Bizdeki laikçiler, Osmanlının son döneminde başlayıp cumhuriyet sonrası tamamlanan devrimlerle Türkiye’nin “ortaçağ”dan kurtulduğu ve çağdaşlık yoluna girdiği iddiasındalar.
Onlara, ortaçağ kavramının vaktiyle Hıristiyan skolastizminin pençesinde kıvranan Batı için geçerli olduğunu ve İslâm âleminde ona tekabül eden bir karşılığının bulunmadığını anlatmak için nefes tüketmenin fazla bir anlamı yok.
Çünkü meseleyi anlamaya niyetleri yok.
Gerçi Bediüzzaman ortaçağ anlamına gelen “kurun-u vusta” tabirini İslâm toplumları için de kullanıyor, ama laikçilerin kast ettiğinden çok farklı bir bağlamda. Ve geri kalmışlığımızın sebebini dine bağlamıyor, “İslâmın özünü terk edip kabuğuna hasr-ı nazar etmemiz”le açıklıyor. (Hutbe-i Şamiye, s. 21, Muhakemat, s. 7)
İşin bu ciheti, ayrıca detaylı şekilde üzerinde durulması gereken son derece derin bir bahis.
Bizim konuyu getirmek istediğimiz yer farklı.
Laikçiler, devrimler adı altında yapılanları, asırlardır gelen statükoyu kökten değiştiren ilerici atılımlar ve yenilikler olarak takdim ediyorlar.
Avrupa’dan tercüme ederek “Bizim toplumumuzun bünyesine uyar mı, uymaz mı?” diye düşünme zahmetine katlanmadan motamot uygulamaya koydukları kanunları da “hukuk devrimi” adı altında göklere çıkarıyorlar.
Bu yaptıklarını eleştirenlere ise “mürteci, gerici, tutucu, yobaz” yaftasını yapıştırıyorlar.
Ama zaman içinde bu durum değişmeye başladı.
Ve “devrimci”lerin bu süreçle birlikte yaşadıkları derin çelişki bir çıkmaza dönüşerek, gelinen noktada, onları Bediüzzaman’ın “inkılâp softaları” tabiriyle ifade ettiği “tutuculuk” konumuna sürükledi.
Bilhassa AB sürecinde yaşanan değişim ve bir zamanların Kemalist devrimcilerinin bu sürece karşı ortaya koydukları canhıraş direniş, bu tabloyu çok net şekilde gözler önüne serdi.
Dünün ateşli devrimcileri, bugünün en sıkı tutucularına ve statüko muhafızlarına dönüştü.
Onların şu anda karşı çıktıkları yasal reformların kaynağı da, vaktiyle Türkiye’yi modernleştirmek için kanunlarını iktibas ettikleri Avrupa.
O zamanlar muasırlaşmanın yolunu Avrupaîleşmekte görüyorlardı, şimdi Avrupa’dan fellik fellik kaçıyorlar. Çünkü insanî değerleri, hak ve özgürlükleri, hukuku, demokrasiyi öne çıkaran AB kriterleri, onların saltanatını tehdit ediyor.
Söz konusu kriterler, aynı zamanda Avrupa insanının, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin tabiriyle “İlâhî-tabiî hukuk”a, yani bir anlamda “insaniyet-i kübra” olarak nitelenen İslâmın esaslarına adım adım yaklaşmasının da tezahürleri.
Öte yandan Said Nursî, Avrupa medeniyetinin güzel taraflarının semavî dinlerden ve İslâmdan alındığını söylüyordu. Dolayısıyla, tedricî bir süreçte daha mükemmele doğru ilerleyen AB kriterlerinin ifade ettiği “fıtrata dönüş” vakıası, bir cihetiyle, Müslümanların kendi malları olan değerlerle Avrupa üzerinden tekrar buluşmalarına zemin hazırlayıp imkân veriyor.
Bu itibarla, Türkiye’nin köhnemiş statükodan kurtulup olumlu bir değişim sürecine girmesinin sağlıklı ve kestirme yolu, AB’den geçmekte.
İkide bir “Şeriat hortluyor” teranesiyle ortalığı ayağa kaldırmak isteyen inkılâp softalarının çıkaracağı engelleri aşmanın çaresi de orada.
15.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|