Mütedeyyin insanların ve pekçok ulemanın İslâma aykırı bildiği hürriyeti, “İmânın bir özelliği”1 olarak gören Bediüzzaman, II. Meşrûtiyetin ilânından sonra Doğu Anadolu’da aşiretler arasında onun özellik ve güzelliklerini anlatır. Muhatap olduğu sorular tabiî olarak “hürriyet” ile ilgiliydi. O, hürriyete ne kadar değer verip benimsediğini şu ifadelerle belirtir:
“Yirmi seneden beri onu, hatta rüyalarında takip eden ve o sevda ile her şeyi terk eden birisi size güzel cevap verebilir.”
Hürriyet; serbestlik, yasak ve haram olmayan her şeyi yapma, engellenmeden hareket etmedir. Tasavvufta ise, kulluğun son mertebesi; nefse kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olma idrakine ermek, yalnız O’na kulluk ederek kavuşulabilen üstün derece.2
Psikoloji açısından genel inanç, dış dünyayı idrak etme sonucunda zihinde oluşan bir anlayış biçimi; idrak, duyu organları yoluyla objelerin, kalitelerin ve münasebetlerin farkına varılmasıdır.3 “Farkına varma” ise, dış dünya ile insan zihni arasındaki bir etkileşim sonucu ortaya çıkan yorumdur. Bu yorum, zan ya da bir delile dayanarak benimsenmesinden ibarettir.4 Muhayyilenin pratikle bağımlı olarak işlemesi hâlinde ilmî ihtimaller, pratikten kopmuş olarak işlenmesi hâlinde ise inançlar meydana gelir.5
Terim olarak iman, hak dini, aklî/mantıkî ve naklî belgelere dayanarak anlama/kabul etme/tasdik etme ve İslâm’ın, inanılması gerekli olan altı iman esasına inanmaktır. Istılâhî tarifine gelince:
İmanın kabul, tasdik (doğrulama), iz’an (yüksek bir anlayış), iltizam (taraf olma), nur, kuvvet (enerji kaynağı) olduğunu söyleyen Bediüzzaman’ın, bütün boyutlarıyla ele aldığı imana getirdiği muhteşem tariflerden birisi şöyledir:
İman etmek, şanı büyük Kur’ân’ın ders verdiği gibi, o Hâlık’ı sıfatları, isimleri ile bütün kâinatın şahitliğine dayanarak kalben doğrulamak ve elçileriyle gönderdiği emirleri dinlemek, günah ve emre muhalefet ettiği vakit kalben tövbe edip pişmanlık göstermektir. Şems-i Ezelî’den ihsan edilmiş sonsuz mutluluktan bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel, arzu, meyil ve istidat tohumları bir tuba ağacı gibi gelişmeye başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.6
İşte, imanın bir özelliği olan “Hürriyet-i şer’iyye, Cenâb-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm isimlerinin bir ihsanıdır”7 diyen Bediüzzaman, din, vicdân, fikir ve ilim hürriyetine çok büyük ehemmiyet verir. Mü’min sözde değil, gerçekten hür olduğunu, çünkü, imanı bunu gerektirdiğini bilir: Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek imâna ne kadar kuvvet verilse, hürriyet o kadar kuvvet bulur.8 İnsanların insanlara karşı hür olması, Allah’a karşı kulluk görevlerinin yerine getirilebilmesi için zarurîdir. Asr-ı Saadet örneğinde görüldüğü gibi “İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar.”9
Tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve başkasının hürriyetiyle alay etmemesidir.10 Allah’a karşı gerçek kul olmanın, insanlara, müstebitlere ve nefislere karşı hür olmaktan geçtiğini gayet kısa ve net tariflerle ortaya koyarken, bunun ibâdetlerle takviye edilip pekiştirildiğini vurgular.
“Hayat makinesinin buharı”11 olan hürriyet, pratiğe “Herkes hürriyet sahibi, herkesin hukuku mahfuz olmalı ve kanun-u adaletten başka hiç kimse kimseye tahakküm etmemeli”12 şeklinde yansımalı.
Hürriyet, demokrasi herkesin, daha doğrusu çoğunluğun sahip çıkmasıyla ihya olur ve yerleşir. Bu sosyolojik prensibe Bediüzzaman Said Nursî şöyle işaret eder: “Hürriyet-i umûmî, efrâdın (kişilerin) zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır (toplamının neticesidir).”13 Yâni, demokrasi; hürriyeti isteyen insanların birleşmesi, bir araya gelmesi ve ekseriyeti teşkil etmesiyle meydana gelir:
“Başkasına itimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misal söyleyeceğim: Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi her biriniz, bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tembel ve muâvini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona itimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, bîçâre koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini (yetmeyeceğini) bilmekle nevm-i gafleti (gaflet uykusunu) terk edip, hanesinden her biri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup, bir çobana bedel bin muhafız olmakla, hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyidir? Acaba Mâmehuran hırsızlarını tevbekâr ve sofi eden şu sır değil midir?”14
Dipnotlar: 1-Hutbe-i Şâmiye, s. 67.; 2- D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İst. 1996, s. 506.; 3- Prof. Dr. Sabri Özbaydar, Psikoloji, s. 26.; 4- O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s. 151.; 5- O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s. 270.; 6- Emirdağ Lâhikası-I, s. 199.; 7-Hutbe-i Şâmiye, s. 67.; 8- Hutbe-i Şâmiye, s. 103.; 9- Münazarat, s. 59.; 10-Münâzarât, s. 56.; 11- Divân-ı Örf-i Harbî, s. 59.; 12- Münazarat, s. 57.; 13- Münâzarât, s. 55.; 14- Münâzarât, s. 45-46.
09.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|