Türkiye’de son zamanlarda yaşanan başörtüsü tartışmalarıyla eşzamanlı olarak Avustralya’da Aborjin soykırımından dolayı devletin özür dilemesi olayı gündemdeydi. Aborjinler çok bilgi sahibi olmadığım bir konuydu. Tabiî yaşadığımız internet çağında bilgiye ulaşmak çok kolay. Buranın ilk yerlileri olan Aborjinlerin maruz kaldıkları zulüm ve sıkıntılar bana yıllarca ülkemde yaşadığım ve halen de yaşanmakta olan başörtüsü yasağını hatırlattı.
Çünkü iki olay arasında ortak bir nokta vardı. Güçlü olanın kendi fikrinin doğruluğunu dikte ettirmesi ve sadece kendini hak sahibi bilmesi. Kendi dışındaki fikirleri düşman olarak görmesi.
Bu kıt’aya 1770 yılında dışarıdan ilk gelen, İngiliz Donanması Kaptanı James Cook, İngiliz devleti adına bu adayı sömürge ilân ediyor. Tabiî yerli halk hemen deniz kenarındaki topraklarından atılıyor ve çöle sürülüyor. Çünkü o zamanki İngiliz inanışına göre yerli halk insan sınıfından sayılmıyor. Hatta bu kıt’aya ilk gelenlere “Bu adaya geldiğinizde yaşayan insan var mıydı?” sorusuna verdikleri cevap çok ilginç: ‘İnsan yoktu.’ Çünkü Aborjinleri insan sınıfından saymıyorlar. Sebebi sorulunca “Onlar bizim gibi giyinmiyorlardı. Bizim gibi hayat şartları yoktu. Deri renkleri farklıydı.” Ve bu fikirlerini kabul ettirmek için kendi çağdaşları olan Darwin’in ideolojisinden yardım alıyorlar. Sözde bilimsel bulguymuş gibi bir sonuç çıkarıyorlar.
Şu iddialar Darwin’e ait:
“Gelişme aşamalarının birbirlerinden büyük ölçüde farklı olduğu iki ırkın birbirleriyle teması sonucunda aşağı ırkın yok olması tabiat kanunu gibi görünmektedir... Süreç, tabiat kanunuyla uyumlu görünüyor. Bu tabiat kanununun, daha uygun olanın hayatta kalmasını sağlayarak büyük insanlık ailesine hizmet ettiği açıktır. İnsanî gelişme tamamen ilerici ırkın yayılması ve aşağı olanlarının da yok olmasıyla kazanılmıştır... Avustralya Aborjinlerinin neolitik ırklar aşamasının ötesine çok fazla geçmiş olabileceklerinden şüphe edilebilir... Bu sebeple onların yok oluşuna yas tutmamıza gerek yok.”
Yani beyaz adamın bilimsel bir gerçekmiş gibi kabul ettiği iddia şu: Kendisi gibi olmayanın yaşama hakkı yoktur.
Buna karşılık Aborjinler tabiata ve yaratılan herşeye o kadar saygılıdırlar ki, beyazlara bile bu yüzden saygı duyarlar. Ama beyazlar çok uzaktır bu fikre. Onlara göre sadece sahip olma ve elde etme vardır. Bu amaç için her şey mübahtır. Ve ortak birlikte yaşama, paylaşma duygusu yerine sadece ben duygusuyla hareket ederler.
Farklılıklara da tahammülü yoktur bu sömürgeci zihniyetin. Kendi kültüründen olmayanı hiç hazmedemez. Kıt’anın beyaz yöneticileri yerlileri kendi kültürel kökenlerinden uzaklaştırmak adına çok şeyler yaparlar. Yerli çocuklarının ailelerinden koparılıp beyazlar gibi giyinip konuşmaya zorlandıkları okullarda okutulmaya çalışılmaları, beyazların inanışına göre eğitime tâbi tutulmaları bunlardan sadece birkaçıdır.
O zamanki Avrupalı zihniyet insanları sınıflara ayırmıştır. Londra Antropological Review’den evrimci antropolog Max Muller, 1870’de insan ırkını yedi kategoriye ayırır. Tabiî ki Aborjinler en altta yer alır. Avrupalı beyazların soyu olan Aryan ırkı ise ona göre en üst sıradadır. Ünlü bir sosyal Darwinist olan H. K. Rusden ise Aborijinler hakkında 1876 yılında şöyle bir açıklamada bulunur:
“En uygunların yaşaması, kuvvetin haklı olduğu anlamına gelir. Bu sebeple aşağı ırk olan Avustralyalıları ve maori ırkını yok ederken acımasız ve değişmeyen tabiî seleksiyon kanunlarını yerine getiririz… Ve bu uygulamanın mirasını soğukkanlılıkla kabul ederiz.”
Bu tür zihniyet çok şükür ki burada yerini bütün insanların eşit olduğunu ve eşit haklara sahip olduğunu kabul eden bir anlayışa bıraktı. Hatta beyaz adamın bugünkü nesilleri, atalarının geçmişte yaptıklarından özür dileme erdemini bile kazanmış durumdalar. Ve her türlü hayat tercihine saygılılar.
Ülkemizde ise bu sömürgeci zihniyetin laikçi yansıması halen başka hayat tercihine tahammül edemiyor. Kendisi gibi giyineni modern diye isimlendirirken, kendi istediği gibi giyinmeyeni gerici diyerek sınıflandırıyor. Kendince kamusal alan diye bir sınır çizip sizi bunun dışına sürgün ediyor. İçeriye girme çabalarını ise kişisel hak olarak görme erdeminden çok uzakta. Kafasında çizdiği kültür şablonuna uymadığınız için sizi her fırsatta aşağılandığınız bir noktaya itiyor. Bu fikirlerinin doğruluğunu ispat için her türlü bilimselmiş görünen kişilerden ve dünyada örneği olmayan üniversite aydınlarından yardım alıyor. Kendi kutsalını size de zorla kabul ettirmek için uğraşıyor. Ortak hayata hiç tahammülü yok. Ya onun gibi varsın, ya da yok olacaksın.
İnsanlık fikir olarak çok mesafe kaydetmesine rağmen halen yaşadıklarımız bize gösteriyor ki, geçmiş zamanların sömürgeci anlayışı başka bir ruha bürünmüş. Kendine laiklik, çağdaşlık gibi bazı isimler takmış. İsimlerin değişmesi anlamı değiştirmiyor. Yaşananlar bunun en bariz örneği. Ama bunlar bu kırıntıları kalmış, ekalli kalil olan zihniyetin son çırpınışları. Er ya da geç yerini insan hak ve özgürlüklerine saygılı, inanç hürriyetine kucak açmış bir geleceğe yerini bırakacak. Zamanın düz bir çizgide hareket etmediği, bir daire çizdiği dünyamızda şu karanlık hazır zaman da yerini demokrasinin kemale erdiği bir geleceğe bırakacak. Bu sıkıntılar onun sancıları.
25.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|