Bir hadis-i şerifte buyurulur ki: “Cenâb-ı Hak bir kulun ecelini bir yerde takdir etmişse, orada onun için bir ihtiyaç çıkarır, onu oraya doğru sevk eder.”1
Hz. Hüseyin’in eceline doğru gidişinde de aynı hakikati görüyoruz. Kufe yolunda Mukatil Oğulları köşküne geldiğinde bir rüya görüyor Hz. Hüseyin. “İnnâ lillâh… Biz Allah’tan geldik ve Ona dönüyoruz” meâlindeki âyeti okuyor ve rüyayı öldürüleceklerine yorumluyor.
Bunun üzerine oğlu Ali, “Babacığım biz hak bir dâvâ üzerinde değil miyiz? Allah sana kötü birşey göstermez” diyor, Hz. Hüseyin (ra) de, yeminle, “Biz hak dâvâ üzerindeyiz” diye karşılık veriyor. Oğlu, “Babacığım, öyleyse biz bu yolda ölüp gitsek de gam değil!” diyor, o da oğluna duâda bulunuyor.
Evet, önemli olan hak yolda olmaktı. Ve nihayet tasalı, mihnetli, belâlı yer anlamına gelen Kerbela’ya geliyorlar ve orada mukadder, yürekleri, vicdanları sızlatan acı son gerçekleşiyor.
Yedi yaşında bir çocukken Hz. Hüseyin, Cebrail’le birlikte görüşmekte iken Efendimizin (asm) yanına girmişti. Resûl-i Ekrem (asm) onu kucağına aldı, öptü, sevip okşadı. Onun bu sevgisini gören Hz. Cebrail, “Onu çok mu seversin?” diye sormuş, Allah Resûlü de (asm), “Evet” diye cevap vermişti. “İyi amma, ümmetin onu öldürecektir” dedi Hz. Cebrail. “Demek onu öldürecek olanlar mü’minler ha!” “Evet.” Hz. Cebrail, “İstersen sana onun öldüreleceği yeri de göstereyim” demiş, Efendimiz de (asm) “Olur” deyince Cebrail oradan getirdiği ıslak, kızıl bir toprağı Peygamberimize (asm) vermiş, Ümmü Seleme Validemiz de onu elbisesinin eteğine koymuştu.2
Hz. Ali’nin Sıffîn’a giderken Fırat kıyısında mataracasına “Biraz dur” demiş ve başından geçen bir olayı anlatmış: “Birgün Resûl-i Ekremin (asm) yanına gitmiştim. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu” diyor. Kendisini bu derece ağlatan bir şey mi olduğunu sorduğunda, “Evet, biraz önce Cebrail yanımdaydı. Hüseyin’in Fırat kıyısında şehit edileceğini haber verdi. Onun toprağından sen de koklar mısın?” dedi. “Evet dedim” diyor, “Bir avuç toprağı uzattığında da gözyaşlarıma hâkim olamadım” diyor Hz. Ali.3
İşte Hz. Hüseyin bu olaydan tam elli sene sonra Hîcrî 61. yılda şehitliğe yükseleceği bu kızıl topraklara doğru koşuyordu adetâ. Maksadı istibdadı önlemek, hürriyet-i şer’iye gibi yüce bir gayeyi gerçekleştirmek, Emevîlerin ırkçılığa dayalı siyasetleri yerine İslâm kardeşliğini yerleştirme uğruna şehitliği yakalamaya doğru koşmuş, bütün gelişmeler onu o noktaya götürmüştü.
Bediüzzaman Hazretleri, “Eğer denilse bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde, neden muvaffak olmadı. Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye fecî bir akibete uğramasına müsaade etmiş?” şeklindeki iki sorudan birincisine Hz. Hüseyin’in yakın taraftarlarında değil de cemaatine katılan sair milletlerde, yaralanmış millî gururları sebebiyle Arap milletine karşı bir intikam fikri içinde bulunduğunu, bunun da Hz. Hüseyin ve taraftalarının sâfî ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebep olduğunu belirtiyor.
İkinci soruya, yani kader noktasından feci âkibetin hikmetine ise daha önce dikkat çektiğimiz gibi Hz. Hasan ve Hüseyin’in geçici dünya saltanatı yerine parlak ve sürekli mânevî saltanata lâyık ve aday olduklarını söylüyor.4
Sıradan valiler yerine evliya aktaplarına merci olmak kadar üstün bir makam düşünülebilir mi?
Dipnotlar:
1- Camiü’s-Sağir, 1:232.
2- Müsned, 1:85.
3- Müsned, 3:242.
4- Mektûbât, s. 58-59.
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|