Medenî, yani uygar insan, başkasının tahakkümü altına girmediği gibi, başkasına da tahakküm etmez. İnsan olan insan, başkasının kendi kılık kıyafetine karışmasını istemediği gibi, başkasının da kılık-kıyafetiyle uğraşmaz. Sosyalleşmiş, demokrat, hür insan, şekle değil, fikre önem verir!
Başörtüsü, giyim ve kuşama uzanan diller; aslında cehalet, sapıtmışlık, kin ve öfkenin, daha doğrusu medeniyetsizliğin, seviyesizliğin tezâhürü.
Kültürlü insan, her milletin, her toplumun, her sınıfın inanç/din ve kültürüne göre giyinip kuşandığını bilir. Hatta bölgelerin ve coğrafyaların/iklimlerin de giyim-kuşam üzerinde etkisinin büyük olduğunu da... Ve hukukun, san'atın, tekniğin/teknolojinin kaynağının din olduğu gibi, kültürlerin temelinin, kaynağının da din olduğunu bilir.
Asırlar boyunca, insanlar, erkekler-kadınlar, Müslümanlar-Hıristiyanlar-Mûsevîler, milletler, kabileler, esnaflar, çocuklar, gençler, ihtiyarlar, askerler, siviller ve benzeri sınıflara ayrılmış. Kıyafetleri de bu kimliklere göre şekillenmiş. Herkes kendi inanç, meslek ve meşrebine, bulunduğu mevkiye göre giyinir. Bu, aynı zamanda sosyal hayatın bir gereği ve kültür “giyim kimliği”nin bir göstergesi, tabiî bir neticesi.
Müslüman erkek ve kadının, dış görünüşü itibariyle, en bâriz alâmet-i farikalarından birisi “tesettür ve başörtüsü” olmuştur. Ancak, son bir buçuk asırdır, Müslümanlar, imân, ibâdet, ilim, ahlâk meselelerinde zaafa düştükleri gibi, kılık-kıyafet konusunda da bir zaaf içine düşmüşler. İmân zaafı, öncelikle ibâdetlere, ahlâka, ilmî müesseselere, terbiyeye sirayet ettiği gibi, giyim-kuşam cephesine de sıçramıştır.
Dolayısıyla, batı kültürünün hegemonyası altına girilmiş, yâni kültür emperyalizminin baskısına maruz kalınmıştır. Bu zaafiyet ve hegemonya, “moda-görenek” adı altında, aslında “üretim-tüketim” aracı olarak kendisini göstermiştir.
Bu vesîle ile, İslâmın, giyim-kuşam dediğimiz tesettür meselesini, esas cepheleriyle ortaya koymamız gerekmektedir. Başörtüsü takmayan, iman dairesinden, İslâm dairesinden çıkmaz. O Müslümandır. Ancak, dinin ap-açık bir emrini yerine getirmeyen veya getiremeyen bir mü’mindir.
Bu arada, erkek ve kadınların da tesettüre riâyet etmesi istenir. Ferdleri iffet mayası ile yoğrulmuş, hayâ sahibi âilelerden meydana gelen bir topluma, fücûr, nâmusları pâyimâl, fuhuş, zinâ gibi kirliliklerin bulaşamayacağını herkes bilir. Batı toplumunun ve Batı medeniyetinin istilâ ettiği insanlığın mutsuzluğunun sebeplerinden birisi de hiç şüphesiz haya sınırlarını aşması; tesettüre riâyet etmemesidir. (Tesettür, yalnızca başörtüsü değildir. Erkeklerin de, bayanların da başkalarını tahrik etmeyecek, olumsuz duygu ve düşüncelere, hatta hareketlere sevk etmeyecek giyimdir.)
Utanma anlamına gelen hayâ, nebevî, melekî, hattâ İlâhî bir vasıf. Hayâ ve iffet, fıtrat, vicdân ve akl-ı selîmin gereğidir. Hayâ îman ve takvânın varlığına da bir delildir. İffet namusluluk, haram ve yasak olan şeylere yaklaşmamak şeklinde tarif edilir lûgatlarda.
Her namazın her rek'atında tekrarladığımız, “Dos doğru yolun”1 şeritlerinden birisi iffettir. İffet, şehvet kuvvetinin vasat mertebesidir. İffetlinin helâle, yani meşrû daireye (meşrûiyetin kaynağı İlâhî emir ve yasaklar çerçevesidir) şehveti var, harama yoktur.
Bir çok âyet-i kerîme ve hadis-i şerîfte insanlar her türlü hayâsızlıktan sakındırılır. Yani, konuşmaktan dinlemeye, hâl ve hareketlerimizden sâir davranışlarımıza kadar hayânın hâkim olması için gerekli bütün güzellikler ve müeyyideler getirilir. Ve kötü ahlâk kınanır; tehlike ve zararları anlatılır:
Kur’ân’da, “Onlar nâmuslarını korurlar”2 denilirken; “Zinaya yaklaşmayın; şüphesiz ki o pek çirkin bir şeydir ve pek kötü bir yoldur”3 meselesi kast edilir.
Dipnotlar: 1- Kur’ân, Fâtiha, 6.; 2- A.g.e., Meâric, 29.; 3- A.g.e., İsrâ, 32.
27.02.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|