Fransız Sosyal Bilimci ve İslamolog Olivier Roy, “Başörtüsü, Türkiye’de laikliğin nasıl anlaşıldığını test ettiriyor.” demiş.
Güzel demiş de, bunun dahası olmalı kanaatimce..
Mübarek başörtüsü sayesinde, Türkiye’de daha bir sürü nesnenin yanlış anlaşıldığı, bir çok meseleye tersten bakıldığı ortaya çıkıyor. Bir çok parti ve siyasetçinin gerçek yüzü görünüyor. Yani başı örten bu nesne, gözleri açtırıp hatta kalplere ve niyetlere bile nüfuz ettiriyor.
Milletin haberi olmadan, millete ait bazı alanların, “kamusal alan” adı altında nasıl parsellendiğini bu sayede öğrendik. Şehitlerin kanıyla sulanmış vatan sathında, şehit analarının ayak basmalarına izin verilmeyen alanlar da varmış meğer.. Bu manzara bize Merhum Mehmet Akif’in;
“Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı,
Sen şehitoğlusun, incitme yazıktır atanı,”
mısralarını hatırlatıyor.
Öyleyse bu minval üzere hatırlatmalar, bu minval üzere mücadeleler, bu minval üzere dersler devam etmeli..
Ta ki gafil kafalar uyanıncaya kadar..
Ta ki hakikat; hakikatsiz alanları fethedinceye kadar.
Ta ki kamusal alanlar kamunun oluncaya kadar..
Peki bu ne ile olacak?
Tabiî ki, ilimle, teknikle, marifetle ve ikna ile...
***
-Nasıl yani, bu sıkıntılar, bu sancılar devam mı etsin, bu problemler siyaset yoluyla çözülmesin mi?
-Çözülsün, çözülsün.. Ama bağlandığı yerden çözülsün. Orada koskocaman, karmakarışık bir “düğüm” duruyor. Benim tarihimden gelen, iman ve ahlâkımdan gelen gidişatımın seyrine kasteden bir “düğüm.” Laiklik adına, güya medeniyet adına, güya çağdaşlık adına ve rejim adına atılmış kocaman bir “düğüm.” O düğüm orada duruyor. Sen ise güya düğümü çözmek için başka noktalara el atıyorsun. Farkında olmadan, yeni düğümler ve düğümcükler icat ediyorsun.
-Pekâla “düğüm” dediğin üniversitelerde değil miydi? İşte oralara el atıldı ya..
-Üniversitelerin kapılarına el atıldı, kafalarına el atılmadı ki... Kapılarda curcunaya, kafalarda tantanaya hız verildi.
-Ne yani, kelleleri mi alınsaydı?
-Yok be kardeşim, şimdi bu yakışıksız sözün sırası mı? Zaman Yavuz Selim zamanı, yahut Dördüncü Murad zamanı değil ki... Artık Cumhuriyet var, demokrasi var, millet var, hukuk var..
-Peki kafalardan kastın ne?
-O kafalar (gökten zenbille diyecektim, yakıştıramadım) yerden mantar gibi bitmedi ya... Senin eğitim sistemin onları yetiştirdi. Öyleyse eğitim sistemimiz ıslâh edilmeli. Eğitimin her kademesinde okutulmak üzere; gerçek çağdaşlığı, gerçek medeniyeti, gerçek demokrasiyi, gerçek laikliği ve daha bir çok sosyal, hukukî, maddî ve manevî gerçekleri anlatan kitaplar yazıldı mı? Hatta yüce dinimiz bile siyaset arenası başta olmak üzere bir çok sosyal alanlarımızda yanlış algılanıp yanlış yorumlanmıyor mu? Halbuki;
“Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası,/İhya-yı din ile olur bu milletin ihyası” sözü kitabın ortasından söylenmiş bir söz değil mi?
İşte kitabın ortasından mealen bir söz daha:
“Vicdanın ziyası dinî ilimlerdir. Aklın nuru medeniyet fenleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat tecelli eder. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe ortaya çıkar.”
“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhiyle cihad edeceğiz.”
Evet, bu yol uzundur. Sabır ve metanet ister. İhlâs ve teslimiyeti gerektirir.
Manevî cihad, istikametli fikir ve meşakkatli ibadet yoluyla sana sonsuz sevaplar, manevî mertebeler, meyveli neticeler ve ebedî hazineler kazandıracak zaman dilimi varsın uzun olsun. Bu dünya zaten imtihan yeri değil mi? Mücadelesiz, meşakkatsiz, zahmetsiz imtihan olur mu? Her şey ayarında, yolunda ve tıkırında giderse, her yer güllük gülistanlık olursa, o zaman mü’min için burası “dünya” olmaktan çıkar. Bu dünyada hangi Resul, hangi Nebi istirahat ve rahat içinde yaşamıştır. Hazret-i Yusuf”un kıssası, kıssaların en güzeli değil mi? Sahabe hayatını bilmez miyiz? Hemen kendi tarihimize bakacak olursak, aşiretten devlete giden bir yol, at üstünde ve cihad meydanlarında geçmemiş mi?
Her neyse.. Tekrar başa dönecek olursak, başörtüsü meselesi Türkiye’de sadece laikliğin nasıl anlaşıldığının göstergesi olmuyor. Yıllarca yazılsa, çizilse bazı kafalara girdirilemiyecek olan gerçeklerin, bazı gözlere gösterilemiyecek olan neticelerin gün yüzüne çıkmasına vesile olacak gibi. Bu meyanda kaderin ona biçtiği bir rol olsa gerek..
Ve illa ki, bu bizim kendi imtihanımızdır.
Ve güzel sona lâyık olacağımız güne kadar devam edecektir.
***
Yanlış anlaşılmasın! Başörtüsü problemi, ülkenin başına sarıldığından bu yana “çözüm” adına yapılanlara ve bu yolda samimî çalışanlara bir itirazımız olamaz. Hele hele “Bu örtü, bu vücuttan, baş ile beraber çıkartılabilir” diyerek, inancı uğruna dünyevî ikbalini ayaklar altına alan Hatice Babacan’ları, Şûle Yüksel’leri, hukuk yolu siyasî sekteye uğratılan Leyla Şahin’leri ve yıllardır bu yolda demokratik mücadele veren kalem erbabını unutmamız mümkün mü?
Bizim arzumuz odur ki, bu ulvî mücadeleye siyasî gölgeler düşürülmesin ve bu mesele bağlandığı yerden tam çözüme kavuşsun. Belki insan gücü buna kafi gelmeyebilir. Ama Allah her şeye Kadir’dir. Peygamberimizle başlayan mücadeleyi unutmayalam. Şimdi bu dâvânın karşısında duranlar, kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlerden daha vahşî olamazlar!
09.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|