|
|
İslam YAŞAR |
İstiklâl Marşının tahlili (1) |
|
İnsan bazen yazdığını göremez, bazen da gördüğünü yazamaz.
O şartlarda meydana getirilen eserlerin çoğu ya hayalîdir ya da eksiktir. Çünkü, mükemmel bir eser ancak insanın bütün ruhu ile iştirak edip yazdığını görmesi ve gördüğünü yazması ile meydana gelir.
Öyle hâllerde insan esere değil, eser insana hükmeder. Sinesinde hakikat çekirdeği taşıyan sözler bir duyulur, bir daha unutulamaz. Edebiyatımızda böyle eserler az değildir, fakat bunların en edebîsi, hiç şüphesiz İstiklâl Marşıdır.
Bu bilinen, sevilen ve seçilen şaheser; milletin gönlünde imanla, heyecanla kabaran ve tek bir ağızdan haykırılan müşterek sesidir. Onu, yalnız bu zamanın sesi olarak kabul etmek pek doğru değildir. Çünkü onda bütün değerleri ile tarihimizi ve milletimizi bulmak mümkündür.
Bu itibarla İstiklâl Marşı, bizi bu zamana taşıyan mütevekkil ve fedakâr ruhların dudaklarında nurlanan tebessümüdür. Yunus Emre, bu gürleyen güzelliği asırlarca evvel gönül gözüyle görmüş ve sözünü öyle söylemiş gibidir:
“Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı / Balıla yağ ede bir söz.”
Yunus’un, duyguların ummanına bıraktığı bu söz, görünmeyen buhar katreleri gibi yükselip maddî bir vücut kazanmışçasına gökten yağarak âfâkımızı karartan bulutları parçalamış ve bize âsumanın güzelliğini tekrar göstermiştir.
Zamanın tesirini silemediği o velî şairin, sözünü söylediği şartlar asırlar sonra tekrar yaşanırken, her hali ile Yunus’u yaşayan Mehmet Âkif de aynı his, heyecan ve imanla bu sözü haykırmıştır.
Bu söz, hayatı asit buharı gibi yakıcı bir hava hâlinde soluyan millete, bahar yeli gibi gül kokuları getirmiş ve ümitlendirmiştir. Bu söz, gecelerin ruhuna sinmeye çalışan meçhul korkuyu öldüren bir mehtap ışığı, kendine çevrilen nazarlara doğru yolu gösteren bir kutup yıldızıdır. Çünkü bu söz Müslüman Türk milletinin İstiklâl Marşı’dır.
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak,
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak!”
Mehmed Âkif İstiklâl Marşı’na hitapla başlayarak 22 milyon kilometre karelik vatanını kaybederek perişan olan millete; Niğbolu’da Yıldırım’ın kale kumandanına seslenişindeki ümit, iman ve cesaret dolu bir sesle “Korkma!..” diye haykırmıştır.
Bu hitap, bir telâş, korku, endişe ve ürperti ifadesinden ziyade imanlı, cesur ve kendisinden emin bir dost sesidir. Çünkü, vatanı canlandıran ocaklar ışıl ışıl yandığı, o yuvalarda yaşanan hayatlar, ocaklarda tüten dumanlarla Arş’a uzandığı müddetçe, şafakları renklendiren al sancak da sönmeyecek, dalgalanacaktır.
Gerçi, görünen şafak, milyonlarca masum insanın kanına rağmen, cihana hükmeden bir devletin ve medeniyetin batışını tablolaştıran gurubtur. Fakat bu batış bir bitiş değil, ebedî parlayışa hazırlanıştır.
Yıldızlar nasıl asıl güzel parlaklıklarını güneş battıktan sonra gösterirlerse, bu millet de ebedî parlayışını bu karanlık ve kasvetli günlerin sonunda gösterecektir. O zaman millet, maddî-manevî bütün değerleri ile kendisini temsil eden sancağını dalgalandırarak vatanına ve dinine sahip olacaktır.
Burada aynı zamanda “Allah’ım! Bu kahraman ve imanlı milletin ocağı sönmesin, bayrağı inmesin. Ocak sönmediği ve bayrak inmediği müddetçe bu millet yine Sana hâdim olacak ve ibadet edecek” şeklinde bir duâ ve teslimiyetle Allah’a iltica da vardır.
Zaman geçtikçe koyulaşan bu karanlık ve kanlı tablo içinde, binlerce vatan evlâdı; kanının sıcaklığı ile canını mum gibi yakıp o kâbusu dağıtarak, bayrağını nurlu şafaklarda tekrar dalgalandırmaya çalışırken, bayrağın nazlanması, haklı da olsa milleti üzecektir. Bunu anlayan Şair, millet adına bayrağa seslenme ihtiyacı hissetmiştir.
“Çatma kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl,
Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl:
Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklâl.”
Âkif bu hitapla milletin yaşadığı ümit, heyecan ve canlanmanın bayrakta da görülmesini istemektedir. Zira bayrak, maddî-manevî bütün değerleri ile milleti temsil etmektedir.
Bayrağımızdaki hilâl, yani ay, İslâm dininin sembolüdür. Çünkü o tek ve hak din de, ayın gecenin karanlığı kovması gibi zulmün, cehaletin ve inkârın kâbusunu parçalamış ve yerine ebediyen Allah’ın nurunun parlamasını sağlamıştır.
Bu hak dinin tebliğ edicisi olan Peygamberimiz de şehadet parmağı ile, “şakk-ı kamer” mucizesini ayı ikiye bölerek göstermiş ve Rabbânî hakikatlere ayı da şahit göstermiştir. Onun için, bayrağımızdaki cami, kubbe, minare ve minberlerindeki; Kızılay ve Yeşilay gibi yardım kuruluşlarındaki ay, dinimizi temsil etmekte ve milletimizin Müslüman bir millet olduğumuzu göstermektedir.
Tıpkı bunun gibi bayrağımızdaki ve diğer millî sembollerimizdeki yıldız da milletimizi temsil etmektedir. İslâmın inzalinden hemen sonra Müslüman olan ve millî meziyetlerini iman hakikatleriyle mezcederek İslâmı dünyaya yayan Türkler, hayatlarında malayanî meşguliyetlere ve geçici heveslere fazla yer vermedikleri gibi edebiyatta da Tanzimata kadar mecazî sevgilerle pek uğraşmamışlar, dinî ve millî değerleri her şeyin üzerinde tutmuşlardır.
Bilhassa divan ve halk edebiyatında bir mazmun olan sevgilinin ay yüzlü, hilâl kaşlı olarak tasvir edilmesi, bayrağın bu aslî değerleri ile millete mal olmasını sağlamıştır. Bu sebeple bayrağın kırgın bir sevgili gibi nazlanması, milletin ümidini söndürecektir.
Onun için Şair bayrağın; bu milletin, uğrunda feda ettiklerini düşünerek nazlanmamasını; gücünü Allah’a imandan alan milletin, esaret denen illeti daha önce hiç yaşamayan bayrağını en kısa zamanda tekrar semadaki tahtına oturtacağını hatırlatmak istemiştir.
Allah, “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” diye ferman ettiğine göre, bu millet üstündür. Allah’a imanı sayesinde en kısa zamanda üstünlüğünü gösterecek ve vatanını kurtaracaktır.
Yani “Zafer Hakkın ve Hakka inananların olacaktır.”
Bu ezelî ve ebedî hükmün tesirini tam olarak icra etmesini sağlayarak milletin tereddüdüne düşmesine mani olmak isteyen Şair, sözü tarihe getirmiş ve milletin mazisini hür bir haykırış hâlinde marşa işlemiştir.
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.”
Gönülleri hamasî bir heyecanla saran bu haykırışta da görüldüğü gibi tarih, her hâli ve hadiseleri ile Âkif’in söylediklerini tasdik ve teyit etmektedir. Nitekim Arif Nihat da aynı mânâyı seslendirmiştir:
“Kopardılar ayı gökten / Bir ipek dala astılar.
Yurt dediler, gölgesine / Ayaklarını bastılar.”
Dörtlükte de işlendiği gibi Türkler her gittikleri yere önce ayın hilâl hâlini götürmüşler; toprağa hilâlin gölgesini düşürüp mekânı eserlerle Müslümanlaştırdıktan sonra, oraya vatan emniyeti içinde yerleşmişlerdir.
Asırlarca devam eden bu mânâ hiçbir güç tarafından bozulamamış, bozmaya kalkan maceracılar, intihara kalkışan çılgınlar gibi, hayatlarından olmuşlardır. Milletin içine düştüğü gerileme hâli düşmanı fazla ümitlendirmemelidir.
Çünkü, “Aslan gerilir de öyle atlar.”
Her dörtlükte istiklâl mücadelesinin ayrı bir merhalesini ele alan Âkif, bu safhada aslanların gerilişini, gerilemek zannederek hücuma kalkan Batının hâli ile milletin durumunu karşılaştırarak millete seslenmiştir.
“Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?”
Batılı zalimleri canavara benzeten şair teşbihini ulumak sıfatı ile kuvvetlendirmiştir. ‘Ulumak’ fiilinden türetilen kelime, halk arasında köpekler için ‘havlamak, ürmek’ fiillerinin canavarlar için kullanılan şeklidir. Parçada, “Medeniyet denen tek dişi kalmış canavar ulusun. O sana hiçbir zarar veremez; korkma” mânâsı vardır.
Buna rağmen, kelimenin kökünü ‘ulu’ ismi olarak kabul edip, “Sen yücesin, büyüksün, ulusun” mânâsını verenler varsa da, çoğu zaman sıfat yerine geçen bu isim o zaman pek işlek olmadığından bu kanaat pek kabul görmemiştir.
Onun için, marşın bütünü ve Şairin ‘Çanakkale Şehitleri’ gibi şiirleri göz önünde bulundurulacak olursa, kelimenin ‘yücelik’ mânâsında değil ‘ulusun’ şeklinde kullanıldığı anlaşılmaktadır. Burada Şairin, kelimeyi birden fazla mânâda kullanarak tevriye san’atı yapmış olabileceği de gözden uzak tutulmamalıdır.
Eskiden beri ancak kaleler içinde yaşayarak kendisini koruyabilen Batı, bugün çelik zırhlı silâhlarla ufuklarını sarıp geleceğini emniyete aldıktan sonra, “medeniyet” maskesine bürünmüş ve canavarlar gibi saldırmaya başlamıştır.
Âkif’in buradaki canavar teşbihi ile Bediüzzaman’ın, “Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse; kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görünecek gibi hayale gelirler” şeklindeki izahı, Darvin’in “İnsan maymundan türemiştir” iddiası ile birbirini tamamlamaktadır.
Zaten Pierre Loti’nin, “Öyle anlaşılıyor ki, ilerilik, medeniyet, yeni silâhlarla ve son sür’atle adam öldürmek demektir” diyerek de itiraf ettiği gibi Avrupa, ilimde ve medeniyette değil, zulümde ve vahşette ileri gitmiş canavar ruhlu bir topluluktur.
Onun için Şair, ihtiyarlamış ve tek dişi kalmış canavar ne kadar ulursa ulusun, milletin korkmaması, Allah’tan aldığın iman gücüyle vatanını korumaya devam etmesi gerektiğini hatırlatmış ve ‘dessas Avrupa zalimlerine’ karşı takınılması gereken tavrı ortaya koymuştur.
Canavarlaşan Batılıların maddî güçleri ile millete iman gücünü bu şekilde mukayese ettikten sonra millete aslî değerlerini hatırlatmış ve imanını koruduğu müddetçe muzaffer olacağını müjdelemiştir.
Zira, “Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.”
09.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Özakmangiller’in “diriliş”i... |
|
Kitapçı raflarında 353. (yazıyla: üçyüzelliüçüncü) baskısı bulunan “Şu Çılgın Türkler” isimli kitap hakkında 16 Ekim 2005 tarihli Yeni Asya’da şunları yazmıştım: “Turgut Özakman tarafından yazılan ‘Şu Çılgın Türkler’ isimli kitap, 136. baskısıyla (?) satış rekorlarına koşuyor…
Hemen burada, ‘yahu bu kitabın yazarı da yazılanlara şimdilerde ilgi gösterenler de gerici!’ desem, bana şiddetle kızarlar… Hatta ‘sensin gerici!’ diye de suyun üstüne çıkmaya çalışırlar…
Ama güneş balçıkla sıvanmıyor ki!
Bakın neden ‘gerici’ olduklarını anlatayım size…
Ama önce 136. baskıyla ilgili bir durumdan bahsedeyim.
Daha bu Cuma iki büyük kitapçıya baktım. Birisinde, raflarda bulunan ‘Şu Çılgın Türkler’ isimli kitapların tamamı 90. baskı idi… Bir diğerinde ise durum daha da ilginçti… ‘61. baskı’, ‘64. baskı’, ‘112. baskı’ ve ‘136. baskı’ kitaplar aynı rafta yanyana duruyorlardı…
Daha 61. baskısı raflarda müşteri beklerken ‘136. baskı’ yapılmasının çok yönlü amaçları olsa gerek!
Neyse… Gelelim ‘gerici’lik meselesine…
‘Şu Çılgın Türkler’de anlatılanları, genelde “sağcı,” daha ayrıştırdığınızda da ‘İslâm-cı’ ve ‘Türkçü’ olan yazar, çizer, gazetecilerin hepsi de en azından yarım yüzyıldır bangır bangır anlatıyor, yazıyorlardı.
Şimdi ‘Şu Çılgın Türkler’ fırtınası estirenler ise o anlatmalara, yazmalara en yumuşağından arkalarını dönüyor, ‘gericilik’ sayıyordu o günlerde. Edebiyat ve tarih mahfillerinde o anlatılıp yazılanların konuşulması bile istenmiyordu.
/……./ Şimdilerde de ‘AB karşıtlığı’ yürütülürken, İstiklâl Savaşımızın, Çanakkale destanımızın yaşanmış hikâyeleriyle ‘yeni bir ruh’ oluşturulmak isteniyor…
Ben de bu yaklaşıma isyan ediyorum işte!
Bu ruhun oluşması için mücadele edenleri yıllarca horlayıp, edebî mahfillerde yok sayıp, yazdıklarını-söylediklerini dışlayacaksınız… Arada birkaç nesli tarihinden habersiz yetişmeye mahkûm edeceksiniz… Sonra gelip, son 5 yıla kadar arka döndüğünüz ruha kabuğundan sarılıp, o ‘ruh’un üzerinden siyaset ve ticaret yapacaksınız… Pes!”
Evet…
İşte o “Şu Çılgın Türkler” isimli kitabın yazarı Turgut Özakman, (şahitlerin anlattıklarına göre) TRT’de görevde bulunduğu günlerde kendi önüne gelse hiddetle “red” diyeceği kitaplarına bir yenisini ekledi: “Diriliş”
Efendim, “Diriliş” Çanakkale Zaferimizin kitabıymış…
Hemen ifade edeyim ki; tepeden tırnağa istismar kokan her iki eseri de okumaya elim varmadı. Şahidi olduğum iki yüzlülük okumama izin vermedi. Ama medyaya yansıyan destek metinleri arasına sıkışan kimi yorumlardan anladım ki; yaşanmış olayların günümüzden hareketle kurgulanması da sözkonusu Turgut Özakman’ın elinde… Yani gerçeklerle “kurgu” dediğimiz olay içiçe ve “destanın gerçeği” olarak sunuluyor!
Tarihî gerçeklerin anlatımında, tamamen “roman” tanımı söz konusu değilse üzerinde ciddî ciddî düşünülmesi gereken bir durum var ortada, anlayacağınız!
Tıpkı “Şu Çılgın Türkler” kitabında olduğu gibi “Diriliş” kitabının da baskılarında dikkat çekici bir nokta var…
Diriliş’le ilgili ilk geniş tanıtım haberi Hürriyet’te 25 Şubat’ta yayınlandı…
O gün söz konusu tanıtım haberinde kitabın haftaya yayınlanacağı duyuruluyordu…. Yani bu durumda kitabın 3 Mart günü piyasaya verilmesi gerekiyordu… Ama… 7 Mart günü Kadıköy kitapçılarında “Diriliş”in 10. baskısı vardı!
Yani bu durumda “Diriliş” 4 günde 10 baskı yapmıştı! Geride 353 baskı (!) yapmış bir kitap varken, ilk anda piyasaya 100 bin kitap verilemez miydi meselâ! Verilmemiş işte! Azar azar basılıp, çokça baskı yapmak yolu seçilmiş anlaşılan…
Tabiî kendi bilecekleri iş… Karışamayız ama… Baskı seyrinin mantıklı işlemesini de bekliyor insan!
Henüz 4 günde 10. baskıya (!) ulaşmış bir kitabın, öyle anlaşılıyor ki 18 Mart’a kadar 40. baskısı da çıkar!
Yukarıda da işaret ettiğim gibi; ülkemizin genel anlamda “sağ” çizgideki insanlarının ilkokul dönemlerinden itibaren okumaya başladıkları bilgileri, tarihî kahramanlıkları en başta “gericilik”le itham eden hatta zaman zaman “Atatürk düşmanlığı”na delil olarak sunanların; “Ayışığı”ndan “Ergenekon”a uzanan derin hazırlıklarla eşzamanlı olarak; “Savulun bre! Ulusalcılar geliyor!” diye naralanıp “tarihimizdeki kahramanlıklar”ı anlatan kitaplarla ortalığa dökülmesinde iyi niyet göremiyorum maalesef!
Bu temelde “gerici” yaklaşım hâkim olduğu kültür ve yayın ortamında belirleyiciliğinin avantajını kullanmak istese de gerçekler balçıkla sıvanmıyor neyse ki…
“Şu Çılgın Türkler” fırtınasının estiği günlerde “sol” düşüncedeki bir dostum, söz konusu kitabı göz yaşları içinde okuduğunu söyledi ve benim okuyup okumadığımı sordu. Ben de; “söz konusu kitapta anlatılan kahramanlık hikâyelerini taa ilk okul çağlarımda dinlemeye, okumaya başladım. O zamanlar dinlediklerimizi ve okuduklarımızı okulda veya bir kültür ortamında anlattığımızda ‘gerici’, ‘faşist’ sayılıyorduk sizinkiler tarafından… Siz bu kahramanlık hikâyelerimizi, kurgulanmış ve yeri geldiğinde güncel siyasete malzeme olacak ifadelerle genişletilmiş halleriyle de olsa 50’li, 60’lı yaşlarınızda okuyorsunuz… Ve şimdi durup; ‘Biz ne milletmişiz!’ diyorsunuz… Zamanında bizi takip etseydiniz de şu milletin hiç yoksa 3-4 neslini tarihine düşman yetiştirmeseydik olmaz mıydı?” dedim…
Hem şaşırmış, hem de hak vermişti dostum… Ortada bir “suç” olduğunda birleştik sonunda, ama “suçlu”nun kimliği noktasında anlaşamadık dostumla!
Ortada hem “suçlu” olan, hem de her daim “güçlü” olmayı becerenler var!
Hürriyet’te 25 Şubat 2008’de yayınlanan tanıtım haberi, spotundaki; “353. baskı yaparak alanında dünya rekoru kıran, korsan basımıyla satışı 5 milyona ulaşan ‘Şu Çılgın Türkler’in yazarı Turgut Özakman, gelecek hafta çıkacak yeni kitabı ‘Diriliş’ten bazı bölümleri ve kitabı kaleme alış öyküsünü ilk kez Hürriyet ile paylaştı. İşte, Çanakkale savaşı ile o zorlu dönemi konu alan ‘Diriliş’ten bazı bölümler ve ‘yazarken şehitler omuz başımdaydı’ diyen Turgut Özakman’la söyleşimiz…” girişiyle başlıyordu…
Ne bileyim… Birden aklıma takıldı… Bir başkası “yazarken şehitler omuz başımdaydı” diye bir kitabını tanıtmaya kalksa, Hürriyet’in o laikçi malûm kalemleri neler neler söylemezlerdi!
Yanılıyor muyum yoksa?
09.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Bağlandığı yerden çözülsün |
|
Fransız Sosyal Bilimci ve İslamolog Olivier Roy, “Başörtüsü, Türkiye’de laikliğin nasıl anlaşıldığını test ettiriyor.” demiş.
Güzel demiş de, bunun dahası olmalı kanaatimce..
Mübarek başörtüsü sayesinde, Türkiye’de daha bir sürü nesnenin yanlış anlaşıldığı, bir çok meseleye tersten bakıldığı ortaya çıkıyor. Bir çok parti ve siyasetçinin gerçek yüzü görünüyor. Yani başı örten bu nesne, gözleri açtırıp hatta kalplere ve niyetlere bile nüfuz ettiriyor.
Milletin haberi olmadan, millete ait bazı alanların, “kamusal alan” adı altında nasıl parsellendiğini bu sayede öğrendik. Şehitlerin kanıyla sulanmış vatan sathında, şehit analarının ayak basmalarına izin verilmeyen alanlar da varmış meğer.. Bu manzara bize Merhum Mehmet Akif’in;
“Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı,
Sen şehitoğlusun, incitme yazıktır atanı,”
mısralarını hatırlatıyor.
Öyleyse bu minval üzere hatırlatmalar, bu minval üzere mücadeleler, bu minval üzere dersler devam etmeli..
Ta ki gafil kafalar uyanıncaya kadar..
Ta ki hakikat; hakikatsiz alanları fethedinceye kadar.
Ta ki kamusal alanlar kamunun oluncaya kadar..
Peki bu ne ile olacak?
Tabiî ki, ilimle, teknikle, marifetle ve ikna ile...
***
-Nasıl yani, bu sıkıntılar, bu sancılar devam mı etsin, bu problemler siyaset yoluyla çözülmesin mi?
-Çözülsün, çözülsün.. Ama bağlandığı yerden çözülsün. Orada koskocaman, karmakarışık bir “düğüm” duruyor. Benim tarihimden gelen, iman ve ahlâkımdan gelen gidişatımın seyrine kasteden bir “düğüm.” Laiklik adına, güya medeniyet adına, güya çağdaşlık adına ve rejim adına atılmış kocaman bir “düğüm.” O düğüm orada duruyor. Sen ise güya düğümü çözmek için başka noktalara el atıyorsun. Farkında olmadan, yeni düğümler ve düğümcükler icat ediyorsun.
-Pekâla “düğüm” dediğin üniversitelerde değil miydi? İşte oralara el atıldı ya..
-Üniversitelerin kapılarına el atıldı, kafalarına el atılmadı ki... Kapılarda curcunaya, kafalarda tantanaya hız verildi.
-Ne yani, kelleleri mi alınsaydı?
-Yok be kardeşim, şimdi bu yakışıksız sözün sırası mı? Zaman Yavuz Selim zamanı, yahut Dördüncü Murad zamanı değil ki... Artık Cumhuriyet var, demokrasi var, millet var, hukuk var..
-Peki kafalardan kastın ne?
-O kafalar (gökten zenbille diyecektim, yakıştıramadım) yerden mantar gibi bitmedi ya... Senin eğitim sistemin onları yetiştirdi. Öyleyse eğitim sistemimiz ıslâh edilmeli. Eğitimin her kademesinde okutulmak üzere; gerçek çağdaşlığı, gerçek medeniyeti, gerçek demokrasiyi, gerçek laikliği ve daha bir çok sosyal, hukukî, maddî ve manevî gerçekleri anlatan kitaplar yazıldı mı? Hatta yüce dinimiz bile siyaset arenası başta olmak üzere bir çok sosyal alanlarımızda yanlış algılanıp yanlış yorumlanmıyor mu? Halbuki;
“Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası,/İhya-yı din ile olur bu milletin ihyası” sözü kitabın ortasından söylenmiş bir söz değil mi?
İşte kitabın ortasından mealen bir söz daha:
“Vicdanın ziyası dinî ilimlerdir. Aklın nuru medeniyet fenleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat tecelli eder. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe ortaya çıkar.”
“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhiyle cihad edeceğiz.”
Evet, bu yol uzundur. Sabır ve metanet ister. İhlâs ve teslimiyeti gerektirir.
Manevî cihad, istikametli fikir ve meşakkatli ibadet yoluyla sana sonsuz sevaplar, manevî mertebeler, meyveli neticeler ve ebedî hazineler kazandıracak zaman dilimi varsın uzun olsun. Bu dünya zaten imtihan yeri değil mi? Mücadelesiz, meşakkatsiz, zahmetsiz imtihan olur mu? Her şey ayarında, yolunda ve tıkırında giderse, her yer güllük gülistanlık olursa, o zaman mü’min için burası “dünya” olmaktan çıkar. Bu dünyada hangi Resul, hangi Nebi istirahat ve rahat içinde yaşamıştır. Hazret-i Yusuf”un kıssası, kıssaların en güzeli değil mi? Sahabe hayatını bilmez miyiz? Hemen kendi tarihimize bakacak olursak, aşiretten devlete giden bir yol, at üstünde ve cihad meydanlarında geçmemiş mi?
Her neyse.. Tekrar başa dönecek olursak, başörtüsü meselesi Türkiye’de sadece laikliğin nasıl anlaşıldığının göstergesi olmuyor. Yıllarca yazılsa, çizilse bazı kafalara girdirilemiyecek olan gerçeklerin, bazı gözlere gösterilemiyecek olan neticelerin gün yüzüne çıkmasına vesile olacak gibi. Bu meyanda kaderin ona biçtiği bir rol olsa gerek..
Ve illa ki, bu bizim kendi imtihanımızdır.
Ve güzel sona lâyık olacağımız güne kadar devam edecektir.
***
Yanlış anlaşılmasın! Başörtüsü problemi, ülkenin başına sarıldığından bu yana “çözüm” adına yapılanlara ve bu yolda samimî çalışanlara bir itirazımız olamaz. Hele hele “Bu örtü, bu vücuttan, baş ile beraber çıkartılabilir” diyerek, inancı uğruna dünyevî ikbalini ayaklar altına alan Hatice Babacan’ları, Şûle Yüksel’leri, hukuk yolu siyasî sekteye uğratılan Leyla Şahin’leri ve yıllardır bu yolda demokratik mücadele veren kalem erbabını unutmamız mümkün mü?
Bizim arzumuz odur ki, bu ulvî mücadeleye siyasî gölgeler düşürülmesin ve bu mesele bağlandığı yerden tam çözüme kavuşsun. Belki insan gücü buna kafi gelmeyebilir. Ama Allah her şeye Kadir’dir. Peygamberimizle başlayan mücadeleyi unutmayalam. Şimdi bu dâvânın karşısında duranlar, kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlerden daha vahşî olamazlar!
09.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Neden ümit? |
|
İnsanı hayat imtihanının daha ilk adımında şevk bineğinden düşürüp atalet zindanına düşüren en tehlikeli düşman yeisi mağlûp etmenin en tesirli çaresi, Allah’ın rahmetine iman ve güvenden kaynaklanan sonsuz bir ümit.
“Neden ümit?” sualinin en güzel ve ferahlatıcı cevabı ise Hutbe-i Şamiye’deki izahlarda.
Bu izahlardan kısa bir hulâsa çıkarırsak:
Sonsuz rahmet sahibi Yaratıcının âlemlere rahmet olarak gönderdiği son elçiyle insanlığa iletilen İslâm, baştan sona bir rahmet mesajı.
Onun için istikbal yalnız ve yalnız İslâmın ve hakim, Kur’ân ve iman hakikatleri olacak. Zira bütün manevî ve maddî gelişmelerin anahtarı, varoluşun gerçekleriyle örtüşen o hakikatlerde.
Kur’ân’ın 14 asırdır muhataplarına “Aklınızı kullanın, kâinat kitabını ve hadiseleri Kur’ân âyetlerinin rehberliğinde okuyun” diye seslenmesinin hikmeti de bu örtüşmeyi vurgulamak.
Akıl, ilim ve fennin hükmettiği bir çağda, bütün hükümlerini akla tasdik ve tesbit ettiren bir kitabın inananları niye ümit dolu olmasınlar?
Bu çağın söz konusu özellikleri, geçmişte İslâmın bütün dünyayı manen fethetmesini engellemiş olan sebepleri de birer birer kaldırıyor.
Ecnebilerin cehaletleri, vahşetleri ve muharref olan dinlerine taassubu bilginin yaygınlaşması ve medenîleşme süreciyle birlikte kırılıyor.
Papazların ve ruhanî reislerin istibdat ve tahakkümü ile ecnebilerin körü körüne onları taklit etmeleri, insanlık âleminde hürriyet fikrinin ve gerçeği arama eğiliminin güçlenmesiyle ortadan kalkıyor.
Müslümanların belini büken istibdat sistemleri parçalanıyor; şeriata muhalefetten gelen kötü ahlâkın, dışarıdan bakanları İslâmdan soğutması da, yine aynı gelişmelerin neticesi olarak hızla izale oluyor. Bazı Müslümanların hatalarından İslâmı suçlayıp sorumlu tutma yanlışı terk edilme yolunda.
Ve fenler geliştikçe, İslâmın hakikatlerinin bilimsel gerçeklerle çelişmek şöyle dursun, tam tersine örtüştüğü giderek daha iyi anlaşılıyor.
Ayrıca, hakikî bir medeniyet ve doğru fenlerle donanmış İslâm, bir buçuk milyar Müslümanı yekvücut hale getirecek potansiyele sahip.
Bütün bunlar gelip şu noktaya dayanıyor:
Kâinatı sonsuz hikmetlerle vücuda getiren Kudret ve Rahmet Sahibinin hakikî maksatları hayır, güzellik ve mükemmellik. Onun için varlık âlemini en mükemmel şekilde yaratmış.
Bu âlemin halifesi olma istidadına sahip kılınan insanın da, kâinat nizamındaki maksatlarla uyumlu bir çizgiye gelmesi, fıtratın gereği.
Ve madem ki kâinatın bütünündeki tekâmül meyli insanın fıtratına da konulmuş; eğer beşerin zulüm ve hatalarıyla çabuk bir kıyamet kopmazsa, İslâmın kâinatla bütünleşmiş hakikatlerinde ifadesini bulan bu tekâmülün zirve noktası, insanlığa dünyada da saadeti tattıracak.
Zamanın düz, lineer bir çizgide değil, daire şeklinde seyrettiği gerçeğinin neticesi olarak ise, nasıl her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı varsa, insanlığın da bir sabahı ve baharı olacak.
Faraza, bu dünyada olmazsa âhiretteki ebedî sonsuz Cennet ikliminde o saadet yaşanacak.
“Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” âyetindeki sonsuz müjdeyi hissedip yeisin tahribatına set çekmemiz, ancak bir kısmını özetleyebildiğimiz bu mânâları özümsememize bağlı...
09.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İkinci ifsad |
|
20’nci yüzyılın Yahudi yüzyılı olduğunu biliyoruz. 20’nci yüzyılın inkişaf etmesi ve açılmasıyla birlikte 21’inci yüzyıl İslâm yüzyılı olacaktır. Şimdi 20’nci yüzyılın enkazı temizleniyor. Bu en geç 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde hitama erecek ve tamamlanacaktır. Şimdi bunun irhasatını yaşıyoruz. İşte bu dönem Kur’ân-ı Kerim’de haber verildiği gibi Yahudilerin ikinci ifsad devirlerinin de sonu oluyor. Perde iniyor. Bütün dünya gözleriyle İsrail’in ne karıştırdığını ve nasıl bir fesad ve bozgunculuk içinde olduğunu takip ediyor. Dolayısıyla ikinci ifsadın da sonuna doğru geliyoruz. ABD ve İngiltere gibi ülkelere rağmen İsrail’in irtikap ettiği mezalim büyük bir öfke birikimine yol açıyor. Bu da öfke patlamasına dönüşecektir.
20’inci yüzyılın Yahudi yüzyılı olduğunu elbetteki biz iddia etmiyoruz. Bu tanım ve tesbit, The Jewish Century kitabının yazarı Yuri Slezkine’e ait. Yahudi yüzyılında Yahudiler üç rejim kuruyorlar. Bunlardan birisi fetret devrinin sonunun başlangıç tarihi olan 1991 yılında yıkıldı. Diğer ikisi de çok hızlı bir biçimde zeval sürecinde ilerliyor. 20’nci yüzyılın ayak seslerinin duyulduğu 1897 yılında Basel’de Yahudi Kongresi akdediliyor. Bu tarih ile birlikte Yahudi asrı başlamış oluyor. İşte bu Yahudi asrı aslında Kur’ân-ı Kerim’in bahsettiği ikinci ifsad devresi ve dönemidir. Bu dönem, 1897 yılından başlayarak üç devre halinde sürecektir. Musa Aleyhisselâm’ın sünneti böyledir. Musa Aleyhisselâm da zahiren Yahudi peygamberi ise de gerçekte her devrin Müslümanlarının ve inanmış kitlelerinin peygamberidir. Kendi ismini veya kanını taşıyanların değil sıfatına varis olanların peygamberidir. Dolayısıyla onun sünneti Müslümanlar için de geçerlidir. Ezher dergisinde (Şubat-Mart 2008) Sıddık Bekir Ita, Yahudilerin birinci ifsad devriyle alâkalı müfessirler arasında tam bir mutabakat olmadığını yazıyor. Ancak İkinci devrenin İsrail’in kuruluşuna giden süreç ve kuruluşu ve sonraki dönem olarak adlandırılabilir. Bundan dolayı, Osmanlı İmparatorluğu Filistinliler ve onların gerisinden İslâm dünyası için bir felâket yani nakbe dönemi olmuştur. İkinci nakbe ise 1948'de İsrail devletinin kurulmasıdır.
Yahudi asrı iki felâketi beraberinde getirmiştir. 1908 ve 1909’da Sultan İkinci Abdülhamid, hal edilmiştir ve ondan 8 yıl sonra da Kudüs işgal edilmiştir. Üçüncüsü ise belki de Yusuf Karadavi’nin dediği gibi (o ikincisi diyor) 1967 savaşıdır. Buna mukabil, bazı Yahudi liderleri ve analizcileri Müslümanların iki uluv ve yükselme devresinden bahsediyorlar. Herhâlde bunlardan birisi Asr-ı Saadet olsa gerek. İkincisi de günümüze işaret ediyor olmalı. Belki de Yahudi asrının bitmesiyle başlayacak olan İslâm asrına işaret etmiş olabilirler. Bu durumda, ikinci ifsad devirlerini veya Yahudi asrını Sıddık Bekir Ita 1917’de Kudüs’ün işgalinden başlatıyor. Aslında bu Yahudi asrının dönemeçlerinden ve aşamalarından birisidir. Yahudi asrı yüz yıl değil, yüz yirmi yıllık bir süreyi kapsayacak genişliktedir. 1897 yılından başladığında buna üç devre ilâve etmek gerekiyor. Burada karşımıza sosyolojik devreler çıkıyor. Bu devrelerin tamamı Hazreti Musa’nın iki kırk yıllık devresi ile İslâm’da Hazreti Ali’ye benzeyen Feta’sı Yuşa bin Nun’un 40 yıllık zafer devresidir. Hazreti Musa’nın temsil ettiği iki devre idad/hazırlık ve temkin devresidir. Yuşa bin Nun’un temsil ettiği devre ise zafer devresidir. Dolayısıyla üç 40 yılın toplamından ibaret bir süreçten söz etmekteyiz. Bu da 1897 ile 2017 aralığına denk gelir ki bu hem Kudüs’ün işgal edilmesi, hem de Osmanlı’nın dört yüz yıl sonra Arap topraklarından çekilmesinin simetrisidir.
***
Ahirzamanla ilgili konular Yahudilerle Müslümanlar arasında psikolojik savaşın da boyutlarından birisini teşkil ve temsil ediyor. Yahudi erkânı Kur’ân-ı Kerim’de Yahudilerin millet olarak iki defa büyüklenmeleri ve kibirlenmelerine matuf olarak Müslümanların da iki defa yüceleceklerini ve büyükleneceklerini ileri sürüyorlar. Bunu da Kitab-ı Mukaddes’in kehanetlerine bağlıyorlar. Dolayısıyla psikolojik harbin unsurlarından birisi de kehanetler savaşıdır. Bu bağlamda, modern Türk batiniliğinde de böyle durumlar var. Taraflar kaziyyelerini isbat ve Allah’ın kendi yanlarında olduğunu gösterebilmek için çırpınıyorlar. Fakat burada asıl önemli olan adalete istinat edebilmektir. Adalete istinat eden kaim olur. Kim adalete istinat ediyorsa zafer onundur. Zira yerler ve gökler adalet üzerine kaimdir. Adalet olmadan itidal ve insaf ve düzen olmayacaktır.
***
Yahudileri en iyi tasvir eden kitap Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu da onun yine i’caz tarafını gösteren alâmetlerden birisidir. Yahudilerin ikinci ifsad dönemi de ‘hablullah’dan koptukları devreye tekabül etmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de ‘hablunminallahi’ ve ‘hablunminannasi’ sırrı da Yahudilerin iki devresine işaret etmektedir. Birisi nübüvvet devri, ikincisi de şetat ve diaspora devridir. Böbürlenme ve kibirlenmeleri şetat ve diaspora devrine dâvetiye çıkarmaktadır. Bu itibarla, ikinci ifsad devreleri de ikinci zeval devrelerinin mukaddimesidir. Belki adalet etseler ve insaflı davransalardı siyasî ömürlerini uzatabilirlerdi. Ama küfür devam etse de mezalim devam etmemiştir. Hıristiyan devletleri şu veya bu şekilde yüzyıllardan beri devam edegelmektedir. Ama Yahudiler bunun bir istisnasıdır. Ya ifsada ve kibirlenmeye sapıyorlar ve helâk ve zeval oluyorlar, ya da gettolarda yaşamaya mahkûm oluyorlar. Müfessirler ‘hablunminallahi’ sırrını tam olarak yorumluyorlar. ‘Hablunminennasi’ sırrı ise geçmiş devirlerde, eski çağlarda Pers Kralı Kuruş yeni çağlarda ise İngiltere ve ABD’dir. Bu meyanda aktörler olarak, Napolyon, Churchill, Truman ve Bush gibi liderleri de sayabiliriz. Ama ikinci ifsad devrelerinin de sonuna gelmiş bulunuyorlar. Zira sadece Filistin kargaşası değil, Irak ve Afganistan kargaşası da bir yönüyle onların karıştırması ve eseridir. Hile ve mezalim düzeni elbette er geç eriyecek ve tuz buz olacaktır...
09.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Kabahati üstlenebilmek fedakârlığı |
|
Medine’de Hz. Ebûbekir (ra), bir konu ile alâkalı fikir ve düşüncelerini açıklıyordu. Onu dinlemekte olan Hz. Ömer (ra) de, söylediklerinin yanlış olduğunu ifade ederek karşı çıkıyordu. Hz. Ebûbekir onu bir miktar dinledikten sonra Hz. Ömer’e (ra); “Sen zaten hep böylesin... Benim söylediklerime hep karşı çıkarsın” deyince, Hz. Ömer (ra) öfkelenerek, sesini daha da yükselterek itirazını sürdürdü. Bunun üzerine Hz. Ebûbekir (ra) üzüntüsünü belirterek sessizce orayı terk etti. Doğruca Mescid-i Nebevî’de bulunan Efendimizin (asm) huzuruna giren Hz. Ebûbekir (ra), Hz. Ömer (ra) ile arasında geçen konuşmayı ve bundan duyduğu üzüntüyü anlattı.
Aralarındaki konuşmadan dolayı üzülerek, sitemli bir şekilde oradan ayrılan Hz. Ebûbekir’in (r.a.) bu durumuna sebebiyet verdiğinden fevkalâde üzülen Hz. Ömer (ra), derhal Hz. Ebûbekir’in evine gitti; oradan Mescid-i Nebevî’de olduğunu öğrenince, hızla Mescid-i Nebevî’ye gitti. Onu, Efendimizin (asm) yanında gördü. O da, Hz. Ebubekir (ra) ile aralarında geçen konuşmayı anlatınca, Efendimiz (asm) “Ya Ömer, keşke hicret arkadaşımı, mağara arkadaşımı üzmeseydin, onu bana bıraksaydın” deyince, Hz. Ömer (ra) suçlu olduğunu anladı, bundan fevkalâde üzüldüğünü belli etti. Bu sırada Hz. Ebûbekir hemen araya girerek; “Hayır suçlu Ömer değil; benim... Çünkü onu ben tahrik ettim, öfkelenmesine sebep oldum...” deyince aradaki soğuk hava bir anda yerini ılık ve sıcak bir havaya terk etti. İkisi de kalkarak kucaklaştılar.
İşte her yönüyle hepimize nümune-i imtisâl olacak bir ibret levhası... Haklı veya haksız bütün dargınlıkları, kırgınlıkları sona erdirecek bir çare, bir yol, bir yöntem... Zaman zaman kabaran öfkelerimizi, engel tanımayan kızgınlıklarımızı, bozulan sinirlerimizi tâmir edecek, teskin edecek şifadar bir reçete... İhtilâf, ayrılık, gayrılıklara sebep olan çekişmelere, sürtüşmelere son verecek en tesirli çare, en kalıcı çözüm örneği... “Ben” merkezli çıkışlarımızın önünü kesecek, enaniyetlerimizi, hodfüruşluğumuzu törpüleyecek en kestirme, en sağlıklı örnek bir tarz, doğru bir metod... Barışı, sevgiyi, hoşgörüyü tâlim ve tahkim edecek; samimî ve sıcak dostluğun önünü açacak en etkili, en sağlıklı tavır ve duruş...
Kırmaya, kırılmaya meyyal bizlerin alacağı çok dersler olmalı bu ibret levhasından. İnsanlık adına, kudsî hizmetlerimiz adına, yaşanan şu olay üzerine düşünüp, kafa yormamız gerekir diye düşünüyorum. İstemeyerek de olsa alışkanlık haline getirdiğimiz üzücü, kırıcı, rencide edici söz, hâl ve davranışlarımızı bir an önce terk etmemiz için iyi bir nefis muhasebesi yapmamız lâzım. Bilerek veya bilmeyerek kırdığımız, incittiğimiz insanların kırılan kalbini, incinen haysiyetini tekrar tâmir edebilme inceliğini, nezaketini gösterebilmek için iki güzide sahabe arasında cereyan eden hâdiseyi ve Efendimizin (asm) kırılan iki kalbin tamiri için ortaya koyduğu o ince ve nâzik tavrı, her zaman göz önünde bulundurmak gerekir.
Sahabe-i Kirâm da olsa, istemeyerek de olsa bazı kırılmalar, incinmeler olduğuna göre, bizim gibi sıradan insanlar arasında elbette olur. Onlar arasında fikir, düşünce ve meşrep farklılıkları olduğuna göre, bu asırdaki insanlar arasında da bazı anlayış ve düşünce farklılıklarının olması gayet normaldir. Önemli olan, farklılıklara anlayışla yaklaşmak, düşüncelerimizle örtüşmeyen yaklaşımlara saygılı davranmak, onları kabullenmesek dahi, onlara karşı tahammüllü olmak...
Düşünce veya meşrep farklılıklarının kat’â ve asla bir çekişmeye, çatışmaya dönüşmesine de fırsat vermemek lâzım. Her şeye rağmen böyle bir durum söz konusu olduğunda, Hz. Ebûbekir (ra) ile Hz. Ömer’in (ra) yaptıkları gibi davranmalı, gerekirse suçu üstlenme kemâlâtını göstermeliyiz.
Söz konusu olan İman ve Kur’ân hizmetiyse, bu konuda daha bir dikkatli, daha bir titiz olmalıyız. Ferâgatte, fedakârlıkta daha bir cömert olmalıyız. Bediüzzaman’ın “Bin haysiyetim olsa kardeşlerim arasındaki uhuvvete fedâ ederim” sözünü örnek almalıyız. Yine onun, şakirtler arasında vuku bulan en basit sitemlerde dahi, hizmet adına ne derece feverân ederek, “Çabuk barışın” dediğini akıldan çıkarmamak gerekir.
09.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail TEZER |
Aşk, muhakeme ve karma eğitim |
|
“Aşkın, beyinde muhakeme yeteneğini çalıştıranbölümü etkisiz hale getirdiği, beyindeki kimyasallardan serotoninin aşıklarda ve saplantılı kişilik bozukluğu olanlarda aynı seviyede olduğu belirlendi. Aşık olan kişiler, sevdiklerine karşı muhakeme yeteneğini kaybediyor. ‘Aşıkken tamamen kör oluyor’ ve aşık olunan kişinin olumsuzlukları beynin bu bölgelerinin
çalışmaması nedeniyle görülemiyor.
“Beynin ‘zihin teorisi’ olarak adlandırılan ve başkalarıyla farklılıklarını ortaya koyan mekanizması da aşık olunca devreden çıkıyor. Bu nedenle kişiler aşık olduklarıyla aralarında bir ayrım yapmıyor ve onu
kendisi gibi görüyor.” (AA, 04.03.2008)
“Muhabbet gözü kusuru görmez” der Bediüzzaman.
Aşk da şiddetli bir muhabbet/sevgi olduğuna göre, kusur görmemesi çok normal. Aşkın gözü kördür yani.
Bilim adamları, bunun nörolojik sebebini “beyinde muhakeme yeteneğini çalıştıran bölümün etkisiz hâle gelmesi” şeklinde teşhis etmişler.
Peki âşıkta başka nelere sebep olur bu muhakeme kaybı? Bediüzzaman’ın ilginç bir tesbiti daha vardır bu konuda:
“Bazan birşeye şiddetli muhabbet, o şeyin inkârına sebep olur.”
Haberde “..kişiler âşık olduklarıyla aralarında bir ayrım yapmıyor ve onu kendisi gibi görüyor” cümlesi, Said Nursî’nin bu tesbitini teyid ediyor olsa gerek. Her insan başka bir âlem olduğu halde, âşık maşukunu farklı bir kişi olarak kabul edemez, onu kendi rengine boyar, görmek istediği gibi görür bir anlamda. Bu da aslında onu inkâr etmek, yani onun farklı özelliklerini yok saymak anlamına geliyor.
Muhakemenin yitirilişine dair, Said Nursî’nin verdiği ilginç bir örnek daha vardır ki, benzerlerinin âşıklarca çok defa seslendirildiğini görürsünüz.
“Meselâ biri demiş: ‘Güneş mahbubumun hüsnünü (güzelliğini) görüp utanıyor; görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.’”
Bediüzzaman şöyle seslenir bu aşığa: “Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz İsm-i Âzamın bir sahife-i nuranîsi olan güneşi böyle utandırıyorsun?”
Demek insan, bazen sevdiğini yüceltmek adına, nicelerini yerebiliyor, nice hakikate zulmediyor.
Aslında, sadece karşı cinse karşı hissedilen aşkta değil; insanın hemcinslerine ya da bazı olgulara karşı zaman zaman duyduğu aşırı sevgi/taraftarlıkta da, bu muhakeme kaybı gözlenebilir. Yani tarafgir bir gözle bakmak, çoğu kere doğru sonuç vermez. Yine Said Nursî’nin ifadesiyle “Düşkün fikrin hakem olamaz”. Muhakemenin yitirildiği bir hâl, elbette sıhhatli bir hakemliğe engeldir. Zira iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt etmek için beynin muhakeme gücüne ihtiyaç vardır.
Aşkın bu olumsuz halinin doğurduğu en vahim sonuç ise, ebedî hayatla ilgili olsa gerek. Zira insanın bu geçici dünyada verdiği kararlar, sonsuz hayatını şekillendirecektir. “Muhakemesiz bir sevginin”, sonsuz hayatta karşımıza neler çıkaracağını tahmin etmek ise zor değil.
Bediüzzaman, insanın “âkibeti görmeyen kör hissiyâtı” ile “bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih” ettiğini söyler. Bu zaaf, âyet-i kerimede işaret edilen “Onlar, seve seve dünyayı ahirete tercih ederler” sonucuna kadar götürür insanı. İşte tam bir hamâkat hali, tam bir muhâkeme yitirilişi! Elması elmas bildiği halde, camı ona tercih etmek...
Şimdi, insanoğlunun bu zaafına Kur’ân asırlar önce işaret ettiği, binlerce tefsir bunu ortaya koyduğu, “Aşkın gözü kördür” darbımeselleriyle insanlık tarihine mal olduğu ve bugün pozitivizmi ilâh edinenleri sustururcasına bilimsel yöntemlerle de tesbit edildiği halde, bazı çevrelerin, hâlâ karma eğitimde diretmesi nedendir diye insanın aklına gelmiyor değil. Bu çevrelerin gözünü kör eden aşk, ne tür bir aşktır acaba!?
Bilim adamlarının bu tesbiti ışığında, karma eğitimde verimin neden düşük olduğu, şimdi daha iyi anlaşılıyor. Aşk ve cinsellik duygularının istismarının ortaöğretime kadar indiği günümüzde, “beyninde muhakeme yeteneğini çalıştıran bölümün etkisiz hâle geldiği” çocuklardan ne kadar verim beklenir ki? Kararı siz verin.
09.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah’ın rızasına ermek |
|
“Kayyûm-u Bâkî olan Zât-ı Zülcelâle verilen ve Onun yolunda sarfedilen şu ömr-ü zâil [yok olup giden ömür], bakiye inkılâb eder. Baki meyveler verir.”1
Böyle diyor Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri. Madem Allah ölümsüzdür. Elbette ölümsüz olan Allah yolunda, yani emirleri çerçevesinde harcanan fanî ömür dakikaları da ölümsüzleşir, bakî meyveler verir. Çünkü baki yoluna sarf olunan herşey bakîleşir.
Yine der ki: “Bâki-i Hakikînin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer Onun yolunda olmazsa, bir sene bir saniyedir. Belki Onun yolunda bir saniye lâyemuttur [ölümsüzdür], çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi bir saniye hükmüne geçer.”2
Fani, geçici bir hayatta, ölümsüz, baki bir hayatı kazanmanın yolu başka nasıl olabilir? Eğer organ, duygu ve kabiliyetlerimizi Allah’ın rızası yolunda kullanırsak herbiri fanî birer şişe hükmünde iken baki birer elmas olurlar.
Demek her şey kullanılış niyet ve maksadına göre anlam ve değer kazanıyor. Eğer yapılanlar ihlâsla, samimiyetle yapılabiliyorsa anlamlıdır, kıymetlidir. Böyle amellere değer verir Allah. Bir hadis-i şerifte buna şöyle dikkat çekiliyor: “Bir kimse, hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmadan, tam bir ihlâs ile Onun birliğine inanarak, Ona ibadet ederek, namazı dosdoğru kıldığı ve zekâtı verdiği halde dünyadan ayrılırsa, Allah kendisinden razı olarak ölmüş olur.”3
Demek Allah’ın rızasını kazanmanın ilk ve olmazsa olmaz şartı ihlâsla Allah’ın birliğine inanmak, Ona hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Sonra da yaptıklarını bu duygu ve anlayışla yapmaktır. “Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır”4 âyetinde de anlatılmak istenen can ve malları Allah’ın emrettiği, istediği şekilde kullanmak değil midir?
Evet, kişi canını ve malını Allah’ın gösterdiği yolda kullanırsa malını da, canını da ebedîleştirmiş olur.
Bundan daha büyük kazanç düşünülebilir mi?
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 32; İman ve Küfür Muvazeneleri, s. 31.
2- Lem’alar, s. 22.
3- İbni Mace, Mukaddime: 9.
4- Tevbe Sûresi: 111.
09.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bediüzzaman: Hürriyet imanın özelliğidir |
|
Mütedeyyin insanların ve pekçok ulemanın İslâma aykırı bildiği hürriyeti, “İmânın bir özelliği”1 olarak gören Bediüzzaman, II. Meşrûtiyetin ilânından sonra Doğu Anadolu’da aşiretler arasında onun özellik ve güzelliklerini anlatır. Muhatap olduğu sorular tabiî olarak “hürriyet” ile ilgiliydi. O, hürriyete ne kadar değer verip benimsediğini şu ifadelerle belirtir:
“Yirmi seneden beri onu, hatta rüyalarında takip eden ve o sevda ile her şeyi terk eden birisi size güzel cevap verebilir.”
Hürriyet; serbestlik, yasak ve haram olmayan her şeyi yapma, engellenmeden hareket etmedir. Tasavvufta ise, kulluğun son mertebesi; nefse kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olma idrakine ermek, yalnız O’na kulluk ederek kavuşulabilen üstün derece.2
Psikoloji açısından genel inanç, dış dünyayı idrak etme sonucunda zihinde oluşan bir anlayış biçimi; idrak, duyu organları yoluyla objelerin, kalitelerin ve münasebetlerin farkına varılmasıdır.3 “Farkına varma” ise, dış dünya ile insan zihni arasındaki bir etkileşim sonucu ortaya çıkan yorumdur. Bu yorum, zan ya da bir delile dayanarak benimsenmesinden ibarettir.4 Muhayyilenin pratikle bağımlı olarak işlemesi hâlinde ilmî ihtimaller, pratikten kopmuş olarak işlenmesi hâlinde ise inançlar meydana gelir.5
Terim olarak iman, hak dini, aklî/mantıkî ve naklî belgelere dayanarak anlama/kabul etme/tasdik etme ve İslâm’ın, inanılması gerekli olan altı iman esasına inanmaktır. Istılâhî tarifine gelince:
İmanın kabul, tasdik (doğrulama), iz’an (yüksek bir anlayış), iltizam (taraf olma), nur, kuvvet (enerji kaynağı) olduğunu söyleyen Bediüzzaman’ın, bütün boyutlarıyla ele aldığı imana getirdiği muhteşem tariflerden birisi şöyledir:
İman etmek, şanı büyük Kur’ân’ın ders verdiği gibi, o Hâlık’ı sıfatları, isimleri ile bütün kâinatın şahitliğine dayanarak kalben doğrulamak ve elçileriyle gönderdiği emirleri dinlemek, günah ve emre muhalefet ettiği vakit kalben tövbe edip pişmanlık göstermektir. Şems-i Ezelî’den ihsan edilmiş sonsuz mutluluktan bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel, arzu, meyil ve istidat tohumları bir tuba ağacı gibi gelişmeye başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.6
İşte, imanın bir özelliği olan “Hürriyet-i şer’iyye, Cenâb-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm isimlerinin bir ihsanıdır”7 diyen Bediüzzaman, din, vicdân, fikir ve ilim hürriyetine çok büyük ehemmiyet verir. Mü’min sözde değil, gerçekten hür olduğunu, çünkü, imanı bunu gerektirdiğini bilir: Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek imâna ne kadar kuvvet verilse, hürriyet o kadar kuvvet bulur.8 İnsanların insanlara karşı hür olması, Allah’a karşı kulluk görevlerinin yerine getirilebilmesi için zarurîdir. Asr-ı Saadet örneğinde görüldüğü gibi “İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar.”9
Tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve başkasının hürriyetiyle alay etmemesidir.10 Allah’a karşı gerçek kul olmanın, insanlara, müstebitlere ve nefislere karşı hür olmaktan geçtiğini gayet kısa ve net tariflerle ortaya koyarken, bunun ibâdetlerle takviye edilip pekiştirildiğini vurgular.
“Hayat makinesinin buharı”11 olan hürriyet, pratiğe “Herkes hürriyet sahibi, herkesin hukuku mahfuz olmalı ve kanun-u adaletten başka hiç kimse kimseye tahakküm etmemeli”12 şeklinde yansımalı.
Hürriyet, demokrasi herkesin, daha doğrusu çoğunluğun sahip çıkmasıyla ihya olur ve yerleşir. Bu sosyolojik prensibe Bediüzzaman Said Nursî şöyle işaret eder: “Hürriyet-i umûmî, efrâdın (kişilerin) zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır (toplamının neticesidir).”13 Yâni, demokrasi; hürriyeti isteyen insanların birleşmesi, bir araya gelmesi ve ekseriyeti teşkil etmesiyle meydana gelir:
“Başkasına itimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misal söyleyeceğim: Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi her biriniz, bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tembel ve muâvini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona itimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, bîçâre koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini (yetmeyeceğini) bilmekle nevm-i gafleti (gaflet uykusunu) terk edip, hanesinden her biri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup, bir çobana bedel bin muhafız olmakla, hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyidir? Acaba Mâmehuran hırsızlarını tevbekâr ve sofi eden şu sır değil midir?”14
Dipnotlar: 1-Hutbe-i Şâmiye, s. 67.; 2- D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İst. 1996, s. 506.; 3- Prof. Dr. Sabri Özbaydar, Psikoloji, s. 26.; 4- O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s. 151.; 5- O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s. 270.; 6- Emirdağ Lâhikası-I, s. 199.; 7-Hutbe-i Şâmiye, s. 67.; 8- Hutbe-i Şâmiye, s. 103.; 9- Münazarat, s. 59.; 10-Münâzarât, s. 56.; 11- Divân-ı Örf-i Harbî, s. 59.; 12- Münazarat, s. 57.; 13- Münâzarât, s. 55.; 14- Münâzarât, s. 45-46.
09.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İncir ağacı ve incire yemin |
|
A. Şeker:
* “Üstad 8. Sözdeki hadisede kuyu içindeki örneklemesinde incir ağacını vermesi ve incir ağacında binlerce meyvenin yer alması, ayrıca Cenâb-ı Hakkın incir ve zeytine yemin etmesindeki sebebi ve hikmeti ne olabilir?”
Önce Sekizinci Söz’ün bahsettiğiniz bölümünü hatırlayalım: İki kardeş yolculuğa çıkıp gidiyorlar. Gide gide bir yol ayırımına geliyorlar. Sağdan giden yolda kanunlar vardır ve iyi bir yönetim hâkimdir. Soldan giden yolda ise serbestlik ve kanunsuzluk söz konusudur. İyi huylu kardeş sağ yoldan gidiyor. Kötü huylu kardeş ise sol yoldan gidiyor.
Sağ yoldan giden iyi huylu kardeş, dereden tepeden geçiyor, bomboş ve ıssız bir çöle geliyor. Burada ilerlerken müthiş bir ses işitiyor. Bakıyor ki, dehşetli bir aslan meşelikten çıkıp kendisine saldırıyor. Birden korkuyor. Fakat bu çölün bir kanunu ve nizamı olduğunu, bu aslanın da bir sahibi olduğunu düşünüyor. Çok fazla korkmamakla beraber, yine de kaçıyor. Altmış metre derinliğinde susuz bir kuyuya rast geliyor. Kendisini kuyu içine atıyor. Kuyunun yarısına kadar düşünce, ellerine gelen ağaca tutunuyor ve ağaçta asılı kalıyor. Bakıyor ki, o ağaç kuyunun duvarında bitip büyümüş. Ağacın iki kökü var. Biri beyaz biri siyah iki fare ağacın iki köküne musallat olmuş, kemiriyorlar. Yukarıya bakıyor; görüyor ki, aslan nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya bakıyor; görüyor ki, kuyunun dibinde dehşetli bir ejderha, başını kaldırmış, kuyu ağzı gibi ağzını açmış, ayağına otuz metre kadar yaklaşmış. Kuyunun duvarına bakıyor; görüyor ki, ısırıcı ve muzır haşereler etrafını sarmışlar. Ağacın başına bakıyor; görüyor ki, bu ağaç bir incir ağacıdır. Fakat cevizden nara kadar harika olarak binlerce meyve incir ağacının başında mevcuttur.
Bunu görünce korkusu tamamen geçiyor ve kesinlikle anlıyor ki, bu incir ağacı bir listedir, bir sergidir. Bu yerlerin gizli hâkimi, gizli bahçesindeki ağaçların meyvelerini birer numune olarak bu ağaca takmış, misafirlerine ikram ediyor. Bir tek incir ağacının, binlerce ağacın meyvesini taşıması bundandır.
İyi kardeş böyle iyi şeyler düşünüp şöyle duâ ediyor: “Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve Sana hizmetkârım ve Senin rızanı istiyorum ve Seni arıyorum.”
Bu duâdan sonra kuyunun duvarı birden yarılıyor. Güzel bir bahçeye kapı açılıyor. Aslan ve ejderha birer hizmetkâr gibi, birer at gibi, onu o güzel bahçeye davet ediyorlar.
Bu, gerçekle yüzde yüz örtüşen hikâyenin diğer kısımlarını Sekizinci Sözün orijinal sayfalarına havale ediyorum. Burada incirden misâl verilmesinin bir hikmeti, incirin Kur’ân’da ismi geçen mübarek meyvelerden olması olabilir. Bir meyvede binlerce çekirdeğe sahip olması yönüyle de incir, diğer meyveler içinde farklılık arz ediyor.
İyi huylu kardeşin, bir incir ağacında binlerce meyvenin örneğine rastlaması, Allah’ın kudretine işarettir. Çünkü bir tek şeyden her şeyi yapmak, yani bir topraktan bütün bitkileri ve meyveleri yapıp yaratmak, hem bir tek sudan bütün hayvanları yaratmak, hem basit bir yemekten vücudun bütün azalarını yaratmak ancak Cenâb-ı Allah’ın kudretini mahsustur. Diğer yandan, her şeyi bir tek şey yapmak, yani canlıların yediği envâi çeşit yiyeceklerden bir tek et ve kemik yaratmak, basit bir cild dokumak, yine Cenâb-ı Allah’a mahsus bir mühürdür. Bir ağacın binlerce meyveye kaynaklık etmesi bu hakikate işaret olmalıdır.
Kur’ân’da Cenab-ı Allah’ın incire ve zeytine yemin etmesinin hikmeti ise, Cenâb-ı Allah’ın bütün dikkatleri incir ve zeytin üzerine çekmeyi murad edişi, incirin ve zeytinin bir tefekkür abidesi olarak yaratılıyor oluşu, keza incirin ve zeytinin insanlık için bir çok faydayı barındırıyor oluşu olabilir. Ne var ki Kur’ân’da sadece incir ve zeytin değil; başka meyvelerin ve hayvan cinslerinin de adları geçiyor. Diğer yandan, bütün meyvelerin insanlık için birden fazla hikmeti ve faydası elbette vardır. Öyleyse, diğer bütün meyveleri temsilen incir ve zeytin birer örnek olarak seçilmiş ve insanlığın ortak aklı tüm meyveler üzerine çekilmiş olduğu düşünülebilir.
Esas olan bütün meyveleri Allah’ın yarattığını düşünmek, zikri, fikri ve şükrü asla ihmal etmemektir. Allah’ın Kur’ân’da adıyla bahsettiği meyveleri birer tefekkür vesilesi yaparak, bütün meyvelerdeki harika rahmet lütuflarını görüp okumak ve Allah’ın şefkatinin büyüklüğünü, merhametini ve iltifatını teslim etmektir. Ona olan kulluğumuzu unutmamaktır.
09.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|