|
|
Habib FİDAN |
Âsım'ın nesli idealinin neresindeyiz? |
|
Bence Mart, millî ve mânevî açıdan bizim için bir tefekkür ayı olmalıdır. Zira İstiklâl Marşının kabulü dolayısıyla İstiklâl Savaşı, Çanakkale Savaşının yıldönümü ve bunların odak noktasında bulunan iman şâirimiz Mehmet Âkif işin içinde olunca; ister istemez, bizi biz yapan değerler, varlık sebebimiz, misyonumuz ve tarihten gelen gayelerimize olan yakınlık veya uzaklığımız hakkındaki iç muhasebelerimiz kaçınılmaz oluyor. Bunun içindir ki, tekrara düşme pahasına da olsa, özellikle edebiyatçıların bu konuyu Mart ayında sürekli gündemde tutmaları oldukça önem arz etmekte.
Dönemin karanlık günlerinden dolayı, haklı olarak Mehmet Âkif’in söylediği, “Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm/Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu!/Gül devrini bilseydim onun bülbül olurdum/Ya Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?” mısralarının eşliğinde feryat edip çok karamsar bir tablodan elbette bahsedecek değilim. Ancak Âkif’in Safahat’ında özellikle değindiği ve milletimize bir ur gibi bulaşan “cehalet ve taassup” ile bunlara bağlı olarak manevî değerlerden kopuşun hemen her köşede boy verdiğini ve tarihine, milliyetine yabancı, dinî, imanî ve itikadî anlamda içi boş çuval gibi yetişen bir neslin serseri rüzgâr gibi ortalıkta dolandığını görünce, insanın şanlı tarihe olan özlemi depreşmiyor değil. Hani cedlerin üç kıtada oluşturdukları mağfiret ikilimi zamanlarındaki gül devrinde yaşama isteği de uyanmıyor değil.
Âkif gibi özü sözü bir ve sedası gür bir çelik imana sahip “Âsım’ın Nesli”ni arıyor gözlerim. Bir hilâl uğruna batan güneşlerin istikbalde hayal ettikleri nesl-i cedidin hâl-i pür melâli beni ahde vefasızlığın sürüklediği bir vicdan azabının eşiğine sürükleyip gidiyor. Dimağımda Akif’in vasiyet tadındaki “Asım’ın nesli... Diyordum ya... Nesilmiş gerçek/İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek” mısraları dolanırken, gözlerimin önünde bir bir kayıp giden mâzisiz, istikbalsiz ve his yok, hareket yok, leş kesilmiş sürüsüyle ömr-i hederler akıp gidiyor. Meselâ önümde duran İzmir devlet liselerinde yapılan bir araştırma, kederimi büsbütün arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. “Her üç liseliden birinin cinsel deneyimi var(11.03.08/Sabah)” diye yapılan tespit, bizi ayakta tutan önemli dinamiklerimizden olan namus ve iffet konusunun ne denli zedelendiğini ve Âkif’in dediği “millet-i merhume” terkibine doğru tehlikeli bir gidişatın ipucu olarak göründüğünü bilmem söylemeye gerek var mı?
Bu ve buna benzer tespitler her tarafta sürüyle kol gezmekte. Onun içindir ki, cedd-i şehid konuşabilseydi şimdi, belki de Âkif’in dilinden, “Kasr-ı Gülşen’sin evet, lâkin gönüller şen değil!/Durduğum, mâzine hürmet, yoksa neşvemden değil/Var mı loş sinende ‘canandan’ kalan nur izleri?/Ey yeşil yurt, istenen senden odur, sînen değil…” diye vatana eseflenmekten ve bastığı yerleri toprak diyerek geçip altında kefensiz yatan evlâd-ı fâtihanı tanıma zahmetine katlanmayan nevzuhur nesle de, “Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!/Bakmayın, hem tükürün çehre–i murdarımıza!/Tükürün: Belki biraz duygu gelir arımıza!” şeklinde hitap etmekten geri durmazlardı.
Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur, Asra Bedel” romanındaki “Mankurtlaşma”dır yaşadığımız. Bir Moğol kavmi olan Juan Juanların, esir ettiklerinin başlarına geçirdikleri hayvan derisi işkencesinin sonucuna benzeyen hafızayı yitirmenin, kim olduğunu unutmanın, tarihine, millî ve manevî değerlerine sırt çevirmenin ortaya çıkardığı şuursuzluğun yaşattığı travmadır bu. Romanda Nayman Ana, esir edilen Mankurt oğlunu her ne kadar “Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay!” diye uyarmaya, şuurunu açmaya çalışmışsa da yine öz evlâdı tarafından öldürülmüştür. Bu da günümüze bakan ibretlik bir olaydır vesselam…
İşte Âkif, İstiklâl Savaşı/Marşı, Çanakkale ve benzeri şanlı tarihimizin âbideleri, meşrep ve mezhepten yoksun bir Frenkleşme illetine düşerek Mankurtlaşan nevzuhur nesli gökkubbenin yüksek perdesinden Nayman Anavâri hâlâ uyarmakta ve uyarmaya da devam edecektir. Şükürler olsun ki, “bâki kalan bu gökkubbede” çınlayan uhrevî vasiyetin takipçisi bir nesl-i cedid de var!
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Korku tahlili |
|
Korkunun ölçüsü nedir?
İnsan korkar, çünkü aciz. Hadsiz derecede, vazgeçilmez ihtiyaçları var. Sonsuz, âlemin her tarafına dağılmış, emelleri, arzuları bulunuyor.
Muhtaç olduğu ihtiyaçlarını karşılayamamak ve aleme dağılmış emellerini gerçekleştirememek insanı korkutuyor.
Yaratan Rabbimiz, (yapan bilir gereği) nelerden, ne kadar, neden korkmamız gerektiği ile ilgili ölçüler vaz etmiş. Bu ölçülere dikkat edilmediği takdirde hayatın tadı kaçıyor. Ölçüsünde kullanıldığında hayat için bir tedbir anlamı içeren korku, ‘korkusuzluk’ ya da ‘korkaklık’ olarak ölçü kaçınca, hayatı yaşanmaz kılıyor.
Dessas zalimler, avamın ve bilhassa ulemanın bu damarından korkutarak çok istifade ediyorlar ve onunla korkakları gemlendiriyorlar.
Korkulmayacak şeylerden bile korkmak, cebanet, korkaklıktır. Gadap (öfke) duygusunun tefrit hâli. İfratı ise, tehevvür, yani maddî, manev’i hiçbir şeyden korkmamak. Bütün istibdatlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Her iki zıt uç da tehlikeli.
Normali ise vasat, yani; şecaattir. Hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder; meşru olmayan şeylere karışmaz. Dinini, kendini, namusunu, vatanını korumak noktasındaki savunma halidir. Savaş esnasında adam öldürmek meşrû, cihat iken; meşru savunma dışındaki atılacak adımlardan insan mes’uldür.
Had konmamış kuvvelerin haddinde kullanılmasını, ancak ibadetler netice veriyor. İbadet insana haddini bildiriyor. Her şey hükmedenin, her şeyi bilenen, her şeye gücü yetenin kendisine ibadet edilen olduğunu hatırlatıyor.
Korku, hayatı korumak için verilmiş
İnsan korkmasaydı, hayatını koruyamazdı. Çok belâlara uğrardı.
Korku damarı insana hayatı korumak için verilmiş, yoksa her şeyden korksun, hayatı tahrip etsin diye değildir. 29. Mektup, Altıncı Kısım’daki, batmak korkusuyla kayığa binmekten korkan insan manzarası, korku damarının hayatı nasıl tahrip ettiğinin apaçık bir örneğidir. Buradaki diyaloğun sonundaki şu cümle dikkat çekicidir: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz.”
Pek çok insanın azaba dönüşmüş hayatının altında, bu evham derecesi bulunmaktadır. Oysaki, “Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hatta beş, altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir hav meşrû olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.”
Korku iki çeşittir; biri izzet hali, diğeri zillet halidir
Korku, iki çeşittir. Birisi Allah’ın gazabından korkmak halidir. Bu korku, insana yakışandır. Ve onun adı, izzettir.
İkincisi ise Allah’ın dışındakilerden korkmaktır, bu ise zillettir. Bu halde insan, her şeyden korkar.
Hadis-i Şerif’te: “Kul, Allah’tan korkarsa, Allah da her şeye onun korkusunu verir; kul Allah’tan korkmazsa, Allah da onun kalbine her şeye karşı korku verir.”
İnsan ne zaman korkar?
İşârâtü’l-Î’câz, s. 29’da, insanın ne zaman korktuğuna ve korkunun nasıl oluştuğuna dikkat çekilir, korkunun tahlili yapılır: “Nifak, imanın hilâfına, kalpleri ifsat eder. Kalbin ifsadı ise yetimliği intaç eder. Yani bozuk olan bir kalp, kendisini sahipsiz, maliksiz, yetim bilir. Bu hâletten korku neş’et eder. O korku, onu kaçıp gizlenmeye icbar eder.”
Âciz olduğu için her şeyden korkan insan; her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve her şey emrinde, tasarrufunda olana dayandığı zaman, insanın gücü mahlukatın üstünde bir dereceye ulaşıyor. Bu ise, ‘kâinata meydan okutabilecek’ bir iman yansımasıdır.
Korku; nokta-i istinat ve nokta-i istimdadın sarsılmasıdır
İnsan, musibet ve elemlere karşı nokta-i istinada ve ihtiyaç ve emellerini tesviye için nokta-i istimdada muhtaçtır.
“Nokta-i istinadından neş’et eden izzet-i nefstir. İzzet-i nefsi olan, başkalara kendisini zelil göstermeye tenezzül etmez.”
Demek korku, nokta-i istinad ve nokta-i istimdadı Yaratıcı dışındakilerde görme yanlışlığından doğmaktadır. Yani ‘zillet’ hali.
Hadsiz ihtiyaçlara müptelâ, nihayetsiz düşmanların hücumuna hedef olan ruh-u insani, ‘lâ ilâhe illâallah’ta bir nokta-i istimdat bulur ve böylece, bütün ihtiyaçlarını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısı ona açılır.
Ve yine öyle bir nokta-i istinad bulur ki, bütün düşmanlarının şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın sahibi olan kendi Ma’budunu ve Halıkını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, mâlikinin kim olduğunu irae eder (göz önüne koyar. Ve o gösterme ile kalbi vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elimden kurtarıp, ebedi ferahı, daimi bir süruru temin eder. Yirminci Mektup, 218
Öyleyse, O’nu tanıyan, her şeye meydan okuyabileceği gibi, O’nu tanımayan, her şeyden korkar hâle gelecektir.
“Evet, şu perişan dünyada, avare nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hamisiz bir surette, aciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?”
“…Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder; o vahşetgah dünya bir tenezzühgaha döner ve bir ticaretgâh olur.” (20 Mektup, Birinci Makam, s. 218)
Avamda ve ulemadaki korku nasıldır?
Korkunun kaynağı cehaletle birlikte iman zaafıdır. Korku, avamda cehalet, ulemada ise iman zaafı olarak tezahür ediyor. Ulemadaki bu zaaf, hubb-u cah, teveccüh-ü ammeyi kaybetmek gibi şeklilerde olabilmektedir. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in’ikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür; yoksa arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez.” (Mektubat, s. 402)
Oysa ki hakiki iman yansıması şöyle olmalıdır: “Rıza-i İlâhi ve iltifat-ı Rahmani ve kabul-ü Rabbani öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istinsahı ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter.”
İnsan, imanının gücü oranında, korkulardan da sıyrılabilir.
“İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.” hakikati bize bu dersi veriyor.
O zaman insan, izzetle yaşamayı, zilletle yaşamaya tercih etmelidir.
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ecel birdir, değişmez |
|
Bir hadis-i şerifte buyurulur ki: “Cenâb-ı Hak bir kulun ecelini bir yerde takdir etmişse, orada onun için bir ihtiyaç çıkarır, onu oraya doğru sevk eder.”1
Hz. Hüseyin’in eceline doğru gidişinde de aynı hakikati görüyoruz. Kufe yolunda Mukatil Oğulları köşküne geldiğinde bir rüya görüyor Hz. Hüseyin. “İnnâ lillâh… Biz Allah’tan geldik ve Ona dönüyoruz” meâlindeki âyeti okuyor ve rüyayı öldürüleceklerine yorumluyor.
Bunun üzerine oğlu Ali, “Babacığım biz hak bir dâvâ üzerinde değil miyiz? Allah sana kötü birşey göstermez” diyor, Hz. Hüseyin (ra) de, yeminle, “Biz hak dâvâ üzerindeyiz” diye karşılık veriyor. Oğlu, “Babacığım, öyleyse biz bu yolda ölüp gitsek de gam değil!” diyor, o da oğluna duâda bulunuyor.
Evet, önemli olan hak yolda olmaktı. Ve nihayet tasalı, mihnetli, belâlı yer anlamına gelen Kerbela’ya geliyorlar ve orada mukadder, yürekleri, vicdanları sızlatan acı son gerçekleşiyor.
Yedi yaşında bir çocukken Hz. Hüseyin, Cebrail’le birlikte görüşmekte iken Efendimizin (asm) yanına girmişti. Resûl-i Ekrem (asm) onu kucağına aldı, öptü, sevip okşadı. Onun bu sevgisini gören Hz. Cebrail, “Onu çok mu seversin?” diye sormuş, Allah Resûlü de (asm), “Evet” diye cevap vermişti. “İyi amma, ümmetin onu öldürecektir” dedi Hz. Cebrail. “Demek onu öldürecek olanlar mü’minler ha!” “Evet.” Hz. Cebrail, “İstersen sana onun öldüreleceği yeri de göstereyim” demiş, Efendimiz de (asm) “Olur” deyince Cebrail oradan getirdiği ıslak, kızıl bir toprağı Peygamberimize (asm) vermiş, Ümmü Seleme Validemiz de onu elbisesinin eteğine koymuştu.2
Hz. Ali’nin Sıffîn’a giderken Fırat kıyısında mataracasına “Biraz dur” demiş ve başından geçen bir olayı anlatmış: “Birgün Resûl-i Ekremin (asm) yanına gitmiştim. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu” diyor. Kendisini bu derece ağlatan bir şey mi olduğunu sorduğunda, “Evet, biraz önce Cebrail yanımdaydı. Hüseyin’in Fırat kıyısında şehit edileceğini haber verdi. Onun toprağından sen de koklar mısın?” dedi. “Evet dedim” diyor, “Bir avuç toprağı uzattığında da gözyaşlarıma hâkim olamadım” diyor Hz. Ali.3
İşte Hz. Hüseyin bu olaydan tam elli sene sonra Hîcrî 61. yılda şehitliğe yükseleceği bu kızıl topraklara doğru koşuyordu adetâ. Maksadı istibdadı önlemek, hürriyet-i şer’iye gibi yüce bir gayeyi gerçekleştirmek, Emevîlerin ırkçılığa dayalı siyasetleri yerine İslâm kardeşliğini yerleştirme uğruna şehitliği yakalamaya doğru koşmuş, bütün gelişmeler onu o noktaya götürmüştü.
Bediüzzaman Hazretleri, “Eğer denilse bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde, neden muvaffak olmadı. Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye fecî bir akibete uğramasına müsaade etmiş?” şeklindeki iki sorudan birincisine Hz. Hüseyin’in yakın taraftarlarında değil de cemaatine katılan sair milletlerde, yaralanmış millî gururları sebebiyle Arap milletine karşı bir intikam fikri içinde bulunduğunu, bunun da Hz. Hüseyin ve taraftalarının sâfî ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebep olduğunu belirtiyor.
İkinci soruya, yani kader noktasından feci âkibetin hikmetine ise daha önce dikkat çektiğimiz gibi Hz. Hasan ve Hüseyin’in geçici dünya saltanatı yerine parlak ve sürekli mânevî saltanata lâyık ve aday olduklarını söylüyor.4
Sıradan valiler yerine evliya aktaplarına merci olmak kadar üstün bir makam düşünülebilir mi?
Dipnotlar:
1- Camiü’s-Sağir, 1:232.
2- Müsned, 1:85.
3- Müsned, 3:242.
4- Mektûbât, s. 58-59.
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kur'ân'da kıyamet sahnesi |
|
İsveç’ten okuyucumuz: “Kıyamet nasıl kopacak? Koptuğu zaman ve hemen sonrasında neler olacaktır?”
Her canlı nasıl doğuyor, büyüyor ve ölüyor ise; kâinatın da doğumu, genişlemesi ve ölümü elbette söz konusudur. Her canlının ölümü nasıl Allah’ın takdirinde ise, kâinatın büyük ölümü de şüphesiz Allah’ın takdirindedir. Kıyametin kopması denilen kâinatın vazgeçilmez ölümü, içinde biz de olduğumuzdan şüphesiz bire bir bizi de ilgilendirir.
Kıyametin kopma emrine muhatap olması ve gerekli emirleri uygulaması için Cenâb-ı Hakk’ın “İsrafil” adlı büyük meleği görevlendirdiğini biliyoruz. Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Sur sahibi İsrafil sur’u ağzına koymuş, kulağını da Allah’ın emrine açmış; ne zaman üflemekle emrolunsa derhal üfleyecek halde beklerken ben nasıl sevinebilirim?” Bu söz Ashab-ı Kirama çok ağır gelince, Peygamber Efendimiz (asm): “‘Hasbünallahü ve ni’me’l-Vekîl’ deyiniz” buyurdu.1 Demek, o büyük dehşetin korkusundan kurtulmak için, Allah’a sığınmaktan başka çaremiz kalmaz.
Kur’ân, kıyametin kopuşu ile ilgili en yoğun haberlerin kaynağıdır. Kur’ân’ı dinleyelim:
1-Kıyametin ne zaman kopacağını Allah bilir:
* “Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: Ona dâir bilgi ancak Rabbimin katındadır. Ondan başkası Onun vaktini açıklayamaz. Kıyâmet, gökler ve yer için çok büyük bir olaydır! Size ansızın geliverir.”2
* “İnsanlar sana kıyametin vaktini soruyorlar. De ki: ‘Ona dâir bilgi Allah katındadır.’ Nereden bileceksin? O çok yakındadır.”3
2-Kıyametin kopuşu dehşetlidir:
* “Ey İnsanlar! Rabbinizden korkun! Kıyamet Gününün zelzelesi pek büyük bir şeydir! Onu gördüğünüz an, her bir emzikli kadın emzirdiğini unutur. Her bir hâmile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş görürsün. Hâlbuki onlar sarhoş değillerdir. Lâkin, Allah’ın azabı şiddetlidir.”4
3-Kıyametin kopuşu ile yeryüzü ve gökyüzü dağılacaktır; o gün yalanlanamaz:
* “Size vaad olunan muhakkak gerçekleşecektir. Yıldızlar karardığında, gökler yarıldığında, dağlar dağıldığında, Peygamberler ümmetleri hakkında şâhitlik etmeye çağırıldında; bu şahitlik hangi güne bırakıldı? Hüküm gününe. Hüküm gününün ne olduğunu bilir misin? Yazıklar olsun o günü yalanlayanlara!”5
* “Sur’a bir defa üfürüldüğünde, yeryüzü ve dağlar yerinden kaldırılır, birbirine defalarca çarpmakla darma dağın edilir. İşte o zaman olan olmuştur. Gök yarılmış, intizamından çıkmıştır.”6
4-Kıyamet gününde insan ancak Rabbine sığınır:
* “Kıyamet günü ne zamanmış?” derler. Gözler kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman. İşte o gün insan, ‘Kaçacak yer neresi?’ der. Hayır; sığınılacak hiçbir yer yoktur. O gün varılacak yer, ancak Rabbinin huzurudur. Yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı her şey o gün insana bildirilir.”7
5-Kıyamet, Sur’un birinci defa üflenmesiyle kopar, her canlı dehşete kapılır:
* “Sur’a üfürüldüğü gün, Allah’ın dilediklerinden başka göklerde ve yerde olan herkes dehşetle korkar. Hepsi de boyunlarını bükerek Onun huzuruna gelirler.”8
6- Sur’un ikinci defa üflenmesiyle her canlı ölür:
* “Sur üfürülür. Ve Allah’ın dilediklerinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa düşüp ölür.”9
7-Sur üçüncü kez üfürüldüğünde ise, tüm insanlar dirilir:
* “Sonra bir daha sur üfürülür. Ve onlar kabirlerinden kalkıp bakışırlar. Yer, Rabbinin nuruyla aydınlanır. Levh-i Mahfuz açılır. Peygamberler ve şahitler getirilir. Sonra aralarında hak ve adaletle hükmolunur. Haksızlığa uğratılmazlar.”10
* “Ve sûr üflenir. Onlar kabirlerinden kalkıp Rablerinin huzuruna koşarlar. ‘Eyvah bize!’ derler. ‘Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı? İşte Rahman’ın vaadi bu. Meğer Peygamberler doğru söylemişler.’ İşte tek bir sestir ki, hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler. O gün hiç kimseye haksızlık yapılmaz. Ancak işlediklerinizin karşılıklarını görürsünüz.”11
* “Muhakkaktır ki, kıyamet günü mutlaka gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Ve Allah kabirde yatanları diriltecektir.”12
Kıyametle ilgili olup bitenlerden bâkî ruhların da derecelerine göre hissedâr olacaklarını belirten Bedîüzzaman Hazretleri, bunu kahır ve celâl tecellilerinden meleklerin müteessir olmalarına benzetir. Bedîüzzaman’a göre, nasıl ki sıcak bir yerde bulunan insan, dışarıda kar ve tipi altında titreyenleri gördükçe akıl ve vicdan itibariyle üzülürse; tamamen şuur sahibi olan bâkî ruhlar da kâinâtla bire bir ilgili olduklarından kâinâtın büyük olayı olan kıyâmetin kopuşundan derecelerine göre etkilenirler. Azap ehli ise korku içinde, acı ve elem duyarak; saadet ehli ise, hayret ve heybet içinde, şaşkınlıkla ve birbirine müjdeleyerek kıyametin kopuşunu hissederler. Çünkü Kur’ân, kıyametle ilgili haberlerinde “Göreceksiniz!” diyor. Oysa dünyevî cisimleriyle kıyameti görenler ancak o saate yetişenlerdir. Öyleyse kabirde cesetleri çürümüş olsa bile tüm ruhlar kıyametin kopuşunu göreceklerdir.13
Dipnotlar:
1- Rıyâz’us-Sâlihîn, 408; 2- A’râf Sûresi, 7/187; 3- Ahzâb Sûresi, 33/63; 4- Hac Sûresi, 22/1,2; 5- Mürselât Sûresi, 77/7-15; 6- Hâkka Sûresi, 69/13-15; 7- Kıyâmet Sûresi, 75/6-13; 8- Neml Sûresi, 27/87; 9- Zümer Sûresi, 39/68; 10- Zümer Sûresi, 39/68, 69; 11- Yâsîn Sûresi, 36/51-54; 12- Hac Sûresi, 22/7; 13- Mektûbât, s. 61, 62
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Çağdaş engizisyon! |
|
Bazen siz de şöyle düşünmez misiniz? 2008 Türkiye’sinde mi yaşıyorum, Ortaçağ Engizisyonunun Avrupa’sında mı? Ortaçağ Avrupa’sının engizisyonu da düşünceyi, ilmi, araştırmayı, tahkiki, gözlemi, dolayısıyla düşünen beyinleri ve ilim adamlarını cezalandırıyordu. Kiliseye aykırı düşünceler ileri sürenler; ya özür dileyip vaz geçecekti; ya işkence altında itiraf edip hapse düşecekti (hapis de ölüm demekti zaten) veya sürgün.
1231’de, Papa IX. Gregorius tarafından kurulan engizisyon, kilise düşüncelerine aykırı düşünenleri cezalandırıyordu. Yalnızca 200 bin insan diri diri yakılmıştı! Milyonlarcası da hapsedilmişti... Katolik kilisesi, Ortaçağ’da gücünü sağlamlaştırdıktan sonra, kabul edilmiş doktrinlere karşı çıkanları toplum düşmanı olarak ilân etti. Bazılarının akıbeti şöyle:
* Roger Bacon (1220-1292): Büyüteci ilk bulan olarak tarihe geçti. Fransisken öğretisini eleştirdiği için 15 yıl hapis yattı.
* Ockhamlı William (1285-1347): İngiliz filozof, Papalığa karşı imparatorluğu desteklemenin İncil’e uygun olduğunu söylediği için mahkûm edildi. Ancak, Münih’e kaçarak hayatını burada sürdürdü.
* Giordano Bruno (1548-1600): Aristotelesçi kapalı evren görüşünden ilk sıyrılanlar arasında yer alan İtalyan filozof, Kopernik’in tezini savundu. Evrende, Dünya’dan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi. Aykırı görüşler beslediği için Roma’da kazığa bağlanıp, diri diri yakıldı.
* Galileo Galilei: 1633 yılının 22 Haziran günü yargılandı: “Ben, ‘Güneş evrenin merkezindedir’ dediğim için yargılanıyorum ve bu tür aykırı görüşleri nefretle kınıyorum, lânetliyorum. Aynı zamanda Kutsal Katolik Kilisesi’ne yapılan tüm yanlışları da...” Galile de bu akibetten kurtulabilmek için engizisyon mahkemesi önünde, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü yolundaki iddiâsından dönmek zorunda bırakılmıştır.
* Paganini (1782-1840), ölmeden önce günah çıkartmayı kabul etmediği için, uzun yıllar boyunca ölüsüne gömülecek yer verilmemiştir.
* 2 Ocak 1492 sabahı Kardinal Don Pedro de Mendoza, El-Hamra Sarayı’nın Alcazaba denilen baş kulesine gümüş haçı dikerek İspanya’da Müslüman egemenliğinin sona erdiğini ilân etti. 500 bin nüfusu ile Avrupa Kıtası’nın en büyük şehri olan Gırnata, İspanyollara teslim oldu. Kaçanlar kurtuldu, kaçamayan Müslümanlar da kitle halinde öldürüldü. Hâlbuki taraflar arasında imzalanan ahitnâme gereği Müslümanların can ve malına dokunulmayacaktı. Ama kral, şehre girdiği gün, daha ahitnamenin mürekkebi kurumadan sözünü çiğnemişti. Hıristiyanlığı kabul etmeyenler yakıldı; malları yağma edildi. Kısa zamanda İspanya’da tek bir Musevî ve Müslüman bırakılmadı. Engizisyon Mahkemesi, 18 sene içinde 24.000’den fazla Müslüman’ın idamına karar verdi. Engizisyon Mahkemesi’nin kararıyla Gırnata’da 1 milyon cilt kitap yakılmıştı. Kardinal Ximenes, 80 bin el yazması eseri, bizzat eliyle yaktı.
Gelelim ülkemize: Baştan ayağa yasaklarla dolu Anayasa, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1998 darbe süreçlerinden sonra gelen yasaklar hâlen tüm şiddetiyle devam ediyor. 301. madde, keyfî başörtüsü ve sair yasakların Engizisyondan ne farkı var? (Tek fark var, engizisyonu kilise icat etti, çağdaş engizisyon üniversite!)
Düşünce, farklı fikirler anasaya ve kanunlarda suç! Keyfîlik, hakuksuzluk, bedevîlik, orman kanunu! Ortaçağ engizisyonunun çağdaş versiyonu gibi işlemiyor mu?
“Şu zamanın medenî engizisyonu müthiş bir vesileyle, bazı ezhânı telkih ile, bir kısım nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyete karşı kinini ve hiss-i intikamını icrâ eder. Diyanetsizliğe veya lâübaliliğe veya Hıristiyanlığa temâyüle veya İslâmiyetten şüpheyle soğutmaya bir kapı açmak ister. İşte o desise şudur: ‘Ey Müslüman, bak nerede bir müslim varsa binnisbe fakir, gafil, bedevîdir. Nerede Hıristiyan varsa, bir derece medenî, mütenebbih ehl-i servettir, demek...’ İlâ âhir.
“Ben de derim ki: Ey Müslüman! Biri maddî, biri mânevî, Avrupa rüçhanının iki sebebinin şu netice-i müthişiyle, o neticenin tesir-i muharribânesine karşı, mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun!” (Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 75-76.)
(İslâmın engin düşünce hürriyeti meselesini yarın ele alalım.)
15.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Fatihlerin, Âkiflerin heykeli |
|
Muhafazakâr diye bildiğimiz siyasilerin, tarihe mal olmuş makbul ve mübarek şahsiyetlerin heykelini dikme yönündeki arzu ve iştiyakını oldum olası anlayabilmiş değilim.
Üstelik, onların bu heykelcilik merakı, ne onlara, ne de bağlı oldukları siyasî partiye bir faydası var. Hatta, zarar üstüne zarar verdiğini söyleyebiliriz.
Bakınız, Fatih ilçesinin ANAP'lı ilk belediye başkanı (1984), rekor seviyedeki bir oy oranıyla (% 53.53) seçimi kazandığı halde, bir sonraki seçimde partisi tarafından aday bile gösterilmediği gibi, daha sonraki yıllarda hangi partinin adayı olduysa, kendisiyle birlikte o partinin oylarını da dibe vurdurmuştur.
Bu siyasî iflâsın başka sebepleri de olmakla birlikte, en büyük sebebinin İtfaiye Parkına başkanlığı zamanında diktirmiş olduğu "Sultan Fatih Heykeli" olduğuna inanıyoruz.
Son belediye seçimlerinde yine bir partinin başkan adayı idi. Propaganda çalışması günlerinde, sanki bir üstün meziyetmiş gibi Fatihli seçmenlere bu heykel mârifetini övünerek anlattığına şahit olunca, onun siyasî ikbâlini kendi eliyle karattığına kanaat getirdik.
* * *
Gariptir ki, bu heykelcilik merakı ANAP'lılardan sonra AKP'lilere bulaştığına şahit oluyoruz.
Birkaç sene evvel, Ankara Belediye Başkanının 50 metrelik Mevlânâ/semâzen heykelini yaptırma niyet ve arzusu gündeme gelmişti. "Böyle sanatın içine tükürürüm" sözüyle de meşhûr olan sayın Başkan'a hiç gecikmeden biz de fikrimizi, tepkimizi ifade ettik. Neyse ki, bundan vazgeçildi.
Ne var ki, aynı durum, üstelik çok ileri boyutta olmak üzere İstanbul Belediyesini meşgul etmeye başladı.
Bir ara, Sivriada'da (Hayırsızada) bir 110 metrelik büyük bir semâzen heykelinin yapılması düşünüldü.
Bununla ilgili tartışmalar henüz bitmeden, bu kez Boğaz'ın girişine Kadıköy mendireğine yakın bir noktada yine on metrelerce yükseklikte bir Sultan Fatih heykelinin proje çalışması gündeme damgasını vurdu.
O günlerde de fikrimizi söyledik ve sonradan bunlardan hiçbirinin tahakkuk etmediğini sevinerek gördük.
* * *
İstanbul'da devâsâ heykellerin yapılmadığına sevinirken, bir de baktık ki Ankara'da Taceddin Dergâhı önünde kocaman bir Mehmed Âkif heykelini dikivermişler.
Bu garabetin farkına, 12 Mart'ta İstiklâl Marşının yıldönümü vesilesiyle orada yapılan bir resmî tören vesilesiyle vardık.
Devlet ve hükümet büyüklerinin resimlerini, heykel resmiyle aynı kare içinde görünce, içimiz bir tuhaf oldu. Üzülmedik desek, yalan olur.
Zira, düşünce ve kanaatimiz şudur ki: Fatih gibi, Âkif gibi mânevî cephesi kuvvetli tarihî şahsiyetler, heykellerinin yapılmasına asla taraftar değiller. Rızaları yoktur ve olması da imkânsız.
Dolayısıyla, heykellerini dikmekle, hem onların kemiklerini sızlatıyor, hem de sevenlerini üzmüş oluyoruz.
Esasen, onların heykelini yaparak, onları mânen yaşatmıyor, belki bu yönleriyle öldürmeye çalışıyoruz.
Buna ise, hiç kimsenin hakkı yoktur.
Evet, bir kez daha soruyoruz: Kim ne hakla, üstelik onların arzularının hilâfına, dahası itikadların aykırı bir tarzda giderek oraya buraya heykellerini dikiyor?
Birileri çıkıp bu suâlin cevabını vermeli. Aksi halde, bu ve benzeri sorular onların peşini bırakmayacak, her vesileyle karşılarına çıkmaya devam edecek.
Âkif'in heykeli önünde
Devlet ve hükümet erkânı, İstiklâl Marşının kabul gününde (12 Mart) M. Akif'in heykeli önüne giderek saygı duruşunda bulundu.
Onların merhûm Âkif'e sevgi ve saygu duyduklarından zerrece bir şüphemiz yok. Ama, o mübarek zât için heykel yapılmasının da, Âkif'in "iman dolu göğsündeki serhaddine" aynı derecede bir saygısızlık olduğuna inanıyoruz.
Evet, farklı dünyanın insanları için aynı şeyler söylenmez belki; ama, Fatihlerin, Âkiflerin heykelini dikmek, bize göre onları mânen öldürmeye çalışmak anlamına geliyor.
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Meryem TORTUK |
Simurg yeniden uçuyor |
|
Simurg yokluk vadisinin tepesinde yeterince dinlendi. Varlığa doğru kanat çırpmak için yeniden hareketlendi. Ne de olsa bahar kondu dallara. Tabiî bizim dallarımıza da.
Ama aldanmamak gerekiyor yine de bu bahar havalarına. Bir anda çarpıveriyor insanı, kendi mayhoşluğuna daldırıp, sonra birden bire bi hışım çiçekleri de, dalları da yerle bir ediveriyor.
Hayat da böyle yaşanıyor zaten. Bir şeylerin baharına konuyor yüreğimiz. Tam içinde gönlümüzü hoş eden esintiye kendimizi kaptırdığımız an, bir hışım rüzgârlar esiyor ve ellerimizde kala kala şaşkınlıkla dolu bakışlar kalıyor. Islak bir kalp, ıslak bir göz ve buruk bir tebessüm…
İşte bahar gülümsüyor yine göz bebeklerimizde. Alıp götürüyor kalplerimizdeki bahar ülkelerine. O baharlar ki, yeniden dirilişleri var olmanın güzelliğiyle buluşturuyor. Dışarıdaki binlerce ses, binlerce renk, binlerce düşünce, baharın bir tebessümünün içinde kayboluyor. Öze, yüreğe, insan olmaya, varlıkların tercümanı olmaya bir kez daha muhatap kılıyor insanı. Zorluyor beyin çeperleriyle birlikte kalbi.
Dışarıda devam eden onca savaşlardan, onca insanlığı yerle bir eden, yok eden çatışmalardan, kirden, pastan kurtarıp bir çiçeğin tebessümünde yeniden kendisiyle kucaklaşmasını sağlıyor insana bahar.
Her şeyin baharı özel de, en özel bahar sanırım insanlığın baharı olacak. İnsanlar acının dinî, dili, ırkı, rengi, cinsiyeti olmadığını anladıkları zaman belki insanlığın baharı ufkumuzda parlayacak. Belki de sevinçlerin insan yüreğinin en tabiî hakkı olduğunu anladıkları zaman.
Afrika’daki bir bebeğin tebessümünün, kendi çocuğunun tebessümünden farklı olmadığını anladığı zaman.
Yüreklerimizi o bahar ülkesine uçurmak ve orada buluşmak dileğiyle…
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Risâle-i Nur’daki engin şefkat ve kardeşliğin gereği |
|
Helâket ve felâket asrının dehşet veren hadiseleriyle her an, her yerde karşılaşmak mümkün. Zaman tünelinde, hadisâtın dağlarvârî dalgaları arasında istikameti muhafaza etmek, ayakta durabilmek, hislerin esiri olmamak, adaletli davranabilmek gerçekten oldukça zor. Ama bu zorluklar engelini aşmak dünyadaki imtihanın kaçınılmaz gereği.
Kalbin sermayesi, şahsî hayatın direği, aile hayatının hazinesi, toplum hayatının vazgeçilmezi hep, şefkat, sevgi, merhamet, saygı, barış ve hoşgörü.
İstesek de, istemesek de, aile hayatımızda, akrabalık ilişkilerinde, mahalle, köy, şehir ve toplum hayatında, hakka, adalete, hukuka ve insânî değerlere her zaman uymak zorundayız.
Tâbiri caiz ise “Tekrar çalmak zorunda olduğumuz kapıları çarpmadan” terk emek. Günün birinde yine o kapıya gelebileceğimizin hesabını mutlaka yapmak ve hayata öyle devam edebilmek. Talebe-hoca ilişkilerini... Karı-koca ilişkilerini... Amir-memur ilişkilerini... Asker-sivil ilişkilerini... Siyasetçi-bürokrat ilişkileri... Ağabey-kardeş ilişkilerini... hep bu zaviyeden değerlendirmek gerek.
“İnsan” demek “problem” demek. İnsanın olduğu her yerde mutlak mânâda problem vardır.
Bir işin görülmesi ve hizmetin icrasında birçok farklı sebepten dolayı netice almayı güçleştirecek birçok olumsuzluk olabilir. Bütün bunlar için, aklın ışığında, vicdanın muhâkemesinde, insafın hakemliğinde, kırgınlık ve hissîlikleri aşarak, farklı düşünce ve mizaçlara saygı duyarak ve de asla ve kat’a küskünlüğe, garaz, inat ve kine girmeden kısa yoldan çözüm üretmeye bakmak lâzımdır. Kur’ân, bunların aksini men ediyor! Tarih bunu reddediyor!
Bütün sıkıntı ve problemlerin çözüm reçetesi: Akıl ve muhakeme aracının liderliğinde, sabır ve insaf macununun katkılarıyla, dikkat ve hoşgörü ilâcının kullanımıyla, şefkat ve uhuvvet tiryakının istimaliyle, sağlıklı ve istikametli düşünmekle mümkündür. Kur’ân ve sünnetin beşeriyete vazgeçilmez reçetesi budur. Asrın mânevî tabibinin, şahsî, ailevî, toplum ve devlet hayatımız için sunduğu Kur’ânî reçete budur. Menfî de olsa hayatın kaçınılmaz gerçekleri olan saldırı, münakaşa, itham, tenkit, itiraz… vb. konularda meşrû yoldan dışarı çıkmamak...
İşte kaynağından şahane çözüm çareleri ve örnekler: Hayatının gayesi ve ömrünün sermayesi olan Risâle-i Nurlar hakkında itiraz eden bir vaiz için Bediüzzaman’ın söyledikleri:
“Saniyen: O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hatta tecavüz edilse de bedduâyla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü daha müthiş düşman ve yılanlar var.” (Kastamonu Lâhikası, s. 191)
İşte haşin ve vahşî ruhlara karşı takınılacak tavra ait akılcı bir gerekçe: “Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, ‘Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları vakit, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler’ (Furkan: 72) düsturunu rehber edininiz.” (A.g.e., s. 191)
Nur dairesi içersinde bulunmuş, fikren yanlışa düşmüş bir şakirt için verilen derinlemesine düşündürücü bir tavsiye ve ders: “Hem, Hasan Avni ismindeki zat, madem evvelce Risâle-i Nur’a girmiş ve yazısıyla da iştirak etmiş, o daire içindedir. Onun fikren bir yanlışı varsa da affediniz.” (A.g.e., s. 192)
Ehl-i kitap olan Hıristiyanlara karşı takınılacak inanılması zor, ama gerçek olan bir tavır: “Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak ve Allah’ı tanıyan ve ahireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.” (A.g.e., s. 192)
Ve nurun hizmet dairesi içerisinde olan bütün mensuplara bir tavsiye: “Ve Risâle-i Nur’un âlem-i İslâmda intişarına karşı hayat-ı içtimâiye ve siyasiye cihetinde mâniler çıkmamak için, Risâle-i Nur şakirtleri musalâhakârâne vaziyeti almaya mükelleftirler.” (A.g.e., s. 192)
Kardeşlik, samimiyet ve hasbîlik dolu günleri, milletçe, inananlarca, hep beraber yaşamak, çözümü düğüme döndürmemek ümit ve temennisiyle...
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Patron’lar kârda, millet zararda |
|
En başta ifade edelim ki, helâlinden kazanarak ‘patron’ olanlar hiç alınmasın. “‘Patron’lar kârda, millet zararda” şeklindeki eleştirimiz, alınteri ile değil; hile ve faiz gibi yollarla haksız kazanç sağlayanlar için.
Türkiye’de yaşayan büyük çoğunluk ‘geçim sıkıntısı’ çekerken; az sayıda aile ‘ultra lüks’ bir hayat yaşıyor. Bu noktada kabahat sadece ‘ultra lüks’ hayat süren zenginlerde değil, onlara bu imkânı sağlayan ‘siyasî irade’de olsa gerek.
Tabiî ki ‘siyasî irade’ doğrudan zenginlerin cebine para koymuyor. Fakat uyguladığı yanlış ekonomik ve siyasî politikalar böyle bir netice doğuruyor. Öyle olmasa, zenginler zengin olmaya, ‘fakir’ler de ‘daha fakir’ olmaya devam eder miydi?
Elbette, gelir dağılımındaki adaletsizlik sadece Türkiye’nin meselesi değil. Bütün dünyada bu problem yaşanıyor. Aslında huzur ve sükûnun en büyük engeli bu adaletsizliktir. Zengin ile fakir arasındaki uçurum büyümeye devam ettikçe, Türkiye ve dünyada huzura kavuşmanın mümkün olmadığını kabul etmeliyiz.
Dikkatleri çeken başka bir konu daha var: Bilhassa büyük şehirlerde, sanayi ve yatırım yerine ‘tüketim’e hitap eden büyük alışveriş merkezleri açılıyor. Nisbeten ‘fakir’ kabul edilen semtlerde bile ‘AVM’ler ya da ‘Towers’lar açılıyor. Bu arada, ‘ultra zengin’lere hitap eden ‘site’lerin sayısındaki artış da dikkat çekici. On milyonlarca kişi geçim sıkıntısıyla karşı karşıya iken, bunların yapılması ve hepsinin de müşteri bulması, adaletsiz gelir dağılımının çarpıcı bir örneği değil mi?
Küçük esnaf ve sanatkârlar, dükkân kirasını çıkarmakta zorlanırken, büyük holdinglerin yüzde 50’leri aşan yıllık kâr yaptıklarını açıklamaları da manidar değil mi?
Son yıllarda en çok kâr eden sektörlerin başında bankacıların gelmesi de her halde tesadüf olmamalı. Meselâ bir banka, geçen yıl net kârını yüzde 57 nisbetinde arttırdığını ilân etmiş. (Vatan, 13 Mart 2008) Bunca ekonomik sıkıntıya rağmen, bir bankanın bu nisbette kâr elde etmesi sadece onun ‘çalışkanlığı’ ile açıklanabilir mi? Elbette başka bankalar da buna yakın nisbetlerde kâr etmişlerdir. Peki, mahallemizdeki bakkal, esnaflık yapan komşumuz, caddemizdeki tekstil firması, şehrimizdeki sanayî tesisi bu nisbette kâr edebildi mi?
Bu göstergeler bir şeylerin yanlış yapıldığını hatırlatmalı. Aynı gemide yolculuk edenler, ‘tasada ve kıvançta’, rahatta ve zahmette ortak olmalıdırlar. Herkesin bildiği gibi, ‘biri yer, biri bakar’ ise o gemide huzur ve sükûn mümkün olmaz. ‘Rant’ yoluyla kolay yoldan zengin olmanın cazip gösterilmesi, yatırımcıları da bu yola sevketmektedir.
Güya yatırım niyetiyle yurt dışından Türkiye’ye gelen paraların da bu sektörlere gitmesi ayrı bir handikap. Bu anlamda, bankacılık sektörünün neredeyse yarısını ‘yabancı yatırımcılar’ın elinde olması hayra alâmet değil. Türkiye, ‘rant’ yoluyla kolay yoldan para kazanılan ve milyonların git gide fakirleştiği bir ülke olmamalı.
Gözümüz yok, patronlar daha da zengin olsun; ama bu zenginlikten ‘fakir’ler de pay alsın. Bunun en sağlıklı yolu da ‘zekât’ köprüsünü tesis edebilmektedir.
“Çare ararken yine ‘din’ dediniz!” şeklinde itiraz ileri sürmeyi düşünenler çıkacaksa, lütfen varsa ‘din dışı’ makul çarelerini sıralasınlar...
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Darbeye darbe dememek |
|
27 Mayıs darbesi Türkiye’de darbelerin yolunu açan askerî darbe olarak tarihte yerini almıştır. Demokrasiye vurulan en büyük darbe olarak tarihe not düşülen dönemde Meclis lağvedilmiş, her türlü siyasî faaliyet yasaklamıştı.
38 kişi bir araya gelip, meşrû bir iktidarı gayr-ı meşrû ilân edip; bir takım olağanüstü mahkemeler kurmuşlar, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere hükümet üyeleri, Demokrat Parti yöneticileri, milletvekilleri Yassıada’ya hapsetmişlerdi. Yassıada Mahkemeleri’nde 14 DP’li idama mahkûm edilmiş, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan idam edilirken, diğer ölüm cezaları müebbet hapis cezasına çevrilmişti.
Yassıada Mahkemesi Başsavcı Altay Egesel’in, “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” sözleri mahkemenin nasıl bir mahkeme olduğunu ortaya koymuştu.
Peki, DP ne yapmıştı? Köylüye insan olduğunu hissettirmiş, halkın talepleri yerine getirmişti. Ezanı aslına çevirirken, inanç özgürlüğünü sağlamış, din dersini okullarda okutmaya başlamıştı. Türkiye’yi tek parti zihniyetinden kurtarırken, demokrasinin kurallarını oturtmuştu. Türkiye’yi barajlara, yollara kavuşturmuştu.
12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren, geçtiğimiz yıl darbeler tartışılırken, “60 ihtilâlini gördüm. 60 müdahalesi alttan geldi. Alttaki genç subaylar teşkilâtlandı, Harp Okulunu sokaklara dökerek radyoyu ele geçirdi” dedikten sonra “Onun için genç subaylara dikkat etmek lâzım. Genç subaylar arasında bunu teşvik edenleri yakalayıp ordudan atmak lâzım” şeklinde konuşmuştu.
* * *
Darbe yapanlar dahi bu tür itiraflarda bulunurken, Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan’ın ‘Dünya Kadınlar Günü’nde 27 Mayıs’ı övmesi hayretle karşılandı. 27 Mayıs’ı ‘darbe’ olarak görmeyip, ‘devrim’ olarak gören, “Menderes’in idamında toplumsal coşku vardı” diyen bir yargı mensubunun demokratik bir zihniyete sahip olduğu söylenebilir mi? Başsavcı bununla da kalmıyor. Namaz kılmayı öğrenecekmiş de, DP ezanı aslına çevirdiği için namaz kılmayı hiç düşünmemiş. DP’nin iktidara gelmesiyle din adamlarının kaşındığını söylemiş!
Öncelikle şunu söyleyelim. 27 Mayıs bir askerî darbedir. Kaldı ki, darbe yapanlar da bunun bir ‘darbe’ olduğunu söylüyor.
Şunları da sormak lâzım: Menderes’in idamını ‘coşku’yla karşılayan millet nasıl oluyor da, DP’nin devamı olan Adalet Partisi’ne ihtilâlden sonraki ilk genel seçimde -27 Mayıs yönetiminin baskılarına rağmen- yüzde 34.80, 1965 seçimlerinde ise yüzde 52.87 oy verebiliyor? Asıl coşku bu değil mi? Millet ‘darbe’nin cevabını sandıkta vermiş olmuyor mu?
Çölaşan’ın konuşmalarına gereken cevap verildi. Ama siyasetçilerimizden, özellikle parlamentoda grubu olan partilerden cevap gelmemesi üzüntü verici. Sadece Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in “Keşke konuşmasaydı. Bunlar kurumları da yıpratıyor. Hele hele, toplumda derin ve büyük yaralar açmış konu ise hukuk adamları konuşacaklarsa da emekli olduktan sonra konuşurlar buna engel yok’ açıklaması ile AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, konuşmayı “acı, üzüntü esefle karşılayan” sözleri oldu.
Bu arada Çölaşan’ın sözlerine tepki gösteren siyasetçiler de oldu. Merhum Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes, “Açıklama marazî bir ruh halini yansıtıyor. Hezeyandır. Konuşan kişi kin kusmuştur. Cevap vermek tenezzül meselesidir. Sözlerinin tamamı darbe tellâllığıdır. Anayasal düzene tamamen aykırı sözlerdir. Bundan sonra söz Danıştay’a düşmektedir” şeklindeki sert sözleri ile DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun, “Demokratik, anayasal hukuk düzenimizi ortadan kaldıran bir eylemi yani bir askeri darbeyi övmesi, hukukçu yemine sadık kalmadığı anlamına gelmektedir. Çölaşan, hemen, bir dakika bile durmadan, o kutsal makamdan istifa etmelidir” şeklindeki tepkisini de aktaralım.
Başta Danıştay olmak üzere yargı bu konuda suskun… Malûm medyadan da ses çıkmıyor
Tansel Çölaşan’ın bu sözleri artık yargıda… Mazlumder Genel Başkan Yardımcısı Emrullah Beytar, Danıştay Başsavcısı Çölaşan hakkında suç duyurusunda bulundu. Dilekçede, Çölaşan hakkında, Türk Ceza Kanununun “suçu ve suçluyu övme” suçunu düzenleyen 215. maddesi uyarınca kamu dâvâsı açılması talep edildi. Yargının kararını bekleyip göreceğiz.
Bizim burada söyleyeceğiz söz şudur: Milletin egemenliğine, millî iradeye ve demokrasiye inanan herkesin, başta 27 Mayıs olmak üzere bütün askerî müdahaleler, ara rejimler, demokrasiye darbe vuran girişimler karşısında net bir şekilde tavırlarını ortaya koymalıdır. Bu tavır da demokrasiden yana olmalı.
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Morfoz… |
|
Bediüzzaman, çağımızda dünyadaki ahlâkî aşınmayı ve müthiş mânevî tahribatı, “Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüc’ün dünyayı fesada vermesi”ne benzetir. Kur’ân ahlâkının sarsılmasıyla daha müthiş olarak, ahlâkta ve hayatta karanlıklı ve inkârcı bir anarşiliğin fesâda ve ifsâda başladığını haber verir. (Kastamonu Lâhikası, 110-112)
İnsanlık, 21. yüzyıla bir yandan çevreyi tahrip eden küresel ısınmayla, diğer yandan zâlimlerin hegemonya ve çıkar projeleriyle dayatılan katliamlarla; acı, göz yaşı ve dramla girdi. Tam bir insanlık trajedisi yaşanıyor. Yalnız madden değil madden de yaralanıp çöküntüye uğruyor. Şiddet ve sefâhetle sarsılıyor…
Ne var ki insanoğlu, son çağda kendisine “nîmet” olarak verilen teknik ve teknolojiyi, Peygamberlerin vahiy yoluyla başlangıçlarını hediye ettikleri medeniyet hârikalarını, hasîs dünyevî çıkarcılıkta kullanıyor. Ahlâkî değerlerin tahribinde, çocukların ve gençleri uyuşturan, kumar, esrar, eroin gibi kötü madde bağımlılığı tuzağına düşüren bir morfoz olarak istimal ve istismar ediyor.
Televizyonlar, bu mânevî ve ahlâkî dejenerasyonun âdeta öncüleri. Magazinle uyuşturulan ruhlar, sureta mâsum gibi görünen ve güya insanlara maddî yardımda bulunan “yarışma programları”yla âdeta sersemleştiriliyor. Haberlerde “global ekonomik kriz”le korkutulan kalabalıklar, saçma sapan “şans ve talih oyunları”yla, “umut tâcirliği”nin elinde oyuncak hâle getiriliyor.
Sözde “kadın programları”yla milletin ahlâkî ve mânevî yapısına, gelenek ve değerlere aykırı uç ve bâtıl tasvirle, âilenin ve toplumun toptan zehirlenmesine âdeta zemin hazırlanmakta. İnanç ve mânevî değerlere bigâne, tarihin ve ecdâdın tecrübesine saygısız, tamamıyla zaaflarının zebunu, Kur’ân’ın tâbiriyle “giydirilmiş kalas” anlamında “kuşaklar” yetiştirilmeye çalışılıyor…
* * *
“Nur Âleminin Bir Anahtarı”ndaki “Güzel sözler Ona (Allah’a) yükselir” (Fâtır Sûresi, 10) meâlindeki âyeti, “hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi”yle tefsir eden Bediüzzaman, radyo bahsinde “havanın kudsî vazifesinin hikmet-i hilkatinin (yaratılış hikmetinin) en mühimi”ni izâh eder. Yeryüzünün radyolar vasıtası ile bir tek menzil hükmüne getirilmesini, “nev’-i beşere (insanlığa) pek büyük bir nimet-i İlâhiye” nitelendirir. (s.26-27)
Gerçek şu ki radyodan çok büyük bir “nîmet” olan televizyon nîmeti ve internet gibi gelişmiş çağdaş yayın ve iletişim araçları, insanlığa bahşediliş amacında kullanılmadığında, çok daha büyük ve vâhim zararlara duçar ediyor. “Büyük bir nîmet iken büyük bir nikmet (zarar, faydasız ve nimetsizlik) oluyor.
Zira televizyon meftunu toplumlar, artık sanal yaşamaya başlar. İnsanların psikolojik yapıları bozulur, sosyolojik dengeler altüst olur. Seyirciler, dizilerle ağlar, filmlerle yaşar, televole telkiniyle ve küresel popüler kültürle şekillenir. Asıl görev ve vazifeler unutturulur; “yarışmalar”da kimin kaç milyar kazanıp kaybettiğine sevinilir, onlar adına üzülüp ağıtlar yakılır!
Şu hâle bakın; bu ülkede devletin resmî televizyonu, yılbaşı gecesinde birkaç şarkı için trilyonları ödüyor. Millî Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü’ne bağlı Sayısal Loto devlet eliyle oynanıyor. Yabancılara satılan Tekel, içki üretmeyi sürdürüyor.
Resmî raporlara göre, Türkiye’de internet üzerinden kumar ve bahis oyunlarını oynayanların sayısı milyonları aşmış. Millî Piyango İdaresi’nin rakamlarına göre ülkede “online casinolar”ın yıllık cirosu bir milyar dolara ulaşmış. Uyuşturcu yaşı ilkokul seviyesine inmiş. Kredi kartı ile oynanan kumar ve bahisler sâdece çocukları, gençleri değil, binlerce yetişkin insanı iflâs ettirip tefecilerin eline düşürüyor; âilelerin dağılmasına sebebiyet verdiriyor. İnsanlar, ümitsizlik, magazin ve “yarışma” perdesindeki şans oyunlarına bağımlı hâle getirilmekte. Umut, oyalayıp avutan oyuncaklarda aranmakta…
* * *
Çocukları ve gençleri mânen ve ahlâken aşındıran çoğu dış kaynaklı ithal malı ahlâk bozucu müstehcen filmler, televoleler, “marka” ve “idöl” hayranı, his ve heveslerine mağlup nesiller yetiştirmekte… Birkaç yüz kişi etrafında kısır döngü dönen magazin programlarıyla, kafalar ve kalpler bir nevi “esâret” altına alınmakta Sırtında okul çantasıyla çocuklar “iddaa” türü “sanal kumar”hanelerle, başdöndürücü faydasız internet oyunlarıyla heyecanlarını, coşkularını yitirmiş, idealleri olmayan bir gençlik türetilmekte...
Kısacası, İman ve mânevî terbiye eksikliği ve âhiret inancının zâfiyetiyle gençler ve çocuklar korkunç uçuruma itilmekte; mânevî çöküşün tehlike zilleri çalmakta… Ahlâk ve mâneviyat buhran ve bunalımı, bilhassa toplumun mânevî kırılma çizgisinin tam üzerinde bırakılan gençlerde ve çocuklarda alarm işâretleri vermekte… Çâresi, sefâhet ve ahlâk dışılıkla tahrip eden müthiş mânevî tahribâta karşı mânevî tâmirattır. Öncelikle televizyonu “aptallaştıran” bir uyuşturucu âleti olmaktan çıkarmaktır.
Bunun için, insanlığa pek büyük nîmet olan televizyon ve teknolojiye “umumî şükür” olarak, bu araçları “herşeyden evvel ‘kelimât-ı tayyibe’ olan başta Kur’ân-ı Hakim ve hakîkatleri; imanın ve güzel ahlâkın dersleri ve beşere (insanlığa) lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimâtlar” dediği muhtevada kullanmaktır. (a.g.e)
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Değişen roller |
|
Bizdeki laikçiler, Osmanlının son döneminde başlayıp cumhuriyet sonrası tamamlanan devrimlerle Türkiye’nin “ortaçağ”dan kurtulduğu ve çağdaşlık yoluna girdiği iddiasındalar.
Onlara, ortaçağ kavramının vaktiyle Hıristiyan skolastizminin pençesinde kıvranan Batı için geçerli olduğunu ve İslâm âleminde ona tekabül eden bir karşılığının bulunmadığını anlatmak için nefes tüketmenin fazla bir anlamı yok.
Çünkü meseleyi anlamaya niyetleri yok.
Gerçi Bediüzzaman ortaçağ anlamına gelen “kurun-u vusta” tabirini İslâm toplumları için de kullanıyor, ama laikçilerin kast ettiğinden çok farklı bir bağlamda. Ve geri kalmışlığımızın sebebini dine bağlamıyor, “İslâmın özünü terk edip kabuğuna hasr-ı nazar etmemiz”le açıklıyor. (Hutbe-i Şamiye, s. 21, Muhakemat, s. 7)
İşin bu ciheti, ayrıca detaylı şekilde üzerinde durulması gereken son derece derin bir bahis.
Bizim konuyu getirmek istediğimiz yer farklı.
Laikçiler, devrimler adı altında yapılanları, asırlardır gelen statükoyu kökten değiştiren ilerici atılımlar ve yenilikler olarak takdim ediyorlar.
Avrupa’dan tercüme ederek “Bizim toplumumuzun bünyesine uyar mı, uymaz mı?” diye düşünme zahmetine katlanmadan motamot uygulamaya koydukları kanunları da “hukuk devrimi” adı altında göklere çıkarıyorlar.
Bu yaptıklarını eleştirenlere ise “mürteci, gerici, tutucu, yobaz” yaftasını yapıştırıyorlar.
Ama zaman içinde bu durum değişmeye başladı.
Ve “devrimci”lerin bu süreçle birlikte yaşadıkları derin çelişki bir çıkmaza dönüşerek, gelinen noktada, onları Bediüzzaman’ın “inkılâp softaları” tabiriyle ifade ettiği “tutuculuk” konumuna sürükledi.
Bilhassa AB sürecinde yaşanan değişim ve bir zamanların Kemalist devrimcilerinin bu sürece karşı ortaya koydukları canhıraş direniş, bu tabloyu çok net şekilde gözler önüne serdi.
Dünün ateşli devrimcileri, bugünün en sıkı tutucularına ve statüko muhafızlarına dönüştü.
Onların şu anda karşı çıktıkları yasal reformların kaynağı da, vaktiyle Türkiye’yi modernleştirmek için kanunlarını iktibas ettikleri Avrupa.
O zamanlar muasırlaşmanın yolunu Avrupaîleşmekte görüyorlardı, şimdi Avrupa’dan fellik fellik kaçıyorlar. Çünkü insanî değerleri, hak ve özgürlükleri, hukuku, demokrasiyi öne çıkaran AB kriterleri, onların saltanatını tehdit ediyor.
Söz konusu kriterler, aynı zamanda Avrupa insanının, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin tabiriyle “İlâhî-tabiî hukuk”a, yani bir anlamda “insaniyet-i kübra” olarak nitelenen İslâmın esaslarına adım adım yaklaşmasının da tezahürleri.
Öte yandan Said Nursî, Avrupa medeniyetinin güzel taraflarının semavî dinlerden ve İslâmdan alındığını söylüyordu. Dolayısıyla, tedricî bir süreçte daha mükemmele doğru ilerleyen AB kriterlerinin ifade ettiği “fıtrata dönüş” vakıası, bir cihetiyle, Müslümanların kendi malları olan değerlerle Avrupa üzerinden tekrar buluşmalarına zemin hazırlayıp imkân veriyor.
Bu itibarla, Türkiye’nin köhnemiş statükodan kurtulup olumlu bir değişim sürecine girmesinin sağlıklı ve kestirme yolu, AB’den geçmekte.
İkide bir “Şeriat hortluyor” teranesiyle ortalığı ayağa kaldırmak isteyen inkılâp softalarının çıkaracağı engelleri aşmanın çaresi de orada.
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|