Yaratılışımızın ana gayesi “iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah” kelimeleriyle formule edilen, Allah’a iman, onu tanımak, bilmek ve sevmektir. Rabbimizi ancak Esma penceresinden tanırsak, bu gerçek bir marifet olur.
Varlık ve olaylara baktığımızda da her şeyin Esmaya bağlı olduğunu görürüz. Her ilim disiplini, her branş, her ilim dalı, Esmâ-i Hüsnâ’nın cilvelerini/yansımalarını yakalamanın bir sonucudur.
Cenâb-ı Hak, gizli hazinelerinin ve bazı sırlı hakikatların bilinmesi için bir ölçü olsun diye beşere de cüz’î (bir parça) ilim vermiş... Yani, nasıl Onun Basar sıfatının anlaşılması için göz, Semi’ sıfatının bilinebilmesi için kulak vermişse; Alim sıfatını anlamamız, öğrenmemiz ve idrak edebilmemiz için de ilim vermiştir.
Allah’ın olmuş, olacak her şeyi kuşatan ilmi Allah’ın “Alim” sıfatının gereği olduğu gibi; her kemalin/mükemmelliğin, her ilmin, her fennin yüksek bir hakikati var ki; o hakikat İlâhî bir isme dayanır. Pek çok perdeleri ve çeşitli tecellileri/yansımaları, muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemal, o kemalât, o san’at olgunlaşır. Hakikat olur. Meselâ matematik bir fendir. Onun hakikatı ve son noktası, Cenâb-ı Hakkın Adl ismi (her şeyi yerli yerine koyan, ölçen) ve Mukaddir (her şeye bir ölçü, denge getiren) geometri aynasında o ismin hakimane cilvelerini haşmetiyle müşâhede etmek, gözlemlemektir.
Tıp bir fen, hem bir san’attır. Son noktası ve hakikati; Hakim-i Mutlak’ın (Her şeye hükmeden, her şeyi hikmetle yapan) Şâfi ismine dayanıp büyük eczanesi olan yeryüzünde Rahîmane cilvelerini ilâçlarda görmekle, tıp kemalâtını bulur, hakikat olur.3
İnsan, Allah’ın isim ve sıfatlarına câmî bir âyinedir. Settar, “örten” demektir. İnsan da, örtünerek, bu tecelliye mazhar olduğunu ilân etmektedir. Ki, insaniyetin vasıflarından birisi de böylece tezahür etmektedir.
Tesettür, Cenâb-ı Hakkın “Settar” isminin de tecellîsinin bir gereği aynı zamanda. Örtünme, insanlar içindir ve aralarındaki “hayâ, edep” meselelerini dengeleyen; ancak imân, ibâdet, sosyal hayat ve ferdî hayatın saadet ve mutluluğuna da bakan yönleri ile ilgilidir. Örtünmenin psikolojisine girmeden önce, derinden derine veya gayr-i şuûrî de olsa, insanın aklını kurcalayan suâlin cevabını vermemiz gerekiyor:
“Her şeyi bilen ve gören ve hiçbir şey Ondan gizlenemeyen Allâmü’l-Guyuba karşı edep nasıl olur? Sebeb-i hacâlet (utanma sebebi) olan hâletler Ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür, mucib-i istikrah hâlâtı setretmektir. Allâmü’l-Guyuba karşı tesettür olamaz.
“Elcevap: Evvelâ, Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl-i ehemmiyetle san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de, mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemîl ve Müzeyyin ve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nev’î isyan ve hilâf-ı edep oluyor. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır.
Saniyen: Nasıl ki bir tabip, doktorluk noktasında, bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir, hilâf-ı edep denilmez. Belki, edeb-i tıp öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabip, recüliyet ünvanıyla yahut vâiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz, ona gösterilmesini edep fetvâ veremez. Ve o cihette ona göstermek hayâsızlıktır. Öyle de, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsı var; herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ, Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusûrâtın bulunmasını iktiza ettikleri gibi, Cemîl ismi de çirkinliği görmek istemez. Lâtîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm gibi esmâ-i cemâliye ve kemâliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye ise, melâike ve ruhanî ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edepleriyle göstermek isterler. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki âdâb, bu ulvî âdâbın işaretidir ve düsturlarıdır ve numuneleridir.
Tesettür, erkek ve kadınlar, daha doğru bir tâbirle “insanlar” için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Bilhassa kadınlar daha çok örtünmeye psikolojik olarak mecburlar. Çünkü kadınlar nazik, zayıf ve nazenin olarak yaratılmışlar. Kendilerini ve hayatlarından ziyade sevdikleri yavrularını himaye edecek bir erkeğin yardımına muhtaçlar. Bunun için de kendilerini sevdirmek ve nefret ettirmemek, istiskale, ithamlara, kıskançlıklara ve bunların getirdiği darbelere mâruz kalmamak için örtünmeye fıtrî bir meyilleri var.
Dipnotlar: 1. Sözler, s. 330.;
2. Mektûbât, s. 290.; 3. Sözler, s. 273.
03.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|