. Bu yüzden yanlışlar uzun ömürlü oluyor.
İngiltere’de vaktiyle bir albay, birliğin başına tayin edilmiş... Nöbet çizelgesini incelerken, ‘’Çınaraltı nöbeti’’ diye bir kayıt görmüş. ‘’Bu da ne demek oluyor?’’ diye sormuş kendi kendine, ‘’Çınar altında nöbet mi olurmuş?’’
Nöbetçi subayını çağırıp bilgi istemiş. Fakat nöbetçi subayı bu konuda bir şey bilmiyormuş. Diğer subaylara da sormuş, ama onlar da bir şey bilmiyorlarmış.
Yeni komutan iyice meraklanmış. Kendinden önce birliğe komuta eden albayları bulup hepsine sormuş, lâkin hiçbiri merakını giderememiş.
Büsbütün meraklanan albay, araştıra araştıra, o birliği kuran komutana ulaşmış. Adam seksen küsûr yaşındaymış. Durumu öğrenir öğrenmez kahkahalarla gülmeye başlamış.
‘’Ne oldu, komik bir şey mi söyledim?’’ diye şaşkın şaşkın sormuş yeni komutan. ‘’Hayır dostum, hayır, komik olan sen değilsin.’’ Gülmekten gözlerine biriken yaşları silip yeni komutana anlatmaya başlamış.
‘’Yıllar önce, komutanlarım beni yeni bir birlik oluşturmam için görevlendirdiler. Birliği oluşturdum. Çevre düzenlemesi yaptırırken büyük bir çınar ağacı dikkatimi çekti. Kendim için altına bir sıra (bank) koydurdum. Sırayı boyadılar. Boyalı iken kimsenin oturmaması için de başına bir nöbetçi diktiler. Bahsettiğin çınar nöbeti o olmalı.’’
Yeni komutan da, tıpkı eski komutan gibi, hiç sorgulamadan her şeyi olduğu gibi kabul edip sürdürmenin mantıksızlığına gülmekten kendini alamamıştı.
Bu durum maalesef toplum hayatının ve fertlerin büyük dramı!
Bilhassa bu ülkede, insanımızın ufkunu açacak ilim yuvaları olan kuruluşlar, başta üniversiteler, fakülteler, enstitüler, ilim kuruluşları, araştırma merkezleri “ezberi bozma” yolunda hangi çalışmaları önümüze sunuyorlar?
Teknolojik gelişmelere katkıları nedir?
Hazır oturup “kopyalama” ve “aktarma” yapmaya ne zaman başlayacaklar?
Türban ve başörtüsü avcılığından vakit bulup da başlarını kaldırabilirlerse bir şeyler yaparlar diye bekliyoruz.
Fertler olarak evlerimizdeki, günlük hayatımızdaki kendimize, ailemize, topluma ve insanlığa katkı yapan ne gibi plân ve projelerimiz var?
“İki gün eşit olan kaybetmiştir” hadis-i şerifinin rehberliğinde yeni ufuklar açacak faaliyet ve hizmetlerle dolu günler ve zamanlar geçirebilmek hazine değerindedir.
Hiçbir şey değiştirmeden ve değişmemeye çalışmak bize yakışmamalı.
Yanlışlarımızla beraber, eksik ve noksanlarımızı da sorgulama gereği duymalıyız.
Yanlışlarımız uzun ömürlü olmamalı.
Yeknesak ve rutin ezberini bozmamız gerek.
İşe giderken, ya da eve dönerken bile hep aynı güzergâhı kullanmamak bir değişimdir.
Hayat bizatihi kendisi bir faaliyet, değişim ve gelişimidir.
Yaşadıklarımızın “hayat mı, alışkanlık mı?” olduğu sorusuna vicdanımızı ikna edecek cevaplar bulmalıyız!
Hayat alışkanlığa dönüştüğü gün cazibesini kaybetmiştir. Eğer hayata dikkat etmezsek, her ayrı günü aynı günmüş gibi yaşarız.
Her günümüzün yeni bir hayata ve engin ufuklara yelken açması dilek ve temennisiyle.
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Musalla taşı |
|
“Benim ve sizin misaliniz, ateş yakıp da ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca onlara engel olmaya çalışan adamın hali gibidir. Ben sizi kuşaklarınızdan tutarak ateşten korumaya çalışıyorum, siz ise benim elimden kurtulup da ateşe atılmaya
çalışıyorsunuz.”1
Yüz yıllık eski bir Osmanlı camisinin musalla taşında, yeşil bir örtünün altındaki tabutta boylu boyunca uzanan genç bir insan bedeni. Tabutun etrafında ağlamaktan göz pınarları kurumuş yakınları. Cami avlusunda, bulundukları ortama pek de alışkın olmadıkları çok belli olan, belki de gelmek zorunda oldukları için orada olan insan kalabalığı. Ölümün soğuk yüzü, hele ki beklenmedik bir anda beklenmedik bir şekilde ortaya çıkınca daha bir sarsıyor insanları.
Modern insan ölüme karşı devekuşu vaziyetini takınıp, onu görmezden gelmeye çalışsa da, kabir görmemek için mezarlıkları şehrin uzak yerlerine taşısa da, hayatın en gerçek hakikati hiç değişmiyor. Rahmetli Cem Karaca’nın bir şarkısında bahsettiği gibi yolumuz sonunda hep mezarlıklara çıkıyor:
Bir çiviyi çakar gibi vura vura günlere
Dört nala gidiyoruz bizi bekleyen yere.
Cahit Sıtkı’nın bir namazlık saltanat mekânı olarak tanımladığı musalla taşının dili olsaydı kimbilir neler söylerdi bizlere? Doğum ile ölüm arasındaki o kısa yolculuk sırasında, insanoğlunun bu dünyada sadece misafir olduğunu, ardından sadece bir hoş sada bırakmasının önemini en iyi musalla taşı anlatabilirdi bence. Dünyevî kazançların, şan, şöhret, lüks gibi peşinden koşulan şeylerin aslında ne kadar boş olduğunu en iyi musalla taşları görür çünkü. İnsanın canı gibi sevdiklerinden ayrılmasının acısını en iyi o bilir. Ölümün genç yaşlı, fakir zengin dinlemediğini, dünyanın faniliğini, en çok o hisseder. Bu yüzden, konuşamasa da, gören ve duyan insanlara hep birşeyler fısıldar musalla taşı.
Ancak günaha günah demenin bile garipsendiği, dini hatırlatan şeylerin acaip karşılandığı, her türlü haramın, nefsî hazların normal sayıldığı ortamlarda yaşayan insanlar, bilemezler maalesef, ne musalla taşlarının insanlara fısıldadığı hakikatleri, ne cami avlusundaki sükûnu, ne de secdedeki huzuru. Belki bu yüzden hep dünyevî şeylerle tatmin etmeye çalışırlar kalplerindeki boşluğu. Oysa fani bir geleceği temin etme adına harcanan çabaların, verilen emeklerin onda biri keşke ebedî hayatı temin etmek için harcanabilse. İnsan, keşke dünyada en büyük saadet içerisindeyken Cenâb-ı Hak’tan vefatını isteyen Hz. Yusuf misâli, kabrin ötesindeki daha cazibedar ve ferahlı saadeti fark edip, o saadete mazhar olmak için ahiretine daha fazla çalışabilse.
Bu noktada iman nimetine mazhar olanların sorumluluğu daha da fazladır elbette. Meselâ Bediüzzaman, Hizmet Rehberi adlı eserinde, Nur talebelerinin yalnız kendi imanını kurtarmakla değil; aynı zamanda başkalarının imanlarını da muhafaza etmekle mükellef olduğunu söyler. Merhum Zübeyir Gündüzalp, “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince param parça olması lâzım gelir” der. Zira Nur mesleğinin en önemli esaslarından biri de şefkattir. Acaba bizler bugün, böyle bir duyguyu kalbimizde hissedebiliyor muyuz? Musalla taşı, bu sorumluluklarını da hatırlatır insana.
Havanın baharı hatırlattığı, güneşin insana ümit ışınları gönderdiği bir günde, cami avlusunda kılınan namazın ardından, çam ağaclarının, kuş seslerinin eşliğinde hayatının baharında vefat eden bir bedeni kabrine teslim edip Allah’a emanet ederken, hafif hafif çiseleyen yağmurla birlikte ağlar insan. Yanlışlarına ağlar, günahlarına ağlar, tembelliğine ağlar, yapamadıklarına ağlar, keşkelerine ağlar... Rüzgâr durur, sesler susar, dünya boşalır bir anda. Ruhuyla başbaşa kalır insan. Dünyanın faniliğini hatırlar. Kalbinin sesini duyar. Ağlar, ağlar, yine ağlar...
Dipnotlar:
1- Hadis-i Şerif, Müslim, Fedâil: 19
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
En hayırlı insanlar |
|
Ne gariptir şu insanoğlu! Yediği, içtiği, giydiği, kullandığı her şeyin en iyi, en güzel olmasını ister, bunun için gerekli gayreti gösterir de kendisinin en iyi, en güzel, en mükemmel bir kişi olması gerçeğini göz ardı eder. Oysa insanın iyi, mükemmel olması hiçbir şeyin iyi ve mükemmel olmasıyla kıyas edilmez. Hem dünya, hem de ahiret için önemli olan budur.
Resûlullahın (asm) en büyük hedefi de ideal, mükemmel, olgun insan yetiştirmekti. Böyle insanların, insanların en iyileri olduğuna parmak basarlardı. Birgün Ashabına, “Size en hayırlılarınızın kimler olduğunu bildireyim mi?” diye sormuşlardı. Onlar da kulak kesilip, “Buyur ya Resûlallah” demişlerdi. Kâinatın Efendisi (asm) buyurmuşlardı ki: “En hayırlılarınız, ömrü uzun ve ahlâkı güzel olanlarınızdır.”1
Ahlâkı güzel olanlara doyum olmaz. Onlar en leziz meyve ve en nefis yemeklerden daha lezizdirler. Böyle insanlar dünyada Efendimizin (asm) etrafını sarmışlar, Kıyamet gününde de onun en yakınında bulunacaklardır. Birgün de bu hususa dikkat çekmişlerdi Allah Resûlü (asm). “Size en çok sevdiğim ve Kıyamet gününde bana en yakın olan kimseyi bildireyim mi?” diye sormuşlardı.
Resûlullahın (asm) hem en çok sevdiği insan, hem de ona en yakın kimse olabilmek kadar önemli ne olabilirdi? Çarpılmışa döndü Sahabe. Kim Resûlullahın (asm) en çok sevdiği ve Kıyamet gününde ona en yakın kimse olmak istemezdi! Sesleri çıkmaz oldu. İkinci, üçüncü defa tekrarladı sorusunu Allah Resûlü (asm). O şokun etkisinden kurtulmuş olmalılar ki, “Evet, ya Resûlallah, haber ver” dediler. Kâinatın Efendisi (asm) buyurdular ki: “Ahlâkı en güzel olandır.”2
Ahlâk her şey yaşlandığı, eskidiği, yıprandığı halde yaşlanmayan, eskimeyen, yıpranmayan en büyük hazine. İnsana gerçek değer kazandıran bir hakikat.
Sevgi, saygı, şefkat, yardımlaşma, dayanışma, cömertlik, diğergamlık, hoşgörü, adalet gibi güzel hasletlerle donanmış insanlar kadar dünyada değerli başka ne vardır? Böyle insanlar sahip oldukları güzellikleri hep başkalarıyla paylaşmak isterler. Güzellikler herkesin olsun anlayışındadırlar. Bunlar gerçek mü’min ve hayatın tadını almış insanlardır. Şu hadis-i şerif ne güzel anlatır böyle insanların vasıflarını: “Hiçbiriniz, kendisi için istediğini, diğer bir din kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz.”3
Demek tam iman etmek güzel ahlâkla bir arada bulunuyor.
Dipnotlar:
1- Fethu’r-Rabbanî, 19:74 (Hadis no: 1.)
2- A.g.e., 19:75 (Hadis no: 6.)
3- Buharî, İman: 13; Nesei, İman: 33; Müslim, İman: 71.
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Utanmıyor musunuz kutlamaya, yaşamaya? |
|
ABD’nin meşhur üniversitelerinden Harvard, Müslüman kız öğrencilerin dinî ve kültürel duyarlılıklarını dikkate alarak haftanın belirli saatlerinde, kampüsteki spor salonlarından birini yalnızca kız öğrencilere ayırdı; bu saatlerde salona erkeklerin girmesini yasakladı.
***
İsveç’in Göteborg şehrinde, havuza tesettürlü girmeleri engellenen biri Türk, iki Müslüman kadın açtıkları ‘ayrımcılık’ dâvâsını kazandı. (Yeni Asya, 04.03.2008.)
***
Batı’da, başörtülü bayanlar, üniversitelerde, iş yerlerinde, kamusal alanda rahatlıkla bulunabiliyorlar. Herhangi bir mağduriyetle karşılaştıklarında, hukuk devreye giriyor; hakları tazminatlarıyla birlikte veriliyor.
***
On binlerce hükmü ve hakikati barındıran 2100 hadisi nakleden Hz. Âişe (ra) ve pekçok sahabe kadın, ilim, fetva ile irşat vazifesinde bulunmuş. Osmanlı’da kadın içtimâî hayatın içinde.
Zira, İslâm, kadını toplumdan tecrit etmez. İlim, kadın, erkek herkese farzdır. (Bütün ilimlerin çıkış noktası Esmâ-i Hüsnâ olduğuna göre, bütün fen ilimleri din, bütün din ilimleri de fen ilmidir!) Meşrû çerçevede çalışmasını da engellemez. Kadın bağda, bahçede, tarlada çalıştığı gibi, başka işlerde de çalışabilir…
Yine Osmanlı’da 1843 Tıbbiye mektebi bünyesinde kadınlar ebelik eğitimi almaya başladı. 1858 Kız Rüştiyeleri (ortaokulları) açıldı. 1869 Kızların eğitimine ilk kez kanunî zorunluluk getiren Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi yayımlandı. 1870 Kız öğretmen okulu Darü’l-Muallimât açıldı. 1876 Kanun-i Esasi (ilk Anayasa) kabul edilerek temel haklar düzenlendi. Kız ve erkekler için ilköğretim zorunlu hale getirildi. 1913 Kadınlar ilk kez devlet memuru olarak çalışmaya başladı. 1914 Kadınlar tüccarlık ve esnaflığa başladı.
29 Ekim 1923 Cumhuriyet ilân edildi. Cumhuriyetin ilânıyla birlikte kadınların kamusal alana girmesini sağlayan yasal ve yapısal reformlar hızlandı. 1937 Kadınların yeraltında ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması, 1935 tarihli 45 sayılı ILO sözleşmesi ile yasaklandı. 1950 İlk kadın belediye başkanı (Müfide İlhan) Mersin’den seçildi.
1985 Türkiye, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini (CEDAW) imzaladı ve sözleşme 1986 yılında yürürlüğe girdi.
1998 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi çerçevesinde çalışmalar yapıldı.
Eylül 1999 Türkiye, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığı Önleme Sözleşmesi’ni onaylarken koyduğu aile hukukunu ilgilendiren 15 ve 16. maddelerine ilişkin çekinceleri kaldırdı.
Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesinin daha etkin bir şekilde uygulanması için 8 Eylül 2000 Ek İhtiyari Protokol Türkiye tarafından imzalandı.
Ve bugün Kadınlar Gününü kutlayan kadınlar, erkekler, sivil örgütler, ilgililer, yetkililer!
12 Eylül 1980 darbe-i münafıkanesinden sonra, 1981’de keyfî olarak başörtüsü yasaklandı. 28 Şubat 1997 postmodern darbe-i münafıkanesinin ardından daha şiddetli bir şekilde yine, haksız, hukuksuz, kanunsuz bir şekilde pekiştirildi. 25 bini aşkın başörtülü okullardan kovuldu. Kamusal alan icat edilerek yüz binlerce kadın ve milyonlarca çevresi mağdur edildi, mağdur edilmeye devam ediyor.
Ey medeni, çağdaş olduğunu iddiâ edenler! Ey feministler! Ey “Kızları okutmuyorsunuz!” diye hücum ederler! Meşrûtiyetin (hürriyetin) yüzüncü, Cumhuriyetin 85., Demokrasinin 62. yılını yaşadığımız bu günlerde; okula gönderdiğimiz kızları kovuyorsunuz ve üniversitenin, çalışma alanının kapılarını kapattınız! Hangi hakla, hangi kanunla, hangi hukukla!
Utanmıyor musunuz kadınlar gününü kutlamaya! Ve ey siz hak-hukuk, çağdaşlık nutukları atanlar! Bu vahşî ve acı tablolar yaşanırken, utanmıyor musunuz hiçbir tepki vermeden yaşamaya!
08.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Havva’nın kızları konuşulurken |
|
Bugün bütün dünyada Havva’nın kızları konuşuluyor…
Kadınların erkeklerle eşitliği, kadınlara yapılan haksızlıklar seminerler, paneller, gazete ekleri, TV-radyo programlarında gündemin ilk sıralarında… (“Madem eşitiz, neden erkekler günü yok?” sorusunun cevabı ayrı bir konu.)
Oysa ki kaliteli ve donanımlı insan olmanın kadını ve erkeği yok. Önce iyi bir insan olmak, mükemmel bir kimlik kazanmaya çalışmak gerekiyor…
Bu noktada da anne babalara önemli bir iş düşüyor: Çocuklarını, hele de kızlarını iyi yetiştirmek. Çünkü kız çocuklar hem geleceğin anneleri, hem de fıtraten erkeklere göre daha hassas ve zayıf olduklarından merhamet ve himayeye çok daha fazla muhtaçlar!
Bu konuda anne babaların kız çocuklarına yapacakları en büyük iyilik ve vazife, en yüksek lütuf onları ilim sahibi şahsiyetler olarak yetiştirmek.
Ebeveynler, ilimlerin en büyüğü olan iman ilmini kızlarına etkili bir şekilde öğretmenin yollarını arayıp bulmak zorundalar. Bilim ve teknolojinin alabildiğine geliştiği günümüz şartlarında aslında bu o kadar da zor değil…
Böylelikle sevimli kızlarına en büyük mirası da bırakmış olacaklar.
Hem dünyada, hem de ahirette huzurun anahtarı iman ilmi değil midir?
Evet, İslâmiyet’e lâyık bir edep, terbiye ve ahlâkla yetiştirilen kız çocuklar, toplumun da aydınlık geleceğinin teminatı hükmünde.
Kadınların eğitimi
Kadınların eğitimi önemli derken, konuyu “çene altı demokrasi” tartışmalarına sebep olan üniversitelerdeki başörtüsü yasağı ile sınırlandırmak mümkün değil. Eğitim kız olsun, erkek olsun bütün hayatı kuşatıp kucaklayan ve beşikten mezara kadar devam eden bir süreç şüphesiz.
Varsayalım ki...
Kadının eğitim problemini üniversiteye gidip gitmemek ile sınırlandırdığımızı varsayalım. Bakın tablo dünya ölçeğinde nasıl.
İşte eğitimdeki hâl-i pürmelâlimiz:
30 OECD (Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Teşkilâtı) ülkesi arasında yükseköğrenim görme oranı açısından Türkiye kadınlarda sonuncu sırada. Erkeklerde ise sondan ikinci sıradayız. 25–64 yaş grubundaki kadınların sadece yüzde 7’si yükseköğrenim mezunu. OECD ortalaması ise yüzde 24,8. (26 Şubat 2008, Radikal gazetesi)
Yani ülke çapında “Haydi kızlar okula!” kampanyaları düzenleyip, “Siz örtülüler şu tarafa” demek ikiyüzlülüğü, riyakârlığı hiçbir çözüm getirmiyor!
“Ne İsa’ya, ne Musa’ya yarandı!” sözü bu gibi haller için söylenmiş olsa gerek!
Kaht-ı ricâl
Eskimez eskilerin tabiriyle adam yokluğu. Hani düşünür Diyojen’i halka ibret olsun diye gündüz vakti elinde fenerle dolaştıran sır…
Kaliteli ve donanımlı insan yetiştirmek zor, emek isteyen bir süreç. Tarihin her devrinde yatırımları insan yetiştirmeye, eğitime yönlendirmek düşünen, geleceği gören basiretli insanların en büyük problemi olmuş.
Tıpkı Hz. Ömer gibi…
Bir gün Sahabelerle yaptığı sohbette Hz. Ömer (ra) “İslâma nasıl hizmet etmek isterdiniz?” sorusunu sorduğunda herkesten farklı cevaplar gelir. Kimi “ev dolusu para”dan, kimi “yol ve köprü yapmak”tan, kimi “fakirlere yardım” dan bahseder. Hz. Ömer (ra) ise “İslâma hizmet için önce iyi insan yetiştirmek gerekir” diyerek kaliteli ve donanımlı insan yetiştirmenin her devirde İslâma hizmetin belkemiğini oluşturacağına dikkati çeker.
Gerçekten de toplumların en zarûrî ihtiyacı kabiliyetli, işinin ehli, becerikli, fedakâr insanlardır… Kadın olsun erkek olsun bütün gayret ve himmetimizi bu konuda teksif edip yoğunlaştırmalıyız.
Kendimize olan saygımız, milletimize olan borcumuz, her şeyden önemlisi Rabbimize verdiğimiz ahdimiz bunu gerektirir…
Altın prensiplerden…
• Cenâb-ı Hak, kadınlara lütuf ve ihsan, hayır ve itidalle muâmele etmemizi emreder. Zira onlar, anneleriniz, kızlarınız ve halalarınızdır. Onlara ne kadar lütfetseniz lâyıktır.
• Peygamberimiz (asm) “Ümmetimin en hayırlısı, ailesine en hayırlı olandır” buyurur.
• Kadına yardım ediniz.
• Kadın erkeğin esiri değil, fakat âmiri ve emîri de değildir. Yalnız eşidir, refikasıdır.
• Bir millet erkekle terakkî eder, kadınla tekâmül eder. Yuvayı kadın kurar. Erkeği yuvaya bağlayan, kadındır.
• Resûl-i Ekrem Efendimiz kadının din, namus, şeref ve hukukuna büyük ehemmiyet verirdi. Onlara rikkat ve şefkatle muamele buyururlardı. Kadınların hislerindeki inceliği, serîütteessür olduklarını, kalplerindeki hassasiyeti ve merhameti çok iyi bildiğinden, gönüllerini incitmemek için, dikkat gösterir ve hanımların haksız yere kalplerinin kırılmaması hususunda tavsiyelerde bulunurlardı.
• Peygamberimiz (asm) buyururdu ki: “Kadın, Allah’ın kullarına en büyük hediyesidir. Allah’tan korkun, onlara zulüm ve eziyet etmeyin, onları ihmal eylemeyin.”
• Peygamber Efendimiz (asm) buyurur ki: “Üç kız çocuğuna nâil olup da, onlara, kendilerine muhtaç olmayacakları zamana kadar infak ve ihsanda bulunan, nafakalarını temin eden kimseye Cenâb-ı Hak, Cennetini vacip kılmıştır. Meğer ki o kimse affedilmeyecek büyük bir günah işlememiş olsun veya böyle bir amelde bulunmasın.”
(Zübeyir Gündüzalp, Altın Prensipler)
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Abdullah Bey:
*“İktisat nedir? Dinimizde iktisat etmenin yeri ve önemi nedir?”
Sözlükte tutumlu olma, tasarruf, biriktirme, artırma, aşırılıklardan uzak durma, orta yolda olma, itidal üzere olma, uygun davranış ve hareket, ekonomik davranma mânâlarına gelen iktisat, dinimizin önemle üzerinde durduğu ve teşvik ettiği bir güzel davranış biçimidir, bir ahlâkî ve ekonomik güzelliktir.
İktisat cömertliğe, sehâvete, hayra, ikrama ters olmadığı gibi; cimrilik, pintilik, hısset ve mal tutkunluğu anlamlarında da değildir.
Kur’ân; iktisatlı ve tutumlu olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı ve orta yoldan gitmeyi teşvik eder: “Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur’ân’ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından yerlerdi (yeraltı ve yerüstü servetlerinden istifade ederek refah içinde yaşarlardı).—Onlardan aşırılığa kaçmayan (iktisatlı, mutedil) bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!”1 Bir diğer âyette ise; “Onları sağ salim karaya çıkardığımız zaman bir kısmı orta yolu tutarlar”2 buyurulmuştur. Peygamber Efendimiz de (asm), “İktisad eden (tutumlu olan), aile belâsı çekmez”3 buyurmuştur.
“Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz”4 âyetinin tefsirinde yedi nüktede iktisadı işleyen ve iktisadı ders veren Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın iktisadı kesin bir dil ile emrettiğini, israftan kaçınmayı da açık biçimde yasakladığını bildirir. Bedîüzzaman’a göre, israf ve savurganlık şükre zıttır. Çünkü Allah’ın nimetlerini saçıp savurmak, onları hafife almak demektir. Oysa iktisat, yani tutumlu olmak, manevî bir şükürdür ki, Allah’ın nimetlerine karşı ticaretli bir hürmet ve saygı mânâsı taşımaktadır.5
***
Musa Bey:
*“Bizimle gönderilen selâmı yerine ulaştırmanın hükmü nedir?”
Selâmı vermek veya göndermek sünnet; verilen veya gönderilen selâmı almak “farz” hükmündedir. Selâmı taşımak da böyle bir dinî vecibeye hizmettir. Şu âyetlere bakalım:
* “Ey iman edenler, kendi ev ve odalarınızdan başka yerlere sahipleriyle birlikte olmadan ve selâm da vermeden girmeyin.”6
* “Evlere girdiğinizde evde bulunanlara Allah tarafından hoş, mübarek ve pek güzel bir sağlık dileği olmak üzere selâm verin.”7
* “Size bir selâmla selâm verildiği zaman, ona ya daha güzel bir selâm ile veya aynısıyla karşılık verin.”8
Selâm vermekle Müslüman hakkında Allah’ın huzur ve saadet vermesini dilemiş olmaktayız ki, bu mânâsıyla selâm bir Müslüman’ın Müslüman’a yapacağı fevkalâde bir iyiliği ve duâsı demektir.
Diğer yandan, selâm Allah’ın isimlerindendir. Kullarını tehlikelerden salim kılan, mahlûkatına esenlik, huzur ve selâmet veren Allahü Zülcelâl (cc), Selâm’dır9. Cenâb-ı Hakkın Kendi Zât-ı Akdes’i her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan salim ve münezzehtir.
Kur’ân, Cennete giren insanlara Rabb-i Rahîm’den “selâm” geleceğini ve bu selâmın onları eşsiz bir huzur ve esenliğe sevk edeceğini bildirir.10 Esasen Cennet Dârü’s-Selâm’dır, yani selâm yurdudur.
Bir tanıdığımız bizimle birisine selâm gönderdiğinde biz bu selâmın taşıyıcısı hükmündeyiz. İki dostun selâmlaşmasına vesile olmak, arada uhuvvet köprüsü olmak, dostumuzun kendi dostuna bizimle ulaşması elbette amel-i sâlihtendir. Bu durumda dostun selâmı üzerimizde dostun bir emanetidir. Bu emaneti yerine ulaştırmamız gerekir. Çünkü emaneti korumak ve riayet etmek vazifemizdir.
Dipnotlar:
1- Mâide Sûresi: 66; 2- Lokman Sûresi: 32; 3- Müsned, 1/447; 4- A’râf Sûresi: 31; 5- Lem’alar, s. 143; 6- Nûr Sûresi, 24/27;
7- Nûr Sûresi, 24/61; 8- Nisâ Sûresi, 4/86;
9- Haşr Sûresi, 59/23; 10- Yâsîn Sûresi, 36/58
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Beyhude korku |
|
Üniversitelerdeki başörtüsü yasağını anayasa ve kanun değişikliğiyle çözme girişiminin laikçi cenahta yol açtığı yoğun tepki, cumhuriyetin başından, hattâ Osmanlının son döneminden beri elit zümrenin bilinçaltına işlemiş olan “şeriat korkusu”nun yeni bir dışavurumu.
Dini ilerlemenin engeli sayan anlayışın etkisindeki aydınlar, bu “engel”i kaldırıp gelişme yolunu açmanın çaresini, şeriat hukukunun yerine modern hukuku ikame etmekte gördüler.
Evlilik-boşanma, miras, ticaret, ceza gibi alanları düzenleyen kanunlar bu düşünceyle Batıdan tercüme edilerek yürürlüğe konuldu.
Haddizatında bu süreç daha Osmanlı dönemindeyken başlamıştı, cumhuriyetle birlikte “sonuçlandırıldı” ve hukuk modernleştirildi.
Sıkıntının büyümesinde, gelişen ihtiyaçlara göre, değişmez ve temel esaslara uygun olmak kaydıyla şeriat hukukunu yenileme noktasındaki başarısızlığın da çok büyük payı vardı.
Osmanlıda Avrupa kanunlarını tercüme eğilimi başladığında Ahmet Cevdet Paşanın başlattığı Mecelle çalışması, şeriat hukukunu güncelleme yönünde yarım kalan bir girişimdi. Arkası getirilemeyince, hukuku Batılılaştırma, laikleştirme ve modernleştirme hareketleri güçlendi.
Cumhuriyetin tamamladığı “hukuk devrimi”ne yön veren en önemli unsur ise, kanunların yapımında din ve fetva referansını tamamen reddederken, sadece akıl ve bilimi esas alma iddiasına yaslanan laiklik anlayışıydı.
M. Kemal 1937’deki bir konuşmasında “gökten indiği sanılan kitaplardaki dogmalar”dan söz edip, “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan alıyoruz” derken bu anlayışın rampaladığı son noktayı da ifade ediyordu.
“Laik hukuk”a ilişkin ısrarlı titizlenmelerin altındaki anlayış buralara dayanıyor. Şeriatın, kurallarına uygun doğru içtihadlarla güncellenememiş haline duyulan tepkinin ötesinde, kutsal kitapları inkâr çizgisine varan bir anlayış.
Bu kafaya göre, dinin yeri vicdanlarla ve ibadethanelerle sınırlı. Bunların dışındaki kamusal ve toplumsal alanlarda din referans olamaz...
Ancak toplum hayatının derunî gerçekleri, resmî ve formel düzenlemelerle, kanunlarla tanzim edilemiyor. Hele yasalar toplum gerçekleriyle örtüşmüyor, tersine çelişiyorsa, hayatla mer’î hukuk arasında boşluk doğabiliyor.
Hiçbir şey olmasa, asırların birikimiyle toplumların adeta genlerine işleyen, gelenekler halinde kökleşen din kaynaklı yaşayış biçimleri yasal tanzimlerle kolay kolay değiştirilemiyor.
Şerif Mardin’in “Medenî Kanun Mızraklı İlmihal’in yerini dolduramadı” tesbiti bu gerçeğin son derece çarpıcı ve düşündürücü bir ifadesi.
Kaldı ki, pozitif hukuk düzenlemelerinin kaynağında da, en azından temel prensipler cihetiyle, ilâhî dinlerin getirdiği mesajlar var. Dolayısıyla, laik hukuk ve bilim adına dine karşı alınan tavır, bile bile bu gerçeğe de gözünü kapatan bir nankörlüğün tezahürü ve yansıması.
Materyalist felsefenin rağmına toplumların dindarlaşması ve hayatın akışının buna göre şekillenmesi de bu kafayı zora sokan bir sebep.
Çünkü ilham kaynağı olan hayat, “gökten indiği sanılan” değil, semavî olduğuna akılla ve yürekten inanılan kitaplara göre şekil alıyor...
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Harekât ve Talabani’nin ziyareti |
|
Kuzey Irak’a gerçekleştirilen ‘sınır ötesi herakât’ın, beklenilenin aksine ‘erken’ sona ermesi muhalefet ile Genelkurmay arasında sert tartışmalara sebep oluyor. Çekilmede ABD’nin etkisinin olduğunun konuşulması askerin sert tepkisine yol açmıştı.
“Akredite basın”ın temsilcilerine Genelkurmay’da verilen brifingde Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt “ABD istedi operasyon bitti” denilmesinin TSK’ya değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne yapılan çok seviyesiz bir saldırı olduğunu belirtmiş ve “ABD etkisini kanıtlayın üniformamı çıkartacağım” diyerek sert bir çıkış yapmıştı. Peşinden hem CHP, hem de MHP’den aynı sertlikle cevap gelmişti.
Org. Büyükanıt’ın Türkiye’nin siyasî tarihine “muhalefete muhtıra” olarak geçen açıklamasındaki “Hainlerden daha fazla zarar veriyorlar” sözleri ise muhalefet açısından bardağı taşıran son damla olmuştu. CHP, bu cümleyi maksadı aşan bir cümle olarak değerlendirirken, “kimse araya girmesin, muhatabımız Başbakan” demiş, MHP cenahından ise “MHP hainlerden daha fazla ülkesine zarar veren bir kurum olamaz” açıklaması gelmişti.
Askerlerle polemiğe giren partilerin askere yakın durduğu bilinen CHP ve MHP olması “ilginç” olarak değerlendirilmişti.
Burada şunu söylemek lâzım. Askerin siyasete müdahalesi olarak değerlendirilebilecek sözlerin iktidara da olsa muhalefete de olsa hoş karşılanmaması gerekirdi.
Gelinen noktada, Baykal’dan gelen “polemik sebebiyle üzüntülüyüz” açıklamasının ardından şimdilik karşılıklı restleşme durulmuş gözüküyor.
* * *
İşte böyle bir ortamda, yani Türkiye’nin Kuzey Irak’a yaptığı kara harekâtının sona ermesi ve peşinden yaşanan siyasetçi-asker polemiğinin bittiği anda Irak Devlet Başkanı Celal Talabani’nin, iki günlük “çalışma ziyareti” için önceki gün akşam saatlerinde Türkiye’ye gelmesi Türkiye-Irak ilişkilerinde yeni bir başlangıç olarak görülebileceği gibi, Türkiye’nin Talabani’ye karşı “kararlılık” gösterisi olarak da değerlendiriliyor.
Talabani “devlet ziyaret”lerindeki protokol yerine “çalışma ziyaret”lerinde uygulanan protokolle karşılandı. Askerî devlet töreni yapılmadı. Havaalanında Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek tarafından karşılanan Talabani onuruna Köşk’te verilen yemek geniş tutuldu. İşadamları, sivil toplum kuruluşları yemeğe dâvet edilirken, Talabani de yanında su, enerji, maliye, sanayi, ulusal güvenlik bakanları ile birlikte Türkiye’ye geldi. Burada yıllardır süren ABD işgali ve iç karışıklıklar neticesinde Irak’ın altyapısının yeniden inşasında Türkiye’nin de pay sahibi olması hedefleniyor.
Çalışma ziyaretleri programları arasında yer almayan “Anıtkabir ziyareti”nin bizzat Talabani tarafından “özellikle” talep edilmesi de ilginç bir ayrıntıydı.
Yazıyı kaleme aldığımız saatlerde görüşmelerle ilgili ayrıntılar olmadığı için başka bir “ayrıntıyı” aktarmak istiyorum.
Irak Devlet Başkanı Talabani’nin ziyareti sebebiyle bir ilk yaşandı. Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde Cumhurbaşkanı’nın basından sorumlu Başdanışmanı Ahmet Sever ile Irak Özel Temsilci Vekili Murat Özçelik ve Cumhurbaşkanlığı Dışişleri Başdanışmanı Gürcan Türkoğlu tarafından gazetelerin Ankara Temsilcilerine brifing verildi. Gerek basında çıkan “Asker Talabani’den rahatsız” gerekse de bazı “hassasiyetler” sebebiyle böyle bir yola başvurulduğu gazeteciler arasında konuşuldu. Burada yapılan açıklamalarda da yemeğe, “ziyaretin askerî boyutu olmadığı” için Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın katılmayacağı duyurulmuştu.
Özçelik, Irak’la ilgili güncel bilgileri anlatırken, ziyaretle ilgili teknik detayları da aktardı. Brifingde Özçelik, Türkiye’nin Irak politikalarını uzun uzadıya anlattı. Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğü ile ilgili tezlerinin artık uluslar arası camiaca da savunulduğunun ve 2008’in “kritik bir yıl” olacağının altı çizildi. Türkiye’nin hassas olduğu Kerkük referandumunun ertelenmesinin de önemi üzerinde durdu. Türkiye ABD’nin “ortak düşman” ilân ettiği PKK ile ilgili olarak Irak merkez yönetiminin “ortak belâ” demesinden de oldukça memnun. Bu ziyaretin Türkiye-Irak ilişkilerinde yeni bir sayfa, yeni bir ivme ve yeni bir dönem getireceği söyleniyor.
Akşam saatlerinde Türkiye’den ayrılacak Talabani’ye ikili görüşmelerde neler söylendi bilemeyiz, ama Türkiye’nin Irak’la ilgili tezi Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması üzerine kuruluyor.
Türkiye askerî gücünü bölgede gösterdikten sonra şimdi diplomasi ile bölgede söz sahibi olma fırsatını kaçırmak istemiyor. Bu amaçla Talabani’nin Türkiye ziyareti önem taşıyor. ABD’nin de “memnuniyetle” karşıladığı bu ziyaretin “dostlar alış verişte görsün” ziyareti mi yoksa gerçekten ikili ilişkilerin geliştirilmesine imkân sağlayacak bir ziyaret mi olacağını göreceğiz.
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Deşifre… |
|
Ankara haftayı, operasyonun bitirilmesi ve arkasındaki “beklentiler”e dair tartışmalarla geçirdi. 5 Kasım’da Erdoğan’ın Bush’la “başbaşa görüşmesi”yle başlayan ve bir ay sonra Gül’ün ziyaretiyle takviye edilen “strateji”ye göre ABD’nin “istihbarat desteği”nin maksadı, ABD’den gelen “sesler”le âdite deşifre oluyor.
Bu bakımdan İşgalci Amerikan askerlerinin 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Türk özel kuvvetlerine baskın yapıp başlarına çuval geçirdiği esnada Kuzey Irak’taki Amerikan birliklerinin komutanı olan Korgeneral Raymond Odiermo’un, “PKK’nin üzerinde baskı oluşturup Türkiye’nin terörist unsurlarla görüşüp örgütle müzâkereye başlaması” önerisi, tam bir itiraf…
İşgalin başladığı 2003 Mart’ından bu yana yürüttüğü Irak’taki çok uluslu işgalci güçlerin kolordu komutanlığını iki hafta önce devredip orgeneralliğe terfi ettirilerek Amerikan Kara Kuvvetleri Komutan Yardımcılığı’na getirilmesi öngörülen Odierno’nun Pentagon brifingindeki bu sözleri, “çuval skandalı”nda daha vâhim bir skandal. Yerli medya her ne kadar “dil sürçmesi” ihtimaliyle yumuşatmaya çalışsa da, ABD’nin öteden beri önerdiği “siyasî çözüm” projesi hakkında ciddî ipuçları vermekte...
Tam da Talabani’nin, ABD ve Barzani’nin, Ankara’nın Kuzey Irak’taki yerel yönetimle işbirliği kurması ve Güneydoğu’yu da içine alan “Kürt sorunu”na “siyasî çözüm” önerileriyle Ankara’ya geldiği bir sırada…
* * *
Aslında Pentagon’un patronu Amerikan Savunma Bakanı Gates ve Beyaz Saray sözcülerinden Korgeneral Odierno’nun sözleri sonradan “tashih” edilse de, mızrakın çuvala sığmadığı bir defa daha görülmekte. Pentagon’un önemli isimlerinden olan generalin ağzından çıkanlar, ABD’nin baştan beri Afganistan’da ve Irak’ta işgale tam askerî ve lojistik destek verdiği ve üslerini açtığı “stratejik ortağı” Türkiye’ye kurduğu tuzağı deşifre etmekte.
Nitekim Amerikan Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi Üyesi Demokrat Partili Rush Holt’un ifâdeleri, Amerikalı generalin bu “itirafı” gelişigüzel değil, baştan beri plânlanan tezgâhın ikrarı olduğunu ortaya koymakta.
Saddam döneminde Washington’un PKK’nın Irak’ta işleri karıştırmasından memnun olduğunu ve destek verdiğini belirten Holt, terör örgütünün palazlanıp azmasında ülkesinin rolünü olduğunu açıkça söylemesi, bütün bu tespitlere kuvvet vermekte.
Görünen o ki AKP hükûmetin Irak işgaline giden 65 bin Amerikan askerinin Türkiye’de üslenmesine dair 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilmesinin “cevabı” sâdece “çuval olayı”yla kalmamakta. Washington’daki neoconların Irak işgaline arka çıkan Ankara’ya komploları, çok yönlü sürmekte…
“Çuval General” Odierno’nun peşmergelerin Kerkük’te nüfus ve tapu dairelerini yakıp yıkıp talân ettikten sonra değiştirdikleri demografik yapı üzerinden yerel seçimlerdeki hilelerini himaye etmesi, bunlardan biri idi…
Keza yine bu dönemde Amerikalı subayların Kandil ve diğer kamplarda terör örgütü elebaşlarıyla görüşmeler yapması, gizlenen “Amerikan emeli”ni açığa çıkarmakta. Yine bu süreçte Amerikalı savcılar ve resmî makamların tespitiyle terör örgütünde binlerce hafif ve ağır Amerikan silâhlarının çıkması, bu plânı doğrulamakta…
Zira Evanegelist Bush yönetiminin ısrar ettiği BOP’un bir parçası olan “büyük İsrail” iddiasının Mezopotomya ve GAP’ı da içine alan “arz-ı mev’ud (vaad edilen topraklar)” ütopyasınca, Pakistan, İran, Suriye ve Lübnan başta olmak üzere bütün İslâm coğrafyası hedef alınmakta. Güçlü ve bütünleşmiş Müslüman ülkelerin etnik ve mezhebî ayırımlarla parçalanması, Körfez emirlikleri gibi güçsüz küçük devletlere bölünmesi amaçlanmakta…
* * *
Şüphesiz bütün bunlar, Türkiye’ye ve diğer Müslüman bölge ülkelerine karşı yürütülen bir psikolojik harekâtın senaryoları. Belli ki ABD, Kissinger’in doktrini ve “büyük Ortadoğu projesi” gereği, uzun yıllardır üzerinde çalıştığı projesini adım adım açıklayıp fikirleri usûlünce ısıtmakta. Bölge ülkelerini yavaş yavaş alıştırmakta. Zemini ve zihinleri hazırlamakta.
Bu projeyle, kuşatılan Müslüman ülkelerin yer altı ve yerüstü zenginlikleri, petrol rezervleri, enerji kaynakları ve hatları kolayca kontrol altına alınacak. Müslüman ve mazlum milletler madden ve mânen sömürgeleştirilecek...
Kısacası, bundan yaklaşık bir asır önce “siyasî çözüm” perdesinde “muhtariyet” ve “adem-i merkeziyet” bahanesiyle “iftirak (ayrılık) meyli” tahrik edilmesi gibi, ırkçılık fitnesiyle Müslüman halkları yekdiğerinden koparma ve hatta birbirine düşman etme taktiği güdülmekte…
Bu maksatla Türkiye ve bölge ülkelerini daha da parçalayıp ufaltan ve ecnebilerin tasallutu altında gösteren haritalar yayınlanmakta. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngilizler’in cetvellerle Ortadoğu’yu taksim tahribine devam edilmekte.
Tıpkı geçen asrın başında “Avrupa zâlim hükûmetleri zulümleriyle, Sevr Muâhedesiyle âlem- İslâma ve merkez-i hilâfete (Osmanlı’ya) ettikleri ihânete” benzer, ihanet plânları tatbike konulmakta.. (Kastamonu Lâhikası, 17)
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Kolay işi zor kılmak |
|
Merak ettiğimden değilse de, öğrenmek niyetiyle sormak istiyorum: Acaba, devlet dairesine ‘iş’i düşüp de, işini kolayca halleden ve ‘oh’ diyen kaç kişi vardır? Mutlaka işini kolayca halleden ve memnun olanlar da vardır, ama büyük ekseriyetin sıkıntı çektiğini söyleyebiliriz.
Hani, amiyâne tâbiriyle, “İnsanın neresi ağrıyorsa, ‘can’ı oradır” denir ya, öyle de devlet dairesine işi düşen ancak gerçeklerle yüzleşebilir. ‘Vatandaş’ olarak devlet dairelerine ‘iş’i düşmeyenlerin, ‘damdan düşenler’in halini anlaması, kavraması ve dolayısı ile sıkıntılara çare bulması imkânsız değilse de çok zordur.
İfade etmek gerekir ki, sağlık konusunda önemli adımlar atıldı. Ama topyekûn düzenleme yapılamadığı için aksaklıklar devam ediyor. Fabrikanın çarkları hükmünde olan ‘iş’lerden biri aksadığında netice aksamakta ve pek çok konuda yapılan düzenleme ve iyileştirmeler neticeye ulaşılmasını engellemektedir.
Tamam, özel hastahane ya da tıp merkezleri belli şartlarda vatandaşın istifadesine açıldı. Hastahanelerde ilâç kuyrukları sona erdi. Sağlık sektöründeki diğer konularda da iyileştirmeler yapıldı. Vatandaş da bu iyileştirmelerden memnuniyetini dile getiriyor. Fakat, bu iyileştirmelerin yanı sıra, çok daha kolay yapılabilecek başka bazı iyileştirmeler nedense yapılmıyor. Basit, ama akışı tıkayan bu işler vatandaşın canını sıkmaya devam ediyor.
Yakınlarda, İstanbul’un önemli bir tıp fakültesi hastahanesine bir işimiz düştü. Eskiden ‘zor’ olan bazı işlemleri kolayca yaptırabildik, ancak basit işler can sıkıcı oldu. Çok basit şekilde halledilmesi mümkün olan ‘fotokopi’ işleri için bir iki defa hastahane dışına çıkıp, ‘eczahane’lerde fotokopi kuyruklarına girdik. Üstelik, hastahane içinde evrak işlemini yapan bölümlerde fotokopi makinaları olduğu halde, ‘Dışarda fotokopi çek, getir’ sözünü duyunca insanın asabı bozuluyor. Para ise para, pul ise pul! Niçin fotokopi çektirmek için bina dışına çıkmak zorunda kalınsın?
Hele hele, işlemlerin ‘hastahane müdürü’ tarafından tasdik edilme işlemi var ki o da ayrı bir âlem... Bir imza için binalar arasında dolaş, ara, sor ve imzalayan ‘yetkili’ evraka bile doğru dürüst bakmasın! Madem ‘formalite’ icabı imza atılıyor, aynı imza işlemin yapıldığı bölümlerde yapılamaz mı?
Hani, ‘otomasyon’a geçilmişti? Aynı otomasyon, imza işlemleri için de geçerli olmayacak mı? Oraya git imzalat, buraya git imzalat, olmadı fotokopisini çektirdikten sonra imzalat...
‘Otomasyon’a geçildiği halde ‘personel’in yeteri kadar eğitilmediği de dikkat çekiyor. Bilgisayar klavyesinde ‘harf’ arayan ‘memur’ları görünce, ‘hizmet içi eğitim’in ne kadar şart olduğunu da anlıyorsunuz.
Eskiden SSK’ya ait bir hastahanede de benzer manzaralarla karşılaştığımız için sağlıkta yapılan ‘dönüşüm’ün hedefine ulaşamadığı kanaatine sahip olduk. Bir doktorun yazdığı ‘sevk’ için, 3 defa ‘hasta sevk odası’na gidip ‘eksikler var, şunları da tamamlattır’ cevabını alıp geri dönünce herhalde başka bir düşünceye sahip olamazsınız! Doktor ve ‘personel’ arasındaki ‘meslekî çekişme’ sebebiyle vatandaş ‘ping pong topu’na dönüyor.
Özetleyelim: Devlet dairelerindeki ‘bürokrasi’ sadece sağlık sektöründe yaşanmıyor. Herkes muhatap olduğu sektörde yaşayan sıkıntıların farkında. Bu işlerin kolay olmadığını da kabul ediyoruz, ama çözümsüz olduğu iddiasına katılmıyoruz. Samimî gayretle bu meseleler kolayca halledilir. Bunun için önce ‘problem’in varlığı kabul edilsin. Yoksa, “Biz bu işleri düzene soktuk, hiçbir sıkıntı yok’ denilirse vatandaşın yaşadığı sıkıntıların farkına varılmaz.
Kolay işleri zor kılmak kimseye fayda vermez...
08.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|