|
|
Saadet Bayri FİDAN |
“Ana olacağıma taş olaydım” |
|
Radyoda duyduğu bir müzik etkisiyle gözleri nemlenen, hiçbir sebep yokken ağlayan annemin sesi telefonda titreyerek geliyordu. Oysa ayrılalı çok kısa bir zaman olmuştu. Ancak “Analık işte” deyip sustuğum bir andı bu an.
Zira annem ağlıyordu.
Her zaman dinlediğim, öylesine kulağımı verip geçtiğim şarkı annemi ne kadar da hislendirmişti.
“Hayırdır? N'oldu şimdi?” dediğimde
“Ne bileyim işte, duygulandım. ‘Kimse sana benzemiyor anne’ sözü içimi acıttı.”
Ağlamak için bahane arayan ben de, saldım yaşlarımı.
“Evet, hiç kimse sana benzemiyor ve benzeyemez de annem” derken bittiğim andı.
Babam her zamanki tok ve ağır sesiyle:
“Yahu siz de ağlamaya bahane arıyorsunuz. Ne bu, şuradan şurası işte. Derdiniz yok sizin” sözünü duyunca, yüzümde tebessümle “Babam işte! Her zamanki gibi soğukkanlı, sert hayata karşı” sözünü içim acımadan söylemiştim.
Sertlik babalara yakışırdı.
Bu sebepten olsa gerek, babamın bu hali hiç yabancı gelmezdi.
Aslında daha çok küçükken başlıyorduk erkek çocuklarımıza, “Erkek adam ağlamaz ve hayata karşı hep soğuk durur” demeye.
Daha küçük yaştan itibaren erkeklere sertliği, kızlarımıza daha naif ve duygusal olmayı öğretmeye.
Ve analık daha küçük yaşlarda giriyordu içimize yaşlarımızla.
Sevdiğim bir teyzemin, oğullarını her hatırladığında: “Onları bırakmak o kadar zor geldi ki. Büyüklerdi, ama olsun yine de çok zordu” sözünü söylediğinde buğulanan gözlerinin karşısında sadece susuyorum.
Üstelik şimdilerde askerliğini bitirmiş, iş güç sahibi olmuşlardı çocukları. Yine de her seferinde akan billur yaşlar. Şaşırıyordum hâlâ aynı acıyı ilk günkü gibi yaşayabilmek ve yansıtmak.
Kendimi çok zorluyorum bu hali anlamak için, ama anlayamıyorum.
Ya da anladığımı sanarak kendimi kandırıyorum
Hele hiçbir derdi olmayan taşı örnek verip “ Ana olacağıma taş olaydım” sözü bende asılı kalıyor.
Bir türlü içi dolmuyor.
Yeni anne olmuş bayanın bebeğine karşı gösterdiği, tedirginlik karşısında “Rahat ol arkadaşım. Bak orada oynuyor işte” sözüme “Elimde değil. Bir şey olur diye aklım çıkıyor” cevabı bende abartı izlenimini uyandırıyor.
Sonra hissetmeye, empati yapmaya çalışıyorum.
Ama nafile…
Ve bir kez daha hak veriyorum.
“Anne olmadan annelik anlaşılmaz” sözüne.
Annem ameliyat olduğunda, ettiğim duâlar arasında, “Allah’ım benim ömrümden al anneme ver. Ben onun acısına dayanamam.”olmuştu.
Bu duâmı duyan yaşlı bir teyze: “Aman kızım sakın! Evlât acısı çok zor. Öyle deme. Rabbim ikinize de uzun ömür versin. Evlat acısı, hiçbir şeye benzemez, annene bedduâ etme” demişti.
Ve o an anlamıştım, her ne kadar annemin yokluğu beni üzecek olsa da, benim yokluğumun anneme verdiği acı kadar olmayacaktı.
Ve analık dünyadaki en yüce haldi.
Ama anneliği bilmesem de, “Anne” denince çok şey sığıyordu bu tek kelimenin içine.
Zira annem, sevdiğim ilk kadındı hayatta.
27.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Internet’in gücü ve seyrinur.com |
|
İnsanlık tarihi boyunca her kavim ve ümmete muhakkak bir peygamber gönderilmiş ve hak din öğretilmiştir. Cenâb-ı Hak “Biz, peygamber göndermediğimiz bir kavme azap edici değiliz” ferman etmekle bu hakikate işâret eder.
Hadis-i şeriflerin beyanına göre yüz yirmi dört bin peygamber gönderilmiştir. Bunlardan yirmi beş tanesinin adı Kur’ân’da geçmektedir. Adı geçen üç zâtın peygamber olup olmadığı tartışmalıdır. Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn için kimi âlimler peygamber, kimisi de Allah’ın velî kullarındandır demektedir.
Kur’ân-ı Kerim bir tarih kitabı olmadığına göre, orada anlatılan peygamber kıssaları da sadece tarihî bir hikâye değil, istikbâl insanlarının alacağı hisselerle doludur. Özellikle, peygamberlere ihsan edilen mu’cizeler, benzerlerini yapmaya teşvik edilen hârikulâde olaylardır. Yirminci Sözün ikinci makamında bunlardan bahseden Bediüzzaman Hazretleri, medeniyet hârikalarının ilk örneklerini, Allah’ın peygamberler eliyle ihsan ettiğini söyler. Onun için, bütün san'atkârlar bir peygamberi pir kabul etmektedir. Meselâ, gemiciler Hazret-i Nuh’u (a.s.), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (a.s.), terziler Hazret-i İdris’i (a.s.) gibi...
Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin mucizeleri içinde trene, tayyareye, yer altından su ve petrolü çıkaran sondaj makinelerine, ölüme bile geçici bir hayat rengi vermeye vesile olan kalb ve sâir organların nakillerine, resimlerin nakline vasıta olan televizyona, demir madeninin işlenip kullanılmasına, ateşin yakamayacağı amyant türü elbiselerin keşfine işâret ettiği gibi; istikbâl insanlarının keşfedeceği daha nice hârikulâde şeylere işâret etmektedir. Zamanı gelince onların mânâları daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü, Bediüzzaman’ın dediği gibi “Zaman ihtiyarlandıkça, Kur’ân gençleşiyor, rumuzu tavazzuh ediyor.”
Son kırk-elli senelik mazisi olan Internet’in bulunuşu, başlı başına bir hârikadır. Dünyayı küçük bir köy haline getiren Internet, dünya genelinde yüz milyonlarca insan tarafından kullanılmaktadır. Sayısız Internet siteleri insanlığın hizmetindedir. Ancak, her nimette olduğu gibi, hayra da şerre de kullanılabilen Internet, maalesef ekseriyetle şerde kullanılmaktadır. Halbuki, böyle küllî bir nimet, küllî bir şükürde kullanılması gerekmektedir.
İşte, Internet’in büyük bir nimet olduğunun şuûrunda olan diğer İslâmî cereyanlar gibi, Risâle-i Nur talebeleri de onu hayırda kullanmayı başarmışlardır. Bediüzzaman, Said Nursî veya Risâle-i Nur yazıp tıkladığımız zaman, karşımıza yüzlerce site çıkmaktadır. Başka isimlerle de kurulan siteler sayesinde, Risâle-i Nurla alâkalı iki bine yakın site bulunduğu görülür.
Yeni Asya Vakfı, Risâle-i Nur Enstitüsü o sitelerden biri olduğu gibi, “nurasya.com ve seyrinur.com” da onlardan birisidir. Ankara’daki genç arkadaşlardan bir grubun kurduğu “seyrinur.com”, bir çok Nur talebesinin ders, sohbet ve hatıralarını yayınlamaktadır. Geçen gün bir müddet izleme imkânı buldum. Bu başarılı çalışmalarından dolayı o genç kardeşlerimi tebrik ettim. Allah onlardan ve onlar gibi gayretli kardeşlerden râzı olsun, âmin... Bu tür hayırlı çalışmalardır ki, diğerleri gibi gazab-ı İlâhîyi değil, rahmet-i İlâhînin celbine vesile olacaktır.
Pazar seminerleri çerçevesinde her Pazar akşamı gerçekleşen, Asya-Nur Kültür Merkezindeki seminerler dizisini kayda alan “seyrinur.com” sitesi elemanları, bu haftaki sunumcu Mesut Nurver’in takdim ettiği konuyu da kayda aldılar ve siteye koydular. Önemli bir konuydu. Âhirzaman alâmetlerinden bahsediyordu. Kıyametten önce olacak hadiselerden haber veren hadis-i şerifler sıralanmıştı. Âhirzamanın en dehşetli olayları anlatılıyor, deccal ve süfyan fitneleri işleniyordu. Onlara karşı, Mehdiyyet hizmetinin en önemli unsuru olan tahkîkî imanı umuma ders vermek vazifesi dile getiriliyordu. Yüzden fazla katılımcı ilgiyle dinliyor ve Nur Risâleleriyle gerçekleşen iman hizmeti sayesinde geleceğe ümitle bakıyorlardı. Bir Pazar semineri daha böyle geçti.
27.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
İkinci Işımer vak’ası |
|
“Ses getiren manşetler” ekimizin 13. sayfasında hatırlatılan bir hadise var. Eylül 1999’da GATA’nın yeni ders yılı açılışında konuşan Dişçi Tabip Tuğg. Yalçın Işımer’in Peygamberimize, Bedir Ashabına ve İstiklâl Şairimiz Akif’e ağır hakaretlerde bulunması kamuoyunda derin infiale yol açmış ve Yeni Asya orada kupürleri verilen manşetleriyle bu tepkiyi seslendirmişti.
Şu günlerde de benzer bir olay yaşanıyor.
Burada da TSK ile irtibatlı bir kişi Akif’le İstiklâl Marşına dil uzatıyor ve Şaman Türklerin kılıç zoruyla İslâma girdiği hezeyanını savuruyor.
Ancak iki olay arasında bazı farklar var.
Bunlardan biri, söz konusu hezeyanlara imza atan şahsın muvazzaf değil, emekli bir general oluşu; bir diğeri, herzelerini dile getirdiği platformun, Cumhuriyet gazetesi gibi bu meselelerdeki tavrı eskiden beri bilinen bir gazete olması.
Emekli Tümgeneral Doğu Silâhçıoğlu’nun 21 Şubat’ta çıkan talihsiz yazısından söz ediyoruz.
Bu yazısında Silâhçıoğlu, evvelce puta tapan Arapların, Müslüman olduktan sonra, Şaman inancındaki Türklere soykırım uygulayıp onları Müslüman olmaya zorladıklarını, sonra “İslâmı gönüllü olarak kabul ettiler” yalanını uydurduklarını iddia ederken, “şeriatçı ümmetçi” dediği Mehmet Akif’le İstiklâl Marşına sataşıyor.
İstiklâl Marşımızın 10 kıtalık metnine Hak, ezan, cennet, iman gibi sözcükleri ustalıkla yerleştirdiğini söylediği Akif’i, “bir tek Türk sözcüğü için yer bulamamış bir ümmetçi” olmakla suçluyor.
Aslında bu yazısıyla Silâhçıoğlu, şimdiye kadar laiklik maskesiyle gizlediği gerçek kimliğini açığa vurmuş oluyor.
Demek ki, TSK’nın üst komuta kademelerine yükselebilmiş olan bu şahıs, aslında Türklerin İslâm öncesindeki “din”i olan Şaman dönemi özlemiyle yanıp tutuşan ve bin yıldır Müslüman oluşumuzu hazmedemeyen, ama bu fikrini ancak şimdi, emeklilik sonrasında açıklayabilen bir kişi.
Olabilir. Herkes inanç tercihinde özgürdür.
Ancak aynı kişinin, bu kanaatini anayasa korumasındaki ortak sembollerimizden biri olan İstiklâl Marşına sataşma noktasına götürerek, bu marştaki dinî ıstılahlardan rahatsızlığını dile getirmesi ve Türk kimliğiyle bu ıstılahların içerdiği anlamlar çelişiyormuş gibi çarpık bir saplantıyı izhar etmesi, kabul edilebilir birşey olmasa gerek.
İslâmdan hoşlanmayan Silâhçıoğlu’nun Hak, ezan, cennet, iman gibi kavramlardan rahatsız olması da, kişisel görüş düzeyinde kalması ve işi hakaret boyutlarına taşımaması kaydıyla, demokratik özgürlük kapsamında görülebilir.
Her ne kadar kendisi muvazzaf iken emri altındakilere, hattâ görev yaptığı yerlerdeki sivillere dahi bu özgürlüğü tanımayıp kan kusturan çok gaddarca uygulamalara imza attıysa da...
Ama ortak değerimiz olan İstiklâl Marşına ve şairine gösterdiği saygısızlık asla bağışlanamaz.
Hani, Silâhçıoğlu’nun da içinde yer aldığı mâlûm dayatmacı güruhun her fırsatta önümüze koyduğu “anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez“ maddeleri var ya. Onlardan biri olan 3. maddede, “Türkiye Devletinin millî marşı, İstiklâl Marşıdır” denilmekte.
Bu maddeleri sadece başörtüsüne karşı kullananlar, İstiklâl Marşımıza dil uzatan Silâhçıoğlu’nun hezeyanı karşısında niye sessiz kalıyorlar?
Aynı çarpık kanaati paylaştıkları için mi?
27.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Batı’nın Müşerref komplosu |
|
‘Ankara mezhebinin İslamabad’daki adamı’ olarak da ünlenen ve bir başka taksimatta ise Washington tarafından ‘İslamabad’daki adamımız (Robert D. Novak - Our Man in Islamabad - washingtonpost.com, 21 Şubat 2008)’ olarak görülen Müşerref zor günler geçiriyor. Sunday Telegraph gazetesi de pılını pırtısını toplayıp ABD yollarına düşmenin hesaplarını yaptığını duyurmuştu. Ertesinde Müşerref’in sözcüsü General Raşid Kureşi istifa iddialarını yalanlamıştı. Aslında, Müşerref’in iktidarda kalma umudu yok. Ama Batı postunu kurtarmaya çalışıyor. 26 Şubat 2008 tarihli The Times gazetesi ise bunun hikâyesini yazdı.
Batı, seçimlerde dolaylı olarak yenilen Müşerref’in koltuğunu kurtarma derdine düştü. İki koldan seferber oldular. Hatta seçimleri kazananlara karşı saldırıya geçtiler. Bir tarafta İngiltere, diğer tarafta ise ABD. Onu azletmemeleri için Pakistan Halk Partisi (PPP) ve Pakistan İslâm Birliği (PML/N), Şerif kanadına yoğun bir baskı icra ediyorlar. Gerekçeleri şu, Müşerref’in halefi ‘terörle mücadelede onun kadar istekli olmayabilir...”
İngiltere’nin Pakistan’daki Yüksek Komiseri Robert Brinkley ile ABD Büyükelçisi Anne Petterson çift koldan Müşerref’i kurtarma operasyonuna girişmişler. Bir taraftan Zerdari diğer taraftan da Şerif’le görüşüyorlar.
***
Tarafları Müşerref’le uzlaştırmaya çalışıyorlar. Müşerref’le taraflar arasında mesaj getirip götürüyorlar. Teati ulakları gibi çalışıyorlar. Müşerref’i kurtarmak için büyük bir hamle içindeler. Büyükelçinin yanında Lahor’daki Amerikan Konsolosu Brian Hunt da Şerif’in kardeşi Şahbaz’la görüşüyor. Tarafları Müşerref konusunda yumuşatmaya çalışıyorlar. Müşerref de onlardan cesaret alarak ikinci dönem için beş yıllığına seçildiği ve kolay kolay koltuğunu terketmeyeceği mesajını veriyor. Müşerref’in muhtemel halefi olarak ismi geçenlerden Pakistan Halk Partisi mensubu İtizaz Ahsen’le de görüşmeyi ihmal etmiyorlar.
İngiliz ve Amerikan diplomatları görüşmelerinin Müşerref’le alâkalı olmadığını rutin ve tanışma amaçlı olduğunu savunsalar da bunlar amiyane tabirle ayaktan ibaret. Oysa ki, hem PPP, hem de PML/N parti kaynakları İngiliz ve Amerikan girişimlerinin aksine Müşerref’i kurtarma amaçlı olduğunu söylüyorlar. İngiliz ve Amerikan elçileri veya temsilcileri görüştükleri Halk Partisi ve İslâm Birliği liderlerinden Müşerref hakkında soruşturma açmamalarını ve bir de Müşerref’in görevden aldığı yargıçları görevlerine iade etmemelerini istiyorlar. Zira bu yargıçlar Müşerref’in seçildiği geçen yılki seçimleri geçersiz sayıyorlar. PPP mensubu bir yetkili: “Amerikalılar çok yüksek bir baskı icra ediyorlar, ama biz doğru olduğunu bildiğimiz yoldan şaşmayacağız” demekteler. Şerif’in yakınlarına göre de, İngiltere ve ABD Müşerref’i kurtarma işini birlikte ve koordineli bir biçimde yürütüyorlar.
***
İtizaz Ahsen ve Nevaz Şerif yakınları ABD ve İngiltere’nin halkın iradesine karşı Müşerref’i desteklemeye devam ettiklerini söylüyorlar. Bu politikanın paçavra olduğunu da söylüyorlar. Amerikalıların neden Müşerref’i beğendikleri belli oluyor. NYTimes’e göre geçen ay onlara Pakistan içinde şüpheli gördükleri yerleri, mevkileri bombalama izni vermiş. Özellikle hem İslâmî kesimlere, hem de Suudi Arabistan’a yakınlığından dolayı İngiltere ve ABD, Nevaz Şerif’e mesafeli duruyor. Şerif Amerikan baskılarına rağmen devrilmeden bir yıl önce peşpeşe altı nükleer deneme yaptığını hatırlatıyor.
Bütün bunları alt alta sıraladıktan sonra gerçekten de siz olsanız sormaz mısınız: Demokrasi bunun neresinde?
27.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Amma hukuk severlermiş! |
|
Başörtüsü yasağını sona erdirmek için yapılan anayasa değişikliği yürürlüğe girdi, ancak ‘yasak’ henüz fiilen sona ermiş değil. YÖK’ün çağrısı üzerine bazı üniversite rektörleri yasağa son verirken, çoğunluk yasağı uygulamakta ısrarcı davranıyor.
Milletin yarım asrı aşkın bir zamandır tek başına iktidar imkânı vermediği CHP, başörtüsü yasağının devamını temin maksadıyla Anayasa Mahkemesine gidiyor. Yasakçılar, belli bir müddet bu gelişmeleri bahane edip, ortalığı karıştırmak isteyecekler. Anayasa Mahkemesinin bu konuda nasıl bir karar vereceği tartışmalı. Olması gereken, bu incelemenin ‘şekil’ yönünden yapılması. Ancak yasakçılar, yasağı sona erdiren uygulamanın ‘yok’ hükmünde olmasını arzu ediyor. Anlaşılan o ki; mahkeme hangi yönde karar verirse versin, tartışmalar devam edecek...
Tartışmaların devam etmesi ‘normal’ kabul edilebilir. Ancak yasağın devamını arzu edenlerin ileri sürdükleri ‘bahane’ler gerçekten temelsiz. Düne kadar, yürürlükteki herhangi bir kanuna dayanmadığı halde ‘keyfî yasağı’ sürdürenler, son günlerde kökten ‘hukuka uygunluk’ arar oldular. İleri sürdükleri bahaneye göre, Anayasa’daki değişiklik yeterli değilmiş, tez elden konuyla ilgili ‘kanun’ çıkması lâzımmış. Peki, kanunlarda ‘başörtüsü takanlar üniversiteye serbestçe girer’ denilmiyorsa bile, ‘yasaktır’ da denilmiyor. O halde niçin milletin talepleri doğrultusunda başörtülü öğrenciler ‘serbest’ bırakılıp okullara alınmıyor ve gerekiyorsa ‘yasaklamak için’ kanun çıkarılması beklenmiyor? “Yasaklamak kanunsuz devam etsin, ama serbestlik için illâ kanun gerekli” demek Türkiye ve dünya gerçeklerine uyar mı? Hukukseverlik, yanlışta ısrar ile mi sağlanacak?
Yasakçılar, işlerine geldiğinde ‘kanun’a değil de ‘gerekçe’lerine sığınıyorlar ya... Peki, Anayasa’da yapılan son değişikliğin yazılı ya da yazılı olmayan ‘gerekçe’si nedir? Dünya âlem biliyor ki, o değişikliğin sebebi, gerekçesi ve maksadı; keyfî olarak devam ettirilen başörtüsü yasağını sona erdirmektir. O halde, yasağı uygulamak için ‘gerekçe’lere sığınanlar, niçin bu gerekçeleri görmek istemez?
Şunu da unutmamak lâzım: Türkiye şartlarında, eğer ihtiyaç duyuluyorsa ilgili kanun da çıkarılabilir. Yasakçıların, ‘kanun çıksın’ demelerinin anlamı; gerçek anlamda ‘hukuka uygunluk’ için değil, ‘Çıkarın da görelim!’ şeklinde anlaşılabilecek örtülü bir ‘tehdit’dir.
Başından beri, başörtüsü yasağının kanunsuz olduğunu ifade etmeye çalıştık. Zaten gerçek hukukçular da aksini söylemedi. Meselâ, Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk, belki de on ayrı yazısında uygulanan yasağı ‘sanal yasak’ olarak vasıflandırdı. Buradaki sanallık, kanuna dayanmamayı gösteriyordu. Bu bakımdan yasak, anayasa değişikliği yapılmadan da sona erebilirdi. Keşke, ‘kanuna dayanmayan yasak’ yine ‘kanuna ihtiyaç duyulmadan fiilî uygulama ile’ sona erdirilebilseydi.
Ama madem kanun yoluyla oldu, neticesi alınmalıdır. Bu saatten sonra suların tersine akması ve yasağın ilelebed devamını arzu etmek ve beklemek, güneşe karşı gözü kapama anlamına gelir. Yasakçılar, yanlıştaki ısrardan bir an önce vazgeçsin ki Türkiye’nin önü ve ufku açılsın...
27.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sıkıntılar ve güzellikler |
|
İnsan hayatı hep bahar değildir. İnişi de vardır, çıkışı da. Bazan bahar havası yaşar, bazan kış. İnsan ömrünün de sıkıntıları, acıları, ıztırapları vardır. Sevinçleri, bollukları, güzellikleri vardır.
Bunlar tesadüfen, rastgele mi oluyor dersiniz?
Aslâ. Kâinatta tesadüfen olan hiçbir olay yoktur. Bir sinek dahi kanadını Allah’ın ilmi, izni ve kudretiyle oynatır.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri der ki: “Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüb eder.”1
“Âfatlar, zaaf-ı imandan neşet eden hataların neticesidir.”2
“Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir.”3
Bu tesbitler gösteriyor ki musibetler iman zayıflığından kaynaklanan bir kısım hata ve kusurlar sonucunda gelmektedir. Hele umumi olursa, ekseriyetin hatası var demektir. Sabredildiği, isyana girilmediği zaman da mükâfatları vardır.
A’raf Sûresinde sıkıntı ve musibetlerin verilişinin önemli bir sebebi, kulların hata ve kusurlarını affettirmek olarak gösterilerek buyuruluyor ki: “Biz hangi beldeye bir peygamber gönderdiysek, oranın ahalisini, bağışlanmaları için yalvarsınlar diye sıkıntılara ve musibetlere düşürdük.”4
Demek sıkıntı ve musibetler birer imtihandır. Kul böyle bir an da sabırla Allah’a yalvaracak, o sıkıntı ve musibetlerin üstesinden gelmeye çalışacaktır.
Cenâb-ı Hak bir sonraki âyette de, “Sonra da bu sıkıntılarının yerine olarak iyilik ve güzellik verdik” buyuruyor.
İyilik ve güzellikler de birer nimettir ve şükür isterler. Nimet şükür görürse devam eder ve artar.
Şükredecekken isyana, azgınlık ve taşkınlığa giren kaybeder. Kur’ân, “Nihayet onlar, sayıları ve servetleri artınca, ‘Atalarımızın başına da böyle darlık ve bolluk gelmişti’” dediklerini belirtip bu isyanları sebebiyle, “Biz de onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada, ansızın yakalayıp helâk ediverdik”5 buyurur.
Ve Kur’ân, genel kuralını şöyle koyar: “Eğer o beldelerin ahalisi iman edip Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınmış olsalardı, Biz elbette onların üzerine gökten ve yerden bereket kapılarını açardık.”6
Demek isyanlar helâke, itaat de bolluk ve huzura sevk ediyor insanları. Şu dünya misafirhanesinin sahibinin koyduğu kanun bu.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 656.
2- Kastamonu Lâhikası, s. 17.
3- Mektûbât, s. 458.
4- A’raf Sûresi: 94.
5- A.g.s., 95.
6- A.g.s., 95.
27.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Kıyafet, başörtüsü ve haya |
|
Medenî, yani uygar insan, başkasının tahakkümü altına girmediği gibi, başkasına da tahakküm etmez. İnsan olan insan, başkasının kendi kılık kıyafetine karışmasını istemediği gibi, başkasının da kılık-kıyafetiyle uğraşmaz. Sosyalleşmiş, demokrat, hür insan, şekle değil, fikre önem verir!
Başörtüsü, giyim ve kuşama uzanan diller; aslında cehalet, sapıtmışlık, kin ve öfkenin, daha doğrusu medeniyetsizliğin, seviyesizliğin tezâhürü.
Kültürlü insan, her milletin, her toplumun, her sınıfın inanç/din ve kültürüne göre giyinip kuşandığını bilir. Hatta bölgelerin ve coğrafyaların/iklimlerin de giyim-kuşam üzerinde etkisinin büyük olduğunu da... Ve hukukun, san'atın, tekniğin/teknolojinin kaynağının din olduğu gibi, kültürlerin temelinin, kaynağının da din olduğunu bilir.
Asırlar boyunca, insanlar, erkekler-kadınlar, Müslümanlar-Hıristiyanlar-Mûsevîler, milletler, kabileler, esnaflar, çocuklar, gençler, ihtiyarlar, askerler, siviller ve benzeri sınıflara ayrılmış. Kıyafetleri de bu kimliklere göre şekillenmiş. Herkes kendi inanç, meslek ve meşrebine, bulunduğu mevkiye göre giyinir. Bu, aynı zamanda sosyal hayatın bir gereği ve kültür “giyim kimliği”nin bir göstergesi, tabiî bir neticesi.
Müslüman erkek ve kadının, dış görünüşü itibariyle, en bâriz alâmet-i farikalarından birisi “tesettür ve başörtüsü” olmuştur. Ancak, son bir buçuk asırdır, Müslümanlar, imân, ibâdet, ilim, ahlâk meselelerinde zaafa düştükleri gibi, kılık-kıyafet konusunda da bir zaaf içine düşmüşler. İmân zaafı, öncelikle ibâdetlere, ahlâka, ilmî müesseselere, terbiyeye sirayet ettiği gibi, giyim-kuşam cephesine de sıçramıştır.
Dolayısıyla, batı kültürünün hegemonyası altına girilmiş, yâni kültür emperyalizminin baskısına maruz kalınmıştır. Bu zaafiyet ve hegemonya, “moda-görenek” adı altında, aslında “üretim-tüketim” aracı olarak kendisini göstermiştir.
Bu vesîle ile, İslâmın, giyim-kuşam dediğimiz tesettür meselesini, esas cepheleriyle ortaya koymamız gerekmektedir. Başörtüsü takmayan, iman dairesinden, İslâm dairesinden çıkmaz. O Müslümandır. Ancak, dinin ap-açık bir emrini yerine getirmeyen veya getiremeyen bir mü’mindir.
Bu arada, erkek ve kadınların da tesettüre riâyet etmesi istenir. Ferdleri iffet mayası ile yoğrulmuş, hayâ sahibi âilelerden meydana gelen bir topluma, fücûr, nâmusları pâyimâl, fuhuş, zinâ gibi kirliliklerin bulaşamayacağını herkes bilir. Batı toplumunun ve Batı medeniyetinin istilâ ettiği insanlığın mutsuzluğunun sebeplerinden birisi de hiç şüphesiz haya sınırlarını aşması; tesettüre riâyet etmemesidir. (Tesettür, yalnızca başörtüsü değildir. Erkeklerin de, bayanların da başkalarını tahrik etmeyecek, olumsuz duygu ve düşüncelere, hatta hareketlere sevk etmeyecek giyimdir.)
Utanma anlamına gelen hayâ, nebevî, melekî, hattâ İlâhî bir vasıf. Hayâ ve iffet, fıtrat, vicdân ve akl-ı selîmin gereğidir. Hayâ îman ve takvânın varlığına da bir delildir. İffet namusluluk, haram ve yasak olan şeylere yaklaşmamak şeklinde tarif edilir lûgatlarda.
Her namazın her rek'atında tekrarladığımız, “Dos doğru yolun”1 şeritlerinden birisi iffettir. İffet, şehvet kuvvetinin vasat mertebesidir. İffetlinin helâle, yani meşrû daireye (meşrûiyetin kaynağı İlâhî emir ve yasaklar çerçevesidir) şehveti var, harama yoktur.
Bir çok âyet-i kerîme ve hadis-i şerîfte insanlar her türlü hayâsızlıktan sakındırılır. Yani, konuşmaktan dinlemeye, hâl ve hareketlerimizden sâir davranışlarımıza kadar hayânın hâkim olması için gerekli bütün güzellikler ve müeyyideler getirilir. Ve kötü ahlâk kınanır; tehlike ve zararları anlatılır:
Kur’ân’da, “Onlar nâmuslarını korurlar”2 denilirken; “Zinaya yaklaşmayın; şüphesiz ki o pek çirkin bir şeydir ve pek kötü bir yoldur”3 meselesi kast edilir.
Dipnotlar: 1- Kur’ân, Fâtiha, 6.; 2- A.g.e., Meâric, 29.; 3- A.g.e., İsrâ, 32.
27.02.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Rusya'dan dünyaya yayılan 'şimâl cereyanı' |
|
Rusya'da Birinci Dünya Harbinin bütün şiddetiyle berdevam olduğu günlerde başlayan ve giderek tırmanan iç kargaşa, nihayet önüne geçilmez bir isyana dönüştü. Bu ülkede 370 yıldır süregelen Çarlık rejimi, 27 Şubat 1917'de yıkılarak tarihe karışmış oldu.
Yıkılan Çarlık sisteminin boşluğu, ilk etapta Duma Geçici Komitesi tarafından doldurulmaya çalışıldı. Meclis vazifesini üstlenen bu komite tarafından, derhal bir geçici hükümet kuruldu. Bu hükümet, "İşçi Vekilleri Heyeti" ismiyle anılmaya başladı. 12 Mart'ta ise, Çar'ın kendisi de, tam bir yeis içinde Duma'ya istifasını sunmak zorunda kaldı.
* * *
Bütün bu gelişmelerin, aslında geçmişte yaşanan ve tarihte iz bırakan bazı olaylarla doğrudan bağlantısı var şüphesiz: Tâ 22 Ocak 1905'te Perersburg şehrinde tarihe "Kanlı Pazar" ismiyle geçen çok büyük bir hadise yaşandı. Rejim aleyhinde gösterilerde bulunan binlerce asker ve işçinin üzerine ateş yağdırıldı ve bu hareket çok kanlı bir mukavemetle bastırıldı.
Bolşevikler, bu hadiseyi adeta milat saydılar ve rejim aleyhtarlığını her fırsatta tırmandırmaya çalıştılar. 27 Şubat 1917'ye gelindiğinde ise, başka muhaliflerle de birleşerek Çarlık yönetimini nihayet yıkmayı başardılar.
* * *
Bu kanlı iç kargaşanın hemen ardından, bu kez Menşeviklerle Bolşevikler arasında gizli bir iktidar mücadelesi başladı.
Menşevikler, dinî inanç ve geleneklere de önem veren, komünizme karşı olduklarını deklare eden grubu teşkil ediyordu.
Bunların karşısında ise, millî manevî bütün değerlere karşı olan, teorisyenliğini Marks ve Engels gibi Yahudî kökenli ateist filozofların yaptığı komünizmi vargüçleriyle savunan Bolşevikler vardı.
İlk başlarda, Menşevikler galip durumdaydı. Ancak, zaman ilerledikçe durum liderleri sürgünde bulunan Bolşeviklerin lehine değişmeye başladı.
Bolşevikler, 7 Ekim'de hakimiyeti tamamiyle elde etti ve Bolşevik İhtilâlini gerçekleştirmiş oldu.
Bir ismi de "Komünist İhtilâli" olan bu yıkıcı hareketin lider kadrosunu Lenin, Troçki ve Stalin gibi muhaliflerine kan kusturmak ve devlet gücüyle aykırı fikir sahiplerine hayat hakkı tanımamakla şöhret bulan gaddar zalimler teşkil ediyordu.
Nihayet, yıkılan 3–4 asırlık Rus Çarlığı rejiminin yerine bir komünist imparatorluğuna dönüşen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) almış oldu.
Çarlığın ömrü 370 yıl, komünist rejimin ömrü ise ancak 70 yıl kadar sürebildi.
Türkiye'den bakış
Rusya'da yaklaşık sekiz ay kadar devam eden ve Osmanlı basını tarafından "hercümerç" tâbiriyle ifade edilen bu iç kargaşa, yedi cephede harbeden Osmanlı'ya kısmî bir rahatlama sağladı.
Osmanlı'nın en ağır kaybı, mâlum Kafkas Cephesinde yaşanmıştı. Rusya'da başlayan ve aylar, yıllar süren iç karışıklık sebebiyle, Kafkas Cephesindeki savaş fiilen sona ermiş oldu.
Dünya Savaşı sebebiyle, Rusya'da olup bitenler Osmanlı basınına çok gecikmeli olarak intikal ediyordu.
Hemen herkes, Rusya'da bir hercümerç hadisesinin yaşandığını biliyor, ancak hemen hiçkimse bunun mahiyetini tam olarak izah edemiyordu.
İşte, o günlerde Tanin isimli gazete çıkan kısacık bir değerlendirme yazısı: "...Kat'î sûrette bir daha tekrar edebiliriz ki, Rusya, Moskofluk tarihinde en büyük bir inkilâp devrine girmiş, karanlıklar ve meçhûller içinde sarsıla sarsıla meçhûl ve meşkûk bir hedefe doğru sürüklenip gidiyor."
* * *
Bolşevik (komünist) Partinin merkezî yayın organı olan Pravda gazetesi, 5 Mart'ta yayınlanmaya başladı.
Bu gazetenin neşriyatından haberdar olan Ahmed Emin (Yalman), Rusya'daki Bolşevik İhtilâlinden yaklaşık 50 gün sonra, 27 Kasım 1917 tarihli Vakit gazetesinde şunları yazdı: "Bugün Petersburg'da bir Lenin–Troçki hükümeti var. Bu hükümet, her türlü fütûhat emellerinin aleyhindedir ve pek yüksek ve saf gayeleri vardır. Rusya'ya en müfrit sosyalizm gayelerinin icap ettirdiği tarzda bir idare şekli vermek istiyorlar. Bununla da kalmıyor, Rusya'da atılan adımlar sayesinde bütün insaniyetin büsbütün yeni ve mesut mevcudiyete mazhar olacağına ciddî sûrette inanıyorlar."
Bu ifadeler, Yalman'ın o tarihte komünistlere ilgi duyduğu ve sosyalist rejime de sıcak baktığını gösteriyor.
Hâmiş 1: 1950'lerde Vatan isimli gazetenin sahibi ve başyazarı olan Yalman, şimdiki Vakit gazetesinin yazarı Hüseyin Üzmez tarafından 22 Kasım 1952'de Malatya'da silâhla vurularak yaralanan kişidir.
Hâmiş 2: Tıpkı Yalman gibi, Türkiye'de olduğu gibi dünyanın pekçok ülkesinde komünizme ve sosyalizme sempatiyle bakan, hatta daha da ileri gidip vargücüyle bu "şimâl cereyanı"nın propagandasını yapan kalem ve kelâm sahipleri türedi. Bu sayede, komünizm, yüzde 40'ını etkisi altına aldığı dünyanın ve insanlığın başına bir zehirli belâ oldu. Demir perde zoruyla hayatiyetini sürdürmeye çalışan bu belânın belinin kırılması, ancak 70 sene sonra mümkün olabildi.
27.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah işitir |
|
Suna Şener:
*“Allahu Teâlâ bizim içimizden geçirdiğimiz, kalbimizden yaptığımız duâları işitir mi?”
Cenâb-ı Allah, Semi’dir. Yani mahlûkatının seslerini, duâlarını, niyazlarını, yalvarışlarını, yakarışlarını harfiyen işiten; herkesin her âhını, her sözünü, her çağrısını, her çığlığını eksiksiz duyandır. Allah’ın işitici olduğunu bildiren birçok âyet ve hadis vardır.1 Allah, işitmesi için sese, söze, kelâma, konuşmaya, dile, kulağa, işitme aracına, ses nakline… vs. hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. İçimizden geçirdiğimiz, kalbimizden geçen duâları elbette harfiyen duyar.
Semi’ ve Kerim olan Cenâb-ı Hakk’ın, en gizli bir canlının en gizli bir arzusunu, en hafif bir niyazını gördüğünü, işittiğini, kabul edip merhamet ettiğini ve hal diliyle de olsa cevap verdiğini bildiren Bedîüzzaman, gayet Hakîmâne, Basîrâne ve Rahîmâne yaratılan her şeyin terbiye ve tedbirinin, Semi’ ve Basîr olan Cenâb-ı Allah’a mahsus olduğunu kaydeder.2
Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesine ve mutlak kudretine hadsiz fiiller, hadsiz sesler, hadsiz duâlar, hadsiz işler, hiçbir cihette ağır gelmez, birbirine mani olmaz, Hâlık-ı Zülcelâl’i meşgul etmez, şaşırtmaz. Cenâb-ı Hak bütün varlıkları birden görür, bütün sesleri birden işitir; O’na göre yakın, uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Her şeyin her şeyini görür. Bütün seslerini işitir. Her şeyin her şeyini bilir.3
Bediüzzaman’a göre, canlıların yaratılışına bakıldığında Cenâb-ı Hakk’ın muktedir, muhtar, işitici, bilici ve görücü olduğu asla dikkatli gözlerden kaçmamaktadır. Cenâb-ı Hak en küçük canlıyı görmekte, bilmekte, dinlemekte ve her şeyi istediği gibi yapmaktadır. Kezâ, kulağı veren Cenâb-ı Allah, o kulağın işittiklerini elbette işitmekte, sonra kulağı yapmakta, yaratmakta ve vermektedir.4 Bütün zîhayat mahlûkların elleri yetişmediği ve iktidarları dairesinde olmayan bütün ihtiyaçlarının ve bütün fıtrî isteklerinin, bir nev'î duâ hükmünde olan fıtrî istidat ve zarûrî ihtiyâç dilleriyle istedikleri vakitte, gayet Rahîm, işitici ve şefkatli bir gaybî el tarafından verilmesiyle ve ihtiyârî olan duâların, hususan salih kimselerin ve Peygamberlerin duâlarının ekserisinin makbul olmasıyla kat’î anlaşılıyor ki, her dertlinin ahını dinleyen, her muhtâcın duâsını işiten bir Semi’ ve Mucîb, perde arkasında vardır ve en küçük bir zîhayatın, en küçük bir ihtiyacını görmektedir. En gizli bir âhını işitmekte, şefkat etmekte, fiilen cevap vermekte ve memnun etmektedir. Keza, işitici olan Cenâb-ı Hakk’a nazaran, insan nev’înin en büyük duâsı olan âhiretin icadı ve en büyük mutluluğu olan ebedî saadetin verilmesi için Hazret-i Muhammed’in (asm) tek duâsı kâfidir! Cennetin vücudu ve âhiretin icadı, Mucîb, Semi’ ve Rahîm olan Cenâb-ı Hakk’ın kudretine baharın icadı kadar kolay ve rahattır.5
Yaratılış itibariyle temel azalarda birbirlerine birebir benzerlik taşıyan insanların, inceliklerde ve kişiliklerde birbirine nazaran bir hayli farklılıklar arz ettiğini beyan eden Saîd Nursî, benzerlik cihetinin Allah’ın Vahid-i Ehad olduğuna, farklılık cihetinin ise Cenâb-ı Hakk’ın irade Sahibi olduğuna şehâdet ettiğini kaydeder.6 Bediüzzaman’a göre, insan nev’înin şu farklılığı ile beraber; buğday, üzüm, arı ve karınca gibi nev'îlerdeki tıpa tıp benzerlik yönleri, Allah’ın Semi’ ve Basîr olduğuna işarettir. Gören ve işiten Yaratıcı, birçok türü birbirine yakın bir uygunluk içinde yaratmıştır. Hikmet ile yapılmış bir masnu olan insan, her şeyin Malik’i olan Cenâb-ı Allah’ı bilmekten gafil olmamalı; her şeyin gizli açık feryadını işiten Semi’in varlığı hakkında tereddüt etmemelidir.7
Bediüzzaman sorar: Bütün kâinatla alâkadar olup, her şeyin minnetine girmektense ve ihtiyaç için bütün sebeplere ve vasıtalara el açmaktansa, bir Rabb-i Vâhid, Semi’ ve Basîr’e iltica etmek daha rahat ve daha kârlı değil midir? Bir sineğin kafasındaki o küçücük hücrelerin nidâlarına “Lebbeyk” diyen Sâni-i Semi’in ve Basîr’in, insanın duâlarını işitmemesine ve o duâlara müsbet cevaplar vermemesine imkânı var mıdır? 8
Dipnotlar:
1- Bakınız: Mücâdele Sûresi, 58/1; İsrâ Sûresi, 17/1
2- Sözler, s. 71
3- Sözler, s. 629
4- Şuâlar, s. 15
5- Şuâlar, s. 193
6- Mesnevî-i Nûriye, s. 152
7- Mesnevî-i Nûriye, s. 153
8- Mesnevî-i Nûriye, s. 59
27.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Büyük fotoğraf” |
|
Başta “başörtüsü yasağı” tartışması olmak üzere, ekonominin vaziyetinden AB ile tıkanan ilişkilerden “yeni vakıflar yasası”na kadar birçok önemli konuyu gölgede bırakan sınır ötesi kara harekâtı devam ediyor.
Ancak kontrolündeki Kuzey Irak’ta operasyona karşı çıkmamanın karşılığı olarak Washington’un Ankara’dan bir dizi “beklentisi” olduğu, harekâtın heyecanı geçtikçe gündeme geliyor.
Her ne kadar Cumhurbaşkanı Gül, son Amerika ziyaretinde Beyaz Saray’daki temaslarında “işbirliği karşılığında ABD’nin bizden bir beklentisi yok, hiçbir şey istemiyor” dese de, vakıanın hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor. Amerikan Savunma Bakanı Gates ve Bush’un Yardımcısı Cheney’in önümüzdeki haftalarda peşpeşe Ankara’ya gelecek olmaları, topyekûn bölgeyi kapsayan taleplerinin masada olduğunu gösteriyor.
ABD’nin başta Irak, İran ve Suriye olmak üzere, Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da, Orta Asya’da egemenlik emeli, enerji kaynakları ve hatları üzerinde plânları var. Bu plânlarla stratejik dengelere ve çıkarlarına göre bölgeyi biçimlendirme projeleri hesabına bir bölge ülkesi olan Türkiye’ye “rol” biçiyor.
* * *
Gelişmeler, ABD’nin Türkiye’den diğer “beklentileri”ni de su yüzüne çıkarıyor...
Öncelikle Mehmetçiğin işgalci conilerin kısmî çekilmesinden boşalacak boşluğu “stratejik müttefiki”nin hegemonyası ve menfaatleri adına doldurması.
Ve yine, tıpkı Irak işgali ve savaşında olduğu gibi, Müslüman komşu bir ülke olarak Türkiye’nin havaalanlarının ve üslerinin İran saldırısı için Amerikan savaş uçaklarına, mühimmat ve askerine açılmasıyla “lojistik destek” paravanında saldırıya ortak edilmesi…
“Sınır ötesi harekât”a “destek” diye “istihbarat paylaşımı” bahanesiyle çeşitli yakıştırmalarla sun’î ve sathî olarak “Türkiye ile ABD’nin terörle mücadele işbirliği” uydurmasının amacı bu…
* * *
Şüphesiz Türkiye’nin sınır ötesi hava ve kara operasyonuna “desteğin karşılığı” olarak Ankara’nın Kuzey Irak’taki özerk - otonom devleti kabullenmekle en azından Irak’ta federatif sistemi onaylanması ve yerel yönetimle sıcak ilişkiler kurması, ABD’nin “stratejik ortağı”ndan bir başka beklentisi.
“Kürt sorunu”na “kapsamlı siyasî çözüm” yaftasıyla Türkiye’nin Güneydoğu’sunun da bu meseleye dahil edilmesi vartası da bu beklentilere ekleniyor.
Sonuçta operasyonun ardındaki “büyük resme” bakıldığında, Ankara ile Washington arasında belli bir “mutâbakat”ın sağlandığı, Erdoğan ve Gül’ün ardı ardına yaptıkları Amerika seyahatleriyle AKP iktidarının Bush yönetimiyle oldukça geniş bir çerçevede anlaştığı gözleniyor.
Nihayetinde sınır ötesi harekâtın arkasına gizlenen “beklentiler” ve Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı emr-i vakiler, endişe verici olarak karşımıza çıkıyor…
Umarız ki harekât, terörist sızmaları önlemek ve sınıra yakın kamplarda terör örgütünün yuvalanmasını engellemek maksadıyla, dağları aşıp sınırın öteki tarafında Irak’ın kuzeyinde bir “tampon bölge” oluşturmakla, “ön alma” tedbirleri teminle kalsın. Onlarca şehidin kanı, terörün Türkiye’den uzaklaştırılması ve bölgeden tasfiyesini netice versin…
Aksi halde operasyonların, Türkiye’ye biçilen “rol”le ecnebi işgalci zâlim güçlerin egemenlik ve çıkar projelerine âlet edilmesi, binlerce şehidin kanı pahasına terörle mücadeledeki başarıları tümüyle zayi ettirir; yazık olur…
27.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|