Helâket ve felâket asrının dehşet veren hadiseleriyle her an, her yerde karşılaşmak mümkün. Zaman tünelinde, hadisâtın dağlarvârî dalgaları arasında istikameti muhafaza etmek, ayakta durabilmek, hislerin esiri olmamak, adaletli davranabilmek gerçekten oldukça zor. Ama bu zorluklar engelini aşmak dünyadaki imtihanın kaçınılmaz gereği.
Kalbin sermayesi, şahsî hayatın direği, aile hayatının hazinesi, toplum hayatının vazgeçilmezi hep, şefkat, sevgi, merhamet, saygı, barış ve hoşgörü.
İstesek de, istemesek de, aile hayatımızda, akrabalık ilişkilerinde, mahalle, köy, şehir ve toplum hayatında, hakka, adalete, hukuka ve insânî değerlere her zaman uymak zorundayız.
Tâbiri caiz ise “Tekrar çalmak zorunda olduğumuz kapıları çarpmadan” terk emek. Günün birinde yine o kapıya gelebileceğimizin hesabını mutlaka yapmak ve hayata öyle devam edebilmek. Talebe-hoca ilişkilerini... Karı-koca ilişkilerini... Amir-memur ilişkilerini... Asker-sivil ilişkilerini... Siyasetçi-bürokrat ilişkileri... Ağabey-kardeş ilişkilerini... hep bu zaviyeden değerlendirmek gerek.
“İnsan” demek “problem” demek. İnsanın olduğu her yerde mutlak mânâda problem vardır.
Bir işin görülmesi ve hizmetin icrasında birçok farklı sebepten dolayı netice almayı güçleştirecek birçok olumsuzluk olabilir. Bütün bunlar için, aklın ışığında, vicdanın muhâkemesinde, insafın hakemliğinde, kırgınlık ve hissîlikleri aşarak, farklı düşünce ve mizaçlara saygı duyarak ve de asla ve kat’a küskünlüğe, garaz, inat ve kine girmeden kısa yoldan çözüm üretmeye bakmak lâzımdır. Kur’ân, bunların aksini men ediyor! Tarih bunu reddediyor!
Bütün sıkıntı ve problemlerin çözüm reçetesi: Akıl ve muhakeme aracının liderliğinde, sabır ve insaf macununun katkılarıyla, dikkat ve hoşgörü ilâcının kullanımıyla, şefkat ve uhuvvet tiryakının istimaliyle, sağlıklı ve istikametli düşünmekle mümkündür. Kur’ân ve sünnetin beşeriyete vazgeçilmez reçetesi budur. Asrın mânevî tabibinin, şahsî, ailevî, toplum ve devlet hayatımız için sunduğu Kur’ânî reçete budur. Menfî de olsa hayatın kaçınılmaz gerçekleri olan saldırı, münakaşa, itham, tenkit, itiraz… vb. konularda meşrû yoldan dışarı çıkmamak...
İşte kaynağından şahane çözüm çareleri ve örnekler: Hayatının gayesi ve ömrünün sermayesi olan Risâle-i Nurlar hakkında itiraz eden bir vaiz için Bediüzzaman’ın söyledikleri:
“Saniyen: O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hatta tecavüz edilse de bedduâyla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü daha müthiş düşman ve yılanlar var.” (Kastamonu Lâhikası, s. 191)
İşte haşin ve vahşî ruhlara karşı takınılacak tavra ait akılcı bir gerekçe: “Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, ‘Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları vakit, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler’ (Furkan: 72) düsturunu rehber edininiz.” (A.g.e., s. 191)
Nur dairesi içersinde bulunmuş, fikren yanlışa düşmüş bir şakirt için verilen derinlemesine düşündürücü bir tavsiye ve ders: “Hem, Hasan Avni ismindeki zat, madem evvelce Risâle-i Nur’a girmiş ve yazısıyla da iştirak etmiş, o daire içindedir. Onun fikren bir yanlışı varsa da affediniz.” (A.g.e., s. 192)
Ehl-i kitap olan Hıristiyanlara karşı takınılacak inanılması zor, ama gerçek olan bir tavır: “Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak ve Allah’ı tanıyan ve ahireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.” (A.g.e., s. 192)
Ve nurun hizmet dairesi içerisinde olan bütün mensuplara bir tavsiye: “Ve Risâle-i Nur’un âlem-i İslâmda intişarına karşı hayat-ı içtimâiye ve siyasiye cihetinde mâniler çıkmamak için, Risâle-i Nur şakirtleri musalâhakârâne vaziyeti almaya mükelleftirler.” (A.g.e., s. 192)
Kardeşlik, samimiyet ve hasbîlik dolu günleri, milletçe, inananlarca, hep beraber yaşamak, çözümü düğüme döndürmemek ümit ve temennisiyle...
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|