Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

Kaldı 7 yıl!



İki yıl önce “Kaldı 9 yıl” başlığıyla Çanakkale Zaferi’mizi anlatabilmek adına eksik bıraktığımız bazı konulara dikkat çekmek istemiştim… Geride kalan 2 yıllık sürede hiçbir büyük adım atıldığına şahit olmadığımız için aynı noktaları hatırlatmakta fayda görüyorum.

Bu yıl Çanakkale Savaşlarının 93’üncü yıldönümünü kutlayacağız... Bu durumda, 2015’de, yani 7 yıl sonra bu muazzam zaferin 100. yıldönümünü idrak edeceğiz…

Elbette her geçen gün Çanakkale coğrafyasında fizikî bazı düzenlemeler yapılıyor… Oraları tam bir açık hava müzesi hâline getiriliyor… Ama yapılanları ve daha öncelikle zaferi anlatacak kültürel ürünlerin artması için resmî-gayr-ı resmî bir gayret görülmüyor…

Bundan 3 yıl önce, Çanakkale’nin 90. yıldönümü olmasından hareketle, o günlerde yayın hayatına yeni başladığımız Sarmaşık ,dergisinde birkaç sayı kutlamalarımızın biçimine, önümüzdeki 10 yılda yapılması gerekenlere ağırlık vermiştik… Ve “Hedefimiz, edebî ve mimarî âbideler olmalı!” başlığı altında demiştik ki; “Çanakkale Zaferi’nin 90. yılına, millet olarak tarihimizin en önemli dönüm noktalarından birine yeterince sahip çıkmayışımızın ayıbıyla giriyoruz. Yeni yeni belgeseller, kitaplar, çizgi roman ve çizgi filmler yapılmaya başlansa da ortaya çıkan eserlerin tümü olması gerekenin yanında çok yetersiz kalıyor.”

Aynı yazı içinde Mustafa Miyasoğlu Ağabeyim de; “Böyle büyük savaşların iki türlü âbidesi olur; biri mimarî, diğeri de edebi ve fikrî...” diyor ve ekliyordu: “Bir Çanakkale Savaşı filmini bile yapamayan toplum olarak, önce bunun edebiyatını ve belgesellere kaynak olacak dokümanları ortaya koymalıyız. Önümüzdeki 10 yılın, Çanakkale Savaşı ile bunun bizim için ne ifade ettiğini anlatan faaliyetlere ayrılması, yarışmalarla sanatçıların ve araştırmacıların desteklenmesi gerekir. Devlet ve TRT ile ilgili bakanlıkların her türlü mazereti bırakarak, ciddî projelerle, öz kaynak ve sponsor bütçeleri seferber etmeleri gerekir. Böylece 2015 yılında, Çanakkale Savaşı’nın 100. yıldönümünde büyük bir kütüphane oluşturabiliriz. Bunun için turizmle de ilgili olan bölgenin tarihiyle destanının yazılmasında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın görevi olduğuna inanıyorum. Önümüzdeki 10 yıllık dönem için Türkiye çapında bir kampanya yapılmalıdır. Çanakkale Savaşı’nın, sebepleri ve sonuçlarıyla dünya çapında büyük bir olay olduğu konusunda kimsenin kuşkusu yok. Bu savaş, Osmanlı’nın kazandığı son büyük savaş olarak bizde Cumhuriyet’in temellerinin atılmasına yol açtığı gibi, Avusturya ve Yeni Zelanda’nın da kurulmasına yol açmıştır. İngiliz sömürge toprakları olan bu bölge insanlarının zorunlu veya paralı asker olarak bu savaşa katılan fertleri, daha sonra söz konusu ülkelerin kurulması için öncülük etmiş, İngiliz yönetiminden temsilcilerle farklı taleplerle görüşmüşlerdir. Bir bakıma İngilizlere kafa tutabilmişler...

Bu savaşın hakkıyla anlatılabilmesi için Çanakkale Savaşı’na katılan insanların torunları Türkiye çapında yapılacak anma kampanyasına katılmalı, bakanlıklar, belediyeler ve özel şirketler imkânlarını seferber ederek önümüzdeki 10 yıl içinde bu savaşın bütün dünyaya tanıtılmasında her türlü yolu denemeli, üzerlerine düşen görevi yapmalıdır. Bu görev, bu topraklarda yaşama ve dünyada var olma hakkıdır... Yapılacak şeyler, Çanakkale Âbideleri kadar önemli kültür âbideleridir...”

Evet… Üzerinden 3 yıl geçti bu yazılanların… Söylenenlerin, olması temennî edilenlerin ne kadar yapılabildi sizce?

Elbette inkâr edecek değiliz ki; birbiri ardına Çanakkale Zaferini anlatan değerli kitaplar yayınlanıyor…

Özellikle sadece Çanakkale Zaferine odaklanan yayıncılığıyla özel bir övgüyü hak eden Yarımada Yayıncılık’ın detaylı ve titiz çalışmasını başlıbaşına alkışlamak gerek…

Ama… Âkif merhumun şehitlere seslendiği; “… yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana…” yaklaşımına uyacak olursak, yaptıklarımız yapmamız gerekenlerin yanında devede kulak mesabesindedir adeta…

Şikâyetimiz, karamsar görüntümüz ondan!

Başka alanlarda taklit ettiğimiz ülkelerin, tarihî olaylar karşısında neler yaptıklarına bakmalıyız en kestirmesinden… Her türlü olumsuzluklara, moral bozucu girişimlere rağmen bizler en azından şehitlerimize karşı kültürel ve edebî alanlarda görevlerimizi yerine getirmeliyiz…

Meselâ; Her fırsatta söylediğim gibi…

Amerika’nın sadece Vietnam günleriyle ilgili yaptığı sinema filmi ve televizyon dizilerinin binli rakamlarla ifade edildiği söylenir… Bu durumda bizlerin Çanakkale günlerimizle ilgili kaç tane televizyon dizisi, kaç tane sinema filmi yapmamız gerektiğinin hesabını varın siz yapın!

Kaldı ki tiyatroyu da unutmamak gerek.

Buradan; dindarlığı kimselere vermeyen, muhafazakârlıklarıyla övünen iş adamlarımıza hatırlatmak istiyorum ki…

Mevcut yasalarımıza göre, san’at ürünlerine yatırılan para vergiden düşülebilmekte… Buradaki amaç, sermaye sahiplerinin san’at ürünlerini desteklemesinin önünü açmaktır… Yasa çıkalı kaç yıl oldu, ama muhafazakâr iş adamlarından bu yönde bir kıpırdanma göremedik…

Reyting kaygısıyla yapılan birkaç televizyon dizisi, mevcut açlığa cevap verebilecek nitelikte de nicelikte de değil… Ama yine de hiç yoksa birkaç yüreği serinletiyorlar…

Cüneyt Arkın’ın; “Bu millet tarihini benim Malkoçoğlu, Kara Murat gibi filmlerimden öğrendi. Yoksa hepten tarihinden uzak kalacaktı…” gibi bir yorumu olmuştu birkaç sene önce…

Bu haklı yorumdan sonra, mevcut televizyon dizilerinin de tarihî gerçeklerle reyting kaygısı arasında yapabildikleri bile sevindirici bulunmalı…

Bu arada… Reha Muhtar Efendi’nin “laikçi” yaklaşımlarla, 80 yıl öncesinin Gaziantep’indeki çocukların kıyafetlerine bile müdahale etmeye cüret etmesine ise bulaşmak istemiyorum…

Bırakalım o “laikçiliği” ile ve cahilliğiyle baş başa kalsın!

Evet dostlar… Çanakkale Zaferi’mizin 100. yılını kutlamaya kaldı 7 yıl…

Çanakkale alanlarındaki fizikî iyileştirmelerin yanı sıra; son yıllarda artan çaptaki edebî, kültürel ve san’atsal çabalarımızla yetinmemeli daha da plânlı ve programlı biçimde sayılarını da kalitelerini de artırmalıyız…

Özellikle sinema ve tiyatro alanındaki çöllüğe dikkat çekerek diyorum ki; şehitlerimizin yüzüne bakabilmemiz için kaldı 7 yılımız…

16.03.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

İstiklâl Marşı'nın tahlili (2)



“Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakkın…

Kim

bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”

Bu dörtlükte hususan gençlere hitap eden Şair, onların gerekirse gövdelerini siper ederek canavar ruhlu düşmanların hayasız saldırılarına karşı koymaları ve düşmanı vatanın semtine bile uğratmamaları gerektiğini hatırlatmaktadır.

Düşman, yurda zaten zorla giremeyecek, hasbelkader girdiği yerlerden de perişan olarak çıkacaktır. Parçadaki “uğratma” kelimesinin mânâsı, yalnız savaş zamanının şartlarını değil, barış zamanını da içine almaktadır.

Çünkü, Avrupa’nın karakterini teşkil eden La Fontaine’in fabllerinde kurnaz tilki, tuzağa düşürmek istediği horoza asıl niyetini sezdirmemek için geçiyorken ‘uğradığını’ söylemektedir. Avrupa’nın ‘uğramaları’ da hep sinsi ve gizli emeller içindir. Millet bu oyunlara gelmemeli horozun tilkiye yaptığı gibi “oyunbazı oynatmalıdır.”

Allah, inananlara ebedî saadet vaad etmiştir. Eğer millet imanının gereğini yerine getirir, “her taşı bir mabed-i iman olan” vatanın değerini bilir ve korursa; bu uğurda şehit olanlar Cennette, gazi kalanlar dünyada, inandıkları hakikatleri yaşamanın ebedî saadetine ulaşırlar. Bu da ancak vatanın kıymetini çok iyi bilmekle mümkün olacağından Âkif, vatanın taşıdığı kudsî değeri de millete hatırlatma ihtiyacı hissetmiştir.

“Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.”

Vatan, sıradan bir toprak parçası değildir. Milyonlarca insanın kendisini lâyıkıyla temsil edip değerlerini yaşatması için uğrunda her şeyini feda ederek şehit olduğu bir değerler manzumesidir.

Yalnız san’at itibariyle değil, his ve heyecan cihetiyle de Âkif’e benzeyen Mithat Cemal de bayrağı ve vatanı, kanla ve insanla tarif etmiştir:

“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır;

Toprak, eğer uğruna ölen varsa vatandır.”

Bu açıdan bakılınca, yeryüzünde bizim vatanımız kadar uğrunda insan ölen başka bir toprak parçası az bulunur. Nice genç insan, kalbinin en şevkli çarptığı bir zamanda kendisini vatana feda ettiği için onların canı toprağa geçmiş ve vatanı canlı bir uzuv hâline getirmiştir. Onun için, bu toprağın her zerresi “Bir vatan kalbinin attığı yerdir.”

Aslında, Gökyay’ın tabiriyle “Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıra dağlar gibi duranlarındır.” Bu gün vatanın üstünde yaşayanlar, toprağın altında yatan binlerce kefensiz şehidi düşünmeli, onlarla değer kazanan vatanı dünyalara değişmemelidirler.

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!

Canı, cânânı, bütün varımı alsa da Hüda,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.”

Bu dörtlükte en güzel ifadesini bulduğu gibi, vatan cennet kadar güzel ve kıymetlidir. Şehitler Cennete gittiklerine göre, bu toprağa defnedilen milyonlarca şehit, gittikleri yer olan vatanın toprağını cennetleştirmişlerdir.

Öyle olduğu içindir ki bu vatan, Nedim’e, “Altında mı üstünde midir cennet-i âlâ” dedirtirken; şehitler, Yunus Emre’ye “Kara toprağın altında, gül deren eller” şeklinde görünmüşlerdir.

Vatan hasretinin acısını tadanlar, bir daha vatan lezzetini zor duyacaklarına göre, vatandan ayrı kalmadan, Yunus’un gözünde güzelleşerek imrenilen toprağa girmek pahasına, vatana sahip çıkılmalıdır. Yahya Kemal’in deyişiyle “Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor / Lâkin vatandan ayrılışın ıztırabı zor” dedirten bu vatan, uğrunda her şeyi feda ettirecek kadar güzeldir.

Vatanını seven bir insan için ondan ayrı kalmak ölümden daha acıdır. Bir an onun yokluğunu farz etmek bile insanı dehşete düşürmeye yeteceğinden Âkif, müteâkip dörtlükte millete, vatana sahip olmanın şartını da hatırlatmıştır:

“Rûhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:

Değmesin mâbedimin göğsüne nâmehrem eli;

Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli

Ebedî yurdumun üstünde benim, inlemeli.”

Şairin içli bir niyaz şeklinde ifade ettiği bu şartların başında elbette, onu bize ihsan eden Allah’a iman gelmektedir. Allah’a imanı ihya edecek halis ibadet de ancak kem gözlerin bakamadığı, düşmanın istilâya cesaret edemeyeceği hür bir vatan üzerinde yapılabileceğinden vatan da mâbed kadar mukaddestir.

Hatta, diğer dinlerde ibadet ancak kilise, havra veya tapınaklarda yapılırken, bir Müslüman vatanın temiz olan her yerinde ibadetle gönlünü Allah’a arz edip kulluk borcunu ödeyebildiğinden, bütün vatan bir mabed sayılabilir.

Yeryüzündeki dinlerin içinde insanı, insan sesiyle ibadete dâvet eden tek din İslâmiyettir. Ezan-ı Muhammedî, her seferinde “şehadet” kelimesi olan “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden rasulullah” hakikatini âleme ilân etmektedir.

İslâm dinine girmek için ilk yapılacak iş, bu şehadet kelimesini kalbî bir sevgi ve arzuyla söylemek olduğundan, “şehadetleri” dinin temeli olan bu ezanlar bu yurdun üzerinde inlediği müddetçe, ona hain eller ve emeller uzanamayacaktır.

O halde, bu vatan üzerinde ebediyen bayrak inmemeli, ezan susmamalı ve bu milleti var eden ezanla hür eden bayrak gönüllerde de beraber hissedilebilmelidir. Âkif’in, millet adına Allah’tan dilediği tek şey de budur.

İstiklâl Savaşı başlar başlamaz cepheye koşan Âkif, savaşın her safhasını bütün heyecanıyla yaşamış, görmüş, hissetmiştir. Onun için İstiklâl Marşı, görülenlerin yazıldığı ve yazılanların her an görülebileceği mükemmelliktedir.

“Şu kopan fırtına Türk ordusudur, Yâ Rabbî!

Senin uğrunda ölen ordu budur, Yâ Rabbî!

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın

Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâmın”

Yahya Kemal’in o günlerde yazdığı bu dörtlük de Âkif’in İstiklâl Marşı’nda işlediği heyecanın şahsî bir hissediş değil, milletçe yaşanan mânevî bir inşirah hâli olduğunu göstermektedir.

Onun için İstiklâl Marşı da tıpkı İstiklâl Savaşı gibi hamasî bir heyecanla başlamakta, ibadet ruhuyla şekillenip duâ ve niyazlarla mânâ kazanmaktadır. Her dörtlükte ölçülü, âhenkli bir şekilde artan ve sadece o marşa has olan bu vecd hâli şahikaya çıkmaktadır.

“O zaman vecd ile bin secde eder, varsa taşım;

Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır ruh-u mücerred gibi yerden nâşım!

O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.”

Bu dörtlükte âdeta şehitler coşmuşlardır. Kazandıkları zaferlerin nişanesi olarak okunan ezanlarla Allah’a binlerce kere şükür secdesi ederek bütün maddî ağırlıklarından kurtulmuşlar ve gaza yaralarından akan kanlara sevinç gözyaşlarını da katarak, yerden fışkırırcasına Arş’a kanatlanmışlardır.

İstiklâl Marşı’nın en bariz özelliklerinden biri de bütününde coşkun bir duâ ve niyazla Allah’a iltica ihtiyacının izhar edilmiş olmasıdır. Birinci ve dokuzuncu dörtlüklerde ise münhasıran bu hususiyet işlenmiştir.

Bu itibarla denilebilir ki diğer Müslüman milletler de dahil, dünyada hiçbir millî marş, İstiklâl Marşı’mız kadar temsil ettiği milletin ruhu ile birleşmiş; cesareti imanla, ümidi duâ ile güçlendirmiş değildir.

Zaten, onda en güzel terennümünü bulan bu iman gücü sayesinde millet, vatanına sahip olma, dinini yaşama ve bayrağını bağrına basma şuuruna kavuşmuştur.

“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:

Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakka tapan, milletimin istiklâl.”

Nihayet, karanlık ve kanlı bir gecenin sonunda bayrak, gittikçe nura yaklaşarak güneşin doğuş ânını tablolaştıran şafak vaktinde, âsumanı kendisine hayran eden bir güzellikle dalgalanarak; milletin imanının coşkunluğunu, namusunun temizliğini ve şanının yüceliğini âleme ilân etmeye başlamıştır.

Âkif ikinci dörtlükten sonra burada da ırk kelimesini kullanırken Türk milletini nazara vermiştir. Türk milleti tâbiri ile de İslâmiyeti tedâi ettirmek istemiştir. Çünkü Türk tâbiri genellikle İslâm kelimesinin müteradifi olarak kullanılmaktadır.

Dünyadaki bütün Türklerin Müslüman olması, Türklüklerini de İslâmiyet sayesinde korumaları, Bulgar ve Macar gibi Türk soyundan gelen toplulukların, Müslüman olmadıkları için Türklüklerini de kaybetmiş olmaları bu mânâyı kuvvetlendirmektedir.

Zaten, hayatı boyunca İttihad-ı İslâm ideâlini taşıyan ve bu fikrin tahakkuku için çalışan ve birçok şiirinde dininden ve imanından gelen hassasiyetle ırkçılığı tel’in eden Âkif’in, İstiklâl Marşı’nda kelimeyi o mânâda kullanması mümkün değildir.

Bu itibarla İstiklâl Marşı’nda vatan, millet, din ve bayrak tâbirleri hep birbirini tamamlayacak şekilde kullanılmış ve marşın son beş mısraında insicamlı bir tenâsüp teşkil etmiştir.

Hayatının gayesini, Allah’a iman ve ibadetten ibaret sayan bu millet, mâbed kadar mukaddes saydığı vatanı üzerinde, böyle şanlı bir bayrağın uğrunda döktüğü kanlarını helâl edecek ve o dalgalandığı müddetçe hür olarak yaşayacaktır.

Gerektiğinde hakkını, hürriyetini ve imanını koruyacak kadar güçlü olduğunu da “Gerek söz, gerekse şiir kalitesi bakımından yeryüzündeki millî marşların hiçbirisiyle ölçülemeyecek kadar üstün ve zengin mânâlı bir şiir” olan İstiklâl Marşı’nın refakatinde, dinî ve millî hislerini temsil eden bayrağını semâlarda dalgalandırarak dünyaya ilân etmektedir:

“Hakkıdır Hakka tapan milletimin İstiklâl.”

16.03.2008

E-Posta: [email protected]





Şaban DÖĞEN

Temiz bir kalple



İçi dışı başka, iki yüzlü insanları kimse sevmez. Allah da kalblere bakmaz mı? Allah’ın sûretlere ve mallara değil, kalblere ve amellere baktığını biliyoruz.1

İnsanı yükselten bu kalb temizliği sadece insanlar nazarında değil Allah’ın rahmet, af ve başığı noktasında büyük bir önem taşır.

Son dakikalarını yaşayan bir gencin ziyaretine giden Resûl-i Ekrem’in (asm), onunla arasında geçen şu konuşmalara bu gözle bakalım. Delikanlı, “Ya Resûlallah,” diyor. “Allah’a kavuşmayı arzu ediyorum. Ancak günahlarım dolayısıyla da korkuyorum.”

Allah Resûlü (asm), “Böyle bir kulun kalbinde korkuyla ümit bir arada bulunmaz. Allah onu istediğine kavuşturur ve korktuğu şeyden emin kılar”2 buyuruyorlar.

Elbet insan günah ve hatalarından dolayı korkmalı, ama Allah’tan ümidi de kesmemeli.

Demek önemli olan niyet ve o temiz niyetle yapılan ameller. Hz. İbrahim (as) de duâsında bunu vurguluyordu: “Herkesin diriltildiği günde beni mahcup etme. O gün ki ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak şirk ve nifaktan arınmış bir kalble Allah’ın huzuruna gelen kimse müstesnadır.”3

Bütün mesele şirk ve nifaktan arınmış temiz bir kalble; sonsuz, kuvvetli, sarsılmaz bir imanla varabilmektir huzura. Bizden istenen o temiz kalble, gücümüz ölçüsünde güzel ameller yapmak; herbiri birer tohum ve çekirdek hükmünde olan yeteneklerimizi İslâmiyet suyuyla sulayıp, iman ziyasıyla aydınlatıp kulluk toprağı altında kabuklarını çatlatmak.

İmanla dopdolu yaşamak ve imanla emaneti sahibine teslim etmekten başka ne yapabilir ki? O zaman müjde geliyor: “Ölmeden önce ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen kimse, Cennete girer.”4

Ölünceye kadar o imanı şeytanın çalamayacağı şekilde kalbe kökleştirmiş; onu ibadet, güzel ahlâk, hayır ve hasenatla desteklemiş, son anda da o imanla ruhunu teslim etmiş.

Kula düşen tevekkül gereği üzerine düşenleri yaptıktan sonra Allah’ın af, mağfiret, rahmet ve ihsanına güvenmek. Bir kudsî hadiste, “Kulum beni nasıl tanırsa ben ona öyle muâmele ederim”5 buyurulmuyor mu?

Bütün mesele hüsn-ü zan… Af ve mağfiretinden ümit kesmemek. Hüsn-ü zan besleyen hüsn-ü muâmele görür.

“Hiçbiriniz Cenâb-ı Hak hakkında hüsn-ü zanda bulunmanın dışında bir hâl ile vefat etmesin”6 Peygamber öğüdü de bu açıdan çok önemli değil mi?

Kulluğun gereğini yapıp sonra da Rabbine karşı hüsn-ü zannı yitirmeyen kazanır.

Dipnotlar:

1- Müslim, Birr: 34; İbni Mace, Zühd: 9.

2- Tirmizî, Cenâiz: 11; İbni Mâce, Zühd: 31.

3- Şuara Sûresi: 87-89.

4- Tirmizî, Cenâiz: 7; Ebû Davud, Cenâiz: 19.

5- Buharî, Tevhid: 15; Tirmizî. Tevbe: 1.

6- Müslim, Cennet: 81.

16.03.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Başörtülü bir kızın serencamı



Dindar bir ailenin çocuğuydu Kübra. Dinî kitapları okuyarak az da olsa kendini yetiştirmişti. Lisede iken de fırsat buldukça namazlarını kılar, ev ve okul dışında da başını örterdi.

Yüksek okulu kazanmasına annesi de, babası da çok sevinmişti. Ne var ki, ailesinin maddî durumu çok iyi olmadığından, babası kara kara düşünüyordu. Kübra artık büyük bir şehirde tahsil yapacaktı. Babası, gerekli masrafı nereden ve nasıl temin edecekti? Köyde başlarını sokacakları bir evleri, bir-iki dönüm tarlaları, beş-on tane hayvanlarından başka bir şeyleri yoktu.

Babasının maddî durumunu Kübra da kafasına takmış olmalı ki, bir sabah, kahvaltıda: “Baba, maddî durumumuzu biliyorum. Binbir sıkıntıyla liseyi ancak okutturabildin. Ankara gibi bir yerde beni nasıl okutacaksın?” deyince, babası: “Kızım, sen onu hiç merak etme. Yeter ki sen oku. Gerisi kolay. Allah yardım eder elbette. Daha da olmasa, ineğimi satarım, tarlamı satarım, yine de seni okuturum” deyince Kübra babasının boynuna sarılarak öptü ve “Benim biricik babam” diyerek rahatladı.

Ve okullar açıldı. Kübra, Ankara’nın yolunu tuttu. İlk defa gurbete çıkmanın hüznüyle evden ve akraba çevresinden ayrılmak Kübra için kolay olmasa da, okuyup iş güç sahibi olmayı gâye edinen bir insan için başka bir çare de yoktu. Bütün zorluklar, uyumsuzluklar, sıla hasreti bir tarafa, daha okulun ilk haftasında Kübra’nın moralini alt üst eden bir durum vuku bulmuştu. Fakülte yetkilileri, Kübra’ya; “Başını açacaksın, yoksa bu okulda okuyamazsın...” tebliğinde bulundular.

Bu üzücü durumu telefonla babasına duyuran Kübra, babasından mânevî destek beklerken, onun “Kızım, bunun için üzüntüye, strese niçin giriyorsun? Hocaların doğru söylüyor, okumak istiyorsan başını açacaksın. Başörtünle okumanı elbette sen de, biz de isteriz. Ama görüyorsun ki, senin ve bizim istememizle olmuyor. Onun için istemeyerek de olsa, geçici bir süreliğine başını aç, okuluna devam et...” sözlerine muhatap oldu.

Babasının tavsiyesi üzerine okulda başını açan Kübra’nın psikolojisi bozulmaya başladı. Vicdanı, onu içten içe rahatsız etmeye başlayınca tekrar babasını arayarak; “Babacığım, çok huzursuzum. Okula bir kaç gün başı açık gittim; üzüntüden, vicdan azabından kahroluyorum. Bu konuda siz de bana destek olmuyorsunuz. Ne olur bana kızmayın, okulu bırakmayı düşünüyorum” dedi.

Babası bu defa sert bir şekilde; “Kızım, deli mi oldun sen? Hiç okul bırakılır mı? Ayağına gelen bir şansı tepiyorsun. Seni okutmak için tarlamı sattım... Annenle de durumu konuştuk, o da başını açıp okumanı söylüyor. Dışarıda, evde örtün, ama okulda hocalarının dediğini yap, tamam mı güzel kızım...”

Bundan sonra dışarıda kapalı, okulda başı açık olarak okumaya devam etmeye karar veren Kübra, haftalar, aylar geçtikçe belki de hiç farkında olmadan, okul dışında da başı açık bir şekilde gezmeye başladı. Öğretim yılı ortalarına doğru, Kübra her yerde başı açık, hatta zaman zaman dekolte kıyafetlerle gezmeye başladı.

Günler çabuk geçip öğretim yılı bitmişti. Uzun bir yolculuktan sonra baba ocağına kavuştu. Annesi, en sevdiği yemekleri hazırladı. Beraberce yemekler yendi. Çaylar içilmeye devam edilirken, Kübra, anne ve babasındaki durgunluğu, neşesizliği fark etmiş olmalı ki, “Anne, babamla ikinizi durgun görüyorum” deyince, babası “Kızım, köye de bu kıyafetle gelinir mi? Dosta düşmana bizi rezil edeceksin. Okulda başını aç dediysek, böyle dekolte bir kıyafetle de köye gel demedik ya...” dedi.

Babasının bu konuşmasından müteessir olmuş bir ses tonuyla “Babacığım, ilk günlerde örtümü çıkarmamın, hayatımı cehenneme çevirdiğini biliyor musun? Bana yardımcı olacağınıza, bu keyfî zorbalığı uygulayan hocalarıma, sen de, annem de destek verdiniz. Bu durumda ben ne yapabilirdim? Köye bu kıyafetle gelmemin doğru olmadığını ben de biliyorum. Ama artık buna alıştım. Hergün farklı yerlerde başımı açıp kapatmaktan artık usandım” dedi.

Annesi, kocasına “Bey, bir bakıma Kübra doğru söylüyor. Başını açıp okumasını sen de, ben de istedik. Biz de bu konuda suçluyuz. Tek kabahatli Kübra değil” dedi.

16.03.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hazret-i Ademin yaratılışı



Yalova’dan Kadir Başural:

*“İnsanlığın ilk yaratılış hadisesini biraz açıklar mısınız? Hazret-i Âdem nerede yaratıldı?”

İnsanlığın babası Hazret-i Âdem’in (as) yaratılışı, hiç şüphesiz Allah Teâlâ’nın kudretinin, ilminin, iradesinin, hayat ve saltanatının, kuvvet ve iktidarının—tâbir caizse—muhteşem bir gösterisidir. Toprak gibi kesif, yoğun, karanlıklı, hayatsız, ruhsuz bir madde alınıyor; kudret elinde yoğruluyor, yoğruluyor, eviriliyor, çevriliyor, şekil veriliyor, tanzim ediliyor, terkip ediliyor, tezyin ediliyor, süsleniyor, güzelleştiriliyor, biçim veriliyor, ruh veriliyor... Ve ortaya kâinatın meyvesi olan insan çıkıveriyor.

Bir ağaç ilk meyvesini nerede verir? İlk açan çiçek kendisine nerede karargâh kurar? Kadîr, Muktedir, Mürîd, Muhyî, Fettâh, Musavvir ve Müzeyyin isimleri nerede tecellî ederlerse, çiçek de oraya karargâh kurmaz mı? Ve hikmeti mucibince toprağa en yakın ve kudretin tecellîsine en evvel istihkak kazanmış, hayatın arşı olabilme niteliğini en evvel elde etmiş dalının ucunda açmaz mı? İlk çiçek, kudretin diğer tasarruflarının da habercisi olmaz mı?

İlk insan, ağacın ilk açan çiçeğinden farklı düşünülebilir mi? Ve ilk çiçek, “yaratılış yeri” bakımından diğer çiçeklerden ayrı ele alınabilir mi? Ağacın başlangıcından sonuna, her çiçeğe ve her meyveye aynı hayat, aynı kudret, aynı hikmet, aynı hilkat, aynı rahmet tecellî etmez mi? Yaratıcı Kudret her çiçeği, ilk çiçek kadar güzel, ilk çiçek kadar alımlı, ilk çiçek kadar gösterişli, ilk çiçek kadar ehemmiyetli yaratmaz mı? Zira neticede her çiçeği, aynı muhasebe ve muhakeme eleğinden geçirmeyecek mi? Her çiçeği Mahkeme-i Kübrâ’da ince bir imbikten süzmeyecek mi? İlk yaratılanla son yaratılan arasında ne fark var?

Toprak! Üstünde gezdiğimiz... İçine girip kaybolduğumuz... Kıyamet Günü sinesinden yeniden ihyâ ve inşâ ile çıkacağımız, içindeyken yeniden yaratılacağımız... Hilkatimizin hamuru. Varlığımızın mâyesi. Tevazuun şahikası. Şeytanı yakan öz!

Toprak tevazu ile yükseldi, ateşin üzerinde hâkimiyet kurdu. Ateş, alevleri ile gururlandı, kendisini ele avuca sığmaz sandı, alçaldı. Gururunun cezası olarak toprağın sinesine mahkûm oldu ve etkisiz kaldı. Ateşten yaratılan şeytanın, topraktan ateşin öcünü alırcasına hased damarları kabarınca, artık isyan ve tuğyan için başka bir sebebe gerek yoktu. İsyan için hased yeterliydi. Çünkü Hazret-i Âdem (as) topraktan yaratılmıştı.

Hayat ve ihya arşının toprak üstünde olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri (ra), Allah’ın isimlerinin sayısız tecellî ve cilvelerine toprağın en yüksek bir âyine olduğunu, nurânî ve lâtîf bir şeyin âyinesi ne kadar kesîf olursa, o nisbette isimlerin cilvelerini cilâlı göstereceğini, meselâ hava âyinesinde güneşin yalnız zayıf bir ışığı; su âyinesinde ışığı ile birlikte güneş kendisi; ama kesîf olan toprak âyinesinde güneşin yedi rengi birden, çiçeklerin, bitkilerin, hayvanların ve tümüyle yeryüzünün üzerinde göründüğünü; kulun, secde hâlinde toprağa koyduğu başı ile Rabbine en yakın olmasının sırrının da bu olduğunu, insanın topraktan geldiğinin ve toprağa dönmesinin, yani kabre girmesinin de hikmetinin bu olduğunu kaydeder.1

Bedîüzzaman, toprağın Allah’ın isimlerine ekseriyet itibarîyle mazhar olmaya en elverişli ve en liyakatli bir “arş” olduğunu beyan ederken, âdeta ilk insan Hazret-i Âdem’in (as) de arz üstünde, yani toprak üstünde yaratıldığı konusunda bize ipucu verir gibidir.

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır da; “Ey Âdem! Sen ve eşin Cennet’te kal! Orada olandan istediğiniz gibi bol bol yiyiniz”2 âyetinin tefsirinde, Hazret-i Âdem’in (as) yaratılışının yeryüzünde gerçekleştiğinde ittifak bulunduğunu kaydetmektedir.3

Nitekim “Ben arzda bir halife var edeceğim”4 âyet-i kerimesine dayanarak, yeryüzünün halifesinin “arzda” yaratılmış olduğunu söylemek de mümkündür.

Bu âyette insanoğlunun arzda hüküm süreceğinin kast edildiğine hükmedilerek, Hazret-i Âdem’in (as) yaratılışının arzdan başka bir yerde meydana geldiğine ihtimal vermek, tekellüflü ve gereksiz bir zorlama olur. Zaten böyle bir ihtimali haklı çıkaracak ortada delil de yoktur.

Fakat madem ki Hazret-i Âdem’in nerede yaratıldığı çok net ifadelerle bildirilmemiştir; bu meseleyi delilsiz biçimde tahminlere kurban ederek, belirli bir “mekân ve yer” üzerinde yoğunlaşmak yerine, doğrudan Allah’ın kudreti üzerinde yoğunlaşmak kulluğumuza ve Tevhid inancına daha uygun düşmektedir.

Hiç şüphesiz kudret ve irade Allah’ındır. Hüküm ve takdir Allah’ındır. Her nerede isterse kulunu orada yaratmaya kadirdir.

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, S. 203

2- Bakara Sûresi, 2/35

3- Hak Dini K. Dili, 1/231

4- Bakara Sûresi, 2/30

16.03.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Fransız usulü mü dediniz?



Ülkemizin laiklik konusunda model aldığı Fransa’nın aile hukuku açısından yaptığı ve yapmakta olduğu kanunlar ilgi çekici.

Medyadan takip ettiğimiz kadarıyla Fransa’nın bu uygulamalarını İspanya ve İtalya’da taklit etmeye çalışan hükümet yetkililerini, Katolik İspanyollar, İtalyanlar hemen her fırsatta “Fransa bize model olamaz!” diyerek protesto ediyorlar.

Bakın neden?

*Fransa’da 2006 yılında gayr-i meşrû doğan çocukların sayısı tarihinde ilk kez meşrû doğan çocukların sayısından fazla oldu. Doğan çocukların % 50.5’i evlilik dışı. Uzmanlar bu oranın önümüzdeki yıllarda daha da artacağını düşünüyorlar.

*Evliliği teşvik için ailelere verilen devlet yardımları büyük oranda tırpanlanmış durumda. Buna karşın 1999’da kabul edilen bir kanunla “sosyal dayanışma sözleşmesi” yapan çiftler, hukuken evli çiftlere benzer statüye kavuşmuşlar. Uzmanlar bu durumun nikâhsız yaşamı kolaylaştırdığını ifade ediyor. (Hürriyet, 16 Ocak 2008)

* Ve şimdilerde Cumhurbaşkanı Sarkozy, noter huzurunda boşanmayı mümkün kılan bir reform üzerinde çalışıyor. Reformun amacı boşanmaları noterlere kaydırarak mahkemelerin yükünü azaltmak, çiftleri avukat masrafından kurtarmak, boşanmayı kolaylaştırıp hızlandırmak. “Evlilik noterin bitirebileceği bir sözleşme değildir, mahkeme olmadan boşanma da olmaz!” diyen hukukçular ise bu durumu protesto etmekteler. (Hürriyet, 2 Şubat 2008)

Fransa’daki bu uygulamaları okuyunca, Bediüzzaman Hazretlerinin Hanımlar Rehberi’ndeki ifadesiyle “Nikâh yolunu kapatıp fuhuş yolunu açan” mimsiz medeniyet tanımlamasını hatırlamamak mümkün değil.

Kendi yaralarına merhem bulamayan bir ülkeyi rehber olarak seçmekse, size gayr-i ihtiyârî “Kılavuzu karga olanın…” sözünü hatırlatmıyor mu?

Kadının korkağı makbuldür

“Allah’a şükür geceleri sokakta yürümek

zorunda kalmıyorum. Bunun için

çok şanslıyım.”

Bu sözler İngiltere İçişleri Bakanı Jacqui Smith’e ait. Bakan, Sunday Times’a verdiği röportajda karanlık çöktükten sonra kendisini Londra sokaklarında güvende hissetmediğini, sokaklarda yürümekten korktuğunu söylüyor. Zengin ve lüks ya da yoksul semtlerde geceleri yürürken tedirgin olduğunu ifade ediyor.

Bu satırları okuyunca “Kadında cesaret kötü hasletlerdendir” düsturu zihnimden geçiyor, “Geceleri de sokaklar bizim olmalı!” kavgası veren feministleri hatırlayıp gülümsüyorum.

Yusuf ile Züleyha, şefkat ile aşk

Kaynağını Kur’ân-ı Kerim’deki Yusuf Sûresinden alan, “Kıssaların en güzeli” olarak nitelendirilen ve yüzyıllar boyunca Arap, Fars, Türk edebiyatına konu olan bir aşk hikâyesi. Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı gibi…

Peygamber bir babanın oğluna olan şefkati, mukabele isteyen aşkı uğruna türlü hileler yapan bir kadın, kardeşlerini kuyuya atacak ve peygamber babalarına yalanlar uyduracak kadar kıskanan ağabeyler, Mısırlı kadınların dedikoduları, yedişer sene süren kıtlık ve bolluk yılları, rüyaların mucizeli yorumları, kuyu dibinden Mısır Azizliğine uzanan, ama iffet ve sabırdan hiç taviz verilmeyen maceralı bir hayat.

Hz. Yusuf’un (a.s.) kıssası gerçekten, kıssaların en güzeli…

Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur’larda Züleyha’nın Hz. Yusuf (a.s.) ile aralarında geçen bu maceralı hayata hiç değinmeden, Züleyha’nın aşkı ile Hz. Yakub’un oğluna duyduğu şefkati karşılaştırması, şefkatin aşktan da üstün olduğunu sık sık vurgulaması, insanın yüreğine dokunan ne muhteşem bir tesbittir! (Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 35)

Sadece sevgilisini düşünüp her şeyi aşığına feda eden, aşkını yüceltmek uğruna başkalarını ayaklar altına alan anlayışı, Bediüzzaman, nübüvvet makamına uygun görmez ve bu konuda “tekellüflü bir tevil” yaptığını belirterek İmam-ı Rabbani’nin yorumuna karşı çıkar.

Şefkat halistir, karşılık beklemez, temizdir, makam-ı nübüvvete lâyıktır.

O yüzden Hz. Yakub’un (as) oğlu Hz. Yusuf’a olan şefkati, Züleyha’nın Hz. Yusuf’a olan aşkından üstündür!

Evet, şefkat aşktan üstündür.

16.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yeni bir 28 Şubat



Birkaç haftadır Pazar yazılarında zindan-ı atalete düştüğümüzün sebeplerini müzakere etmeye çalışıyorduk ve bugün şevkin önündeki ikinci engel üzerinde duracaktık.

Ama Yargıtay Başsavcısının AKP hakkında açtığı kapatma dâvâsı, bu seriye bu hafta için ara vermemizi gerektiriyor. Bu sıcak gelişmeyle ilgili değerlendirmeyi geciktirmek doğru olmaz.

Aslına bakılırsa bu dâvâ sürpriz değildi, “Geliyorum” diyen bir dâvâydı. İşaretleri verilmişti.

AKP geçen Eylül ayında başörtüsü meselesini yeni anayasa ile çözme konusunu gündeme getirdiği zaman, Başsavcıdan ilk uyarı gelmişti.

Ve biz 21 Eylül 2007 tarihli “Yine aynı film” başlıklı yazımızda bu uyarıyı şöyle eleştirmiştik:

“Partiler hakkında Anayasa Mahkemesinde kapatma dâvâsı açma yetkisine sahip Başsavcının ‘türban serbestisinin doğuracağı vahim sonuçlar’a dair ifadeleri, onca tutarsızlık ve çelişkileriyle birlikte, AKP’ye ciddî uyarılar taşıyor. Açıklama sanki, hazır bekletilen kapatma dâvâsında sunulacak iddianameden alınmış.

“Dile getirilen iddiaların hiçbir mantığı yok. En başta, yargı organlarının getirdiği yasaktan söz ediliyor. Yargının yasak koyma ve suç ihdas etme yetkisi mi var? Yasaları Meclis yapmıyor mu? ‘Türban’ı serbest bırakmak niye yasama, yürütme ve yargıya duyulan güven ve itibarı zedelesin; neden halk arasında kin ve nefret uyandırsın; niçin karmaşa ve kutuplaşma getirsin?

“Ama statükonun bu sorulara cevap verme derdi olmadığı gibi, ortaya koyduğu tavırda mantık aramak da abes.

“Anayasa Mahkemesinin başörtüsünü yasaklayan kararında hangi hukuk, mantık ve tutarlılık ölçüsü vardı ki bu açıklamada da olsun?

“Mesele o değil. Mesele, ‘devlet’in, ‘Ben ne diyorsam o’ diyen her zamanki buyurgan tavrı. Başsavcının, Teziç destekli açıklaması uyarıdan da öte açık bir ültimatom. AKP’ye ‘Ayağını denk al, aksi halde defterini düreriz’ mesajı.”

Aradan zaman geçti; anayasa formülü rafa kalktı ve başörtüsü sorununu üniversitelerle sınırlı olarak ve anayasanın iki maddesinde yapılacak değişiklikle “çözme” girişimi gündeme geldi; Başsavcı, uyarıyı bir kez daha tekrarladı.

Ve biz 28 Şubat’ta şu satırları yazdık:

“Genelkurmay’ın 27 Nisan muhtırasını takiben Anayasa Mahkemesi eliyle çıkarılan 367 engelini erken seçim kararıyla aşan ve sandıktan yine tek başına iktidar olarak çıkıp cumhurbaşkanını seçen AKP, başörtüsü yasağını üniversitelerle sınırlı olarak kaldırma girişimi sonrası ‘kapatma’ tehditlerine muhatap...”

Gelinen noktada, evvelce aba altından gösterilen sopa, şimdi açığa çıkarılmış durumda.

Ve maalesef Türkiye, daha sekiz ay önce yenilenen Meclisinde, halkın oylarıyla temsil edilen iki partisi hakkında kapatma dâvâsı açılmış olmasının ayıbıyla karşı karşıya. DTP’nin dâvâsı sürerken, AKP de aynı duruma düşürüldü.

En önemli gerekçe başörtüsü ise, bu konuda AKP ile işbirliği yapan MHP’ye de acaba dâvâ açılır ve meydan CHP ile DSP’ye bırakılır mı?

Önce Danıştay Savcısı 27 Mayıs’ı ve idamları övdü, ardından Yargıtay Savcısı bu dâvâyı açtı.

On yıl sonra yeni bir 28 Şubat...

Ve soru: Hani parti kapatmak zorlaştırılmıştı!

16.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Batınının başörtüsü imtihanı



Bugün gelinen noktada hiç kimse lütuf ve ikram peşinde değildir. Hak sahipleri haklarını talep etmektedir. Hatta demokrasinin nisbeten iyi işletildiği dönemlerde elde edilen, yahut hak sahiplerine iade edilen bazı hakların, darbelerle ve antidemokratik uygulamalarla yeniden kesintiye uğramasıyla yeniden mağdur, aciz ve zayıf durumuna düşürülenlerin demokratik zeminlerde meşrû yollarla hak aramaları onların en tabiî ve en demokratik hakları olsa gerektir. Mağdurlara ve hak sahiplerine haklarını iade etmek ise, o hakları gasbedenlerin boyunlarının borcu olsa gerektir. Nasıl ki bu hakların gasbında bizzat devlet kullanılmıştır, kuvvetler ayrılığında birinci derecede rolü olan kurumlar alet edilmiştir. Bu hakların iadesinde de en başta yine devlete ve devlet hukukunu işleten kurumlara iş düşmektedir. Meselâ, haksız ve keyfî uygulamalarla, insanların haklarına tecavüz edenler hakkında soruşturma açtırmak, onları sorgulamak ve hatta gerekirse onları cezalandırmak, böylece hak sahibini yine kendi hakkına kavuşturmak. Bunu yapmak demokratik hukuk devletinin vazgeçilmez vazifesidir. Ve söz konusu olan da “iade-i hak”tır.

***

Keşke başörtüleri yüzünden öğrenim hakları ellerinden alınanlar, üniversite imtihanlarına örtüleri ile birlikte alınmayanlar, keşke başörtüleri yüzünden bir takım görevlere getirilmeyenler, haklarını sadece ve sadece demokratik zeminlerde arayabilselerdi. Keşke milletin ve devletin şefkatli sinelerine sığınabilselerdi. Sivil toplum örgütlerini devreye sokabilselerdi. Konferanslar, paneller, sempozyumlar ve toplu yürüyüşler tertip ettirerek güzel bir kamuoyu oluşturabilselerdi. Televizyonları, radyoları, interneti ve bütün kitle iletişim araçlarını bu alanda gereği gibi kullanabilselerdi. Evet, diyorsunuz ki, kullandılar. Doğrudur. Ama gereği gibi kullanmak, sabırla metanetle devam etmek, yılmamak. Yılıp da başka yollara başvurmamak. Siyasî partilerden medet ummamak, onlardan birilerinin ocağına atılıp onların malzemesi olmamak, onların yandığı ocakta yanmamak. Haklı ve onurlu ve nurlu mücadelelerine siyasî gölgeler düşürmemek. Müslümanlar bugüne kadar ne zarar gördülerse bu siyasî alanda gördüler ve nelerini kaybettilerse de yine bu alanda kaybettiler. Demokratik zeminlerde kazanılmış haklarını bile bu siyasî alanlarda kaybettiler. Bir zamanlar, “Bu ülkede herkes göğsünü gere gere ben Müslümanım diyebilmelidir” diyen ve darbelere maruz kalan kaşarlanmış siyaset adamını bile zıvanadan çıkarttılar. Varsın bugünkü siyasetin başında, Müslümanlığı kendi hayatında ve aile hayatında yaşamayan birileri olsun da, Müslümanlığı her alanda yaşayanlara ilişmesin, Müslümanların kıyafetiyle uğraşmasın ve uğraşılmasına müsaade etmesin.

***

İşte Batı dünyasından, meselâ Avusturya’dan bazı örnekler..

Evvelki sene hayata gözlerini yuman İçişleri Bakanı Liese Prokop, ölmeden önce bir “ilk”e imza atmak istedi ama, demokrasi geçit vermedi. Hak, hukuk ve hürriyetler zemininde onun bu sesli düşüncesi geri tepti, arzusunu kursağında bıraktı. Mensup olduğu parti tarafından kabul görmedi. Hele hele Avusturya Diyanet İşleri Başkanının onunla yaptığı uzun bir görüşmeden sonra onun bu talebinden vazgeçmesi, basına “Başkan Bakanı ikna etti” yorumuyla girdi. Bayan Prokop’un teklifi şu olacaktı:

“Üniversitelerde, kamu ve iş alanlarında başörtüsü varsın olsun, ama ilk ve orta dereceli okullarda engelleyici bir düzenleme yapılabilir.”

Onun bu “yapılabilir” dediği şeyin “yapılamaz” olduğu demokratik zeminlerde vurgulandı, basında geniş yer aldı. Çeşitli platformlarda tartışıldı.

Sonuçta mecliste teklif olarak sunulmasına bile müsaade edilmedi. Hani şu bizim meşhur “teklif edilemez” maddelerimiz var ya..

Sahi bizdeki o maddeler de, yoksa insan hakları ve özgürlükleriyle mi ilgilidir? Keşke öyle olsa bari..

***

Farklılıkları gözetirken, onlara uygulama alanı bahşederken, onları uzlaştırırken, başkalarının alanlarına girmeden, onlara müdahele etmeden ve çatışmaya yol açmadan bunu yapmak gerekir. Zaten demokratik ülkeler, kişinin kendi tercihine, inancına saygılı olurken, ona yaşama şansı verirken, “ama bana ilişme, başkasını rahatsız etme, onun tercihine dokunma” diyor. Meselâ, bizim bu yörede benim de görev yaptığım eğitim alanlarının birinde bir Müslüman baba (Türk değil), kızlarının başörtüleriyle devam ettiği bir lisede, yönetimden şunu talep etmiş:

“Benim kızlarıma ders veren bayan öğretmenler de, derste iken başlarını örtsünler.”

Böyle bir talep karşısında ancak gülünür, bunu teklif edenin aklî dengesi olmadığına hükmedilir.

Bir müdür bana “Bak işte, biz haklara riayet ediyoruz, ama sonuçta çok ileri gidilip bizim hayat tarzımıza da ilişiliyor” sözleriyle bu haberi naklederken, ben de gülerek, “Siz de hemen başörtüsü siparişleri vermişsinizdir herhalde.” dedim.

***

Bir kere Batı dünyası, İslâma ve Müslümana “çekinceli” bakıyor. Araya mesafe koymak istiyor. İslâmı sorguluyor. İslâmî olan her şeyi inceleme gereği duyuyor, “öteki” nazarıyla bakıyor. Başörtüsü meselesine gelince, kişinin kendi tercihidir diyor. Bu tercihi kullanmak da onun hakkıdır, diyor. Avrupa’ya yakışan, insan haklarını gözetmesi, düşünce ve inanç hürriyetini korumaktır, diyor. Demek ki, “başörtüsü” Batı’nın bu noktadaki, yani demokrasi ve insan hakları noktasındaki samimiyetini test ettiriyor. Bu testin sonucu pozitif çıkıyor. Çünkü Batı, kendi yaşantısına (Müslüman olanlar müstesna) almadığı, içine sindirmediği şeylerin bile kullanılma alanlarına ve haklarına itiraz etmiyor.

Bu da demokrasinin ve dolayısıyla Batı’nın imtihanı oluyor.

16.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kum ile kum saatinin ilişkisi



2 Mart tarihinde Bursa’ya gittiğimde kitap fuarı vardı ve fuarda Vural Savaş’ı, kitaplarını imzalarken gördüm. Yargıçken yaptıklarını yazar olarak sürdürüyordu. Tam bir sivil darbe çığırtkanlığı içindeydi. Teğet geçtim. Ama bir kitabı dikkatimi çekti: “AKP çoktan kapatılmalıydı”. Nitekim çok geçmeden ard arda yargı darbeleri inmeye başladı. Siftahı Danıştay’da Tansel Çölaşan yaptı ve o da Oktay Ekşi ve benzerleri gibi Menderes’i kötüleyip 27 Mayıs’a medihnameler düzdü ve göndermeler yaptı.

Hemen aynı günlerde yine Danıştay, Meclis’in kararını ‘yürütmeyi durdurma’ ile askıya aldı. Dolayısıyla Hürriyet’in komutu hayata geçirildi: “411 el kaosa kalktı.” Bu kararın üniversitelerde büyük ekseriyetle uygulanması devlet kurumlarında hükümetin yapayalnızlığını gösterdi. Bunlar turnusol kâğıdı gibi kararlar. Kimin nerede durduğunu gösteriyor. Aynı gün gazetelerde YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın sıkıntılı olduğu ifade edildi. Adam bence bu makama seçildiği için çoktan pişman olmuştur bile. Arkasında kimse yok. Olsa ne olacak ki? Cumhurbaşkanı ve başbakan da dahil 71 kişi yasaklılık süreciyle karşı karşıya. Yusuf Ziya Özcan tamamen yalnız bırakılmıştı. Hükümet bir şey yapıyor, ama işi sıkı tutamıyor ve gerisini getiremiyor. Yaptığı icraatlar tamamen yasak savma kabilinden ve göstermelik. Sadece rantiye alanında başarılıydı o da etik ve ahlâktan yoksun olarak. Sonunda ‘yargı darbesi’ AKP için kapatma dâvâsı açtı.

Vural Savaş için gecikmiş olsa da yine de onun 28 Şubat çizgisi depreşti. Aslında 2+2+2 icraatını gösteriyor. Zira, 28 Şubat süreci değişmediği gibi aktörleri de yeniden boy gösterdi. Neden bu fasit daire aşılamıyor? Siviller ciddî değil de ondan. Zira hâlâ Menderes veya sonraki darbelerin hesabı sorulmadı, sorulamadı. Hesabı sorulmaması bir tarafa, yapanların yanına kâr kaldı ve sürekli olarak Demokles’in kılıcı gibi karşılarına 27 Mayıs silüeti çıkarılıyor. 27 Mayıs emsal olmaya devam ediyor. Eski deyimle bu bir ‘işhar-ı silâh’tır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı veya 2+2+2 sürecinde Vural Savaş’ın halefi sayılabilecek Abdurrahman Yalçınkaya gayet sürpriz, hem de şok edici bir biçimde AKP için kapatma dâvâsı açmıştır. Peki olaya nasıl bakmalı? Olay kesinlikle sadece ordu içinde değil, yargı içinde de darbeci bir zihniyetin varlığını gösteriyor. Hukuku içlerine sindiremeyen bir zümre her tarafta var. Zaten TESEV’in gazetelerde yer alan araştırmalarına göre Türkiye’de yargıçların yüzde 70’i kanun ile devlet çıkarları karşı karşıya geldiğinde (veya onlara göre böyle bir izlenim alındığında) güçlüden yana çıkıyor ve hukukun yanında değil de devletin yanında yer alıyor. Peki, yargı hukuk tanımazsa kim tanır? Dolayısıyla ortada garip bir durum var. Garip durumlardan ilki, Tansel Çölaşan’ın 27 Mayıs darbesine alkış tutması ve idamları halkın coşkuyla karşıladığını söylemesine mukabil yargıdan tepki gelmeyişidir.

***

Aslında ikinci bir misal de ‘yürütmeyi durdurma’ suretinde bir yargı darbesi olarak nitelendirilen Danıştay kararının neredeyse bütün üniversiteler tarafından dikkate alınmasıdır. Hükümet şahsî gayretiyle bunun önüne geçmeye çalışmış, ama muvaffak olamamıştır. Sadece iki üniversite bu karara iltifat etmemiştir; Sakarya ve Konya Selçuk Üniversitesi. Hatırlatmadan geçmeyelim, Şahin Filiz’in görev yaptığı üniversite.

Aslında buradan baktığımızda, AKP süreçte bir çok hata yapmıştır. Bunlardan birisi, Başbakan’ın Madrid konuşması olmuştu. Bu konuşma yersizliği bir tarafa sözkonusu süreci tetiklemiştir. Son süreçte ordu taraf olmadı ve orduyu kışkırtanlar da amaçlarına ulaşamadılar. Ama bu defa darbe girişimi başka bir noktadan patlak verdi. Nüksetti. Dost acı söylermiş. Bu açıdan AKP’ye sitemim var. AKP’nin iler tutar bir politikası yoktu. Belediyeler hizmet yeri olmaktan çıkalı çok oldu. Şimdi sadece basınla münasebetlerini iyi tutmaya özen gösteriyorlar. Halkla ilişkileri de odun kömür yardımından ibaret. Balık veriyorlar, ama balık tutmasını öğretmiyorlar. Hizmetlerinde bir gözboyama ve sığlık var.

***

Ekonomide ise mikro dengeler hiç bu kadar bozulmamıştı. Daha bir akşam önce bir esnafa sordum, ‘acaba altı ay dayanabilir miyiz?’ diye iç geçiriyordu. Oyu halktan alıyor hizmeti zenginlere götürüyordu. O da oturduğu tabana yabancılaşıyor veya bindiği dalı kesiyordu. AKP’nin ekonomi politiği şöyle formüle edilebilir: Vergiyi tabana, serveti tavana yay.

Bununla birlikte, sistemle AKP’nin ilişkisi kum ile kum saati ilişkisinden ibarettir. AKP’ye darbe kendi zeminlerine ölümcül bir darbe olacaktır. AKP biten siyasetin son adresi ve aracıydı. Darbeciler de Türkiye’nin makro dengeleriyle oynuyorlar. Yenilen pehlivan doymazmış; darbeyle geliyor ve sandıkla gidiyorlar. Kapatma dâvâsının açıldığı güne denk düşen bir başka tarih de 14.03.2003 tarihi. Bu tarih ikinci AKP iktidarının kuruluş tarihi. Yani Tayyip Erdoğan’ın ilk kez Başbakan olduğu tarih. Evet bu defa hakem halk ve düdük de onda. Makro dengelerle oynayanlar halkı yabana atmasınlar. Düdüğü her an çalabilir ve bıktırıcı oyuna bir nihayet verebilir..

16.03.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yanlış üstüne yanlış



Avrupa Birliği yolunda ilerlemeye çalışan bir ülkede, tek başına iktidara gelmiş bir partiye ‘kapatma dâvâsı’ açılması, belki de Türkiye’den çok dünyayı şaşırttı. Maalesef, Türkiye’de daha önce de benzer dâvâlar açılıp, tek başına iktidara gelen partilere karşı darbe de yapıldığı için milletimiz bu karar karşısında ‘şok’ olmadı. ‘Şok’ olmadı, ama bu; ‘dâvâ açılmasını uygun gördü’ anlamına gelmez ve gelmemeli.

İktidar partisine karşı açılan dâvâyı, hür dünyanın anlayabilmesi de mümkün değildir. Yakın tarihimiz şahittir ki, siyasete, siyasî partilere, ‘siyaset dışı’ müdahaleler hiçbir zaman beklenen neticeyi vermemiştir. Herhangi bir partiyi kapatmak, o fikri, o onlayışı, o yaklaşımı sona erdirmemiştir ve erdiremez. Aksine, siyasete bu şekildeki müdahaleler milletin tepkisini toplamış ve mahkeme kararlarıyla kapatılan partiler, siyasî anlayışlarını başka şekillerde de olsa sürdürmüşlerdir.

Böyle olduğunu bu ve benzeri kapatma dâvâları açanlar da her halde bilir. Buna rağmen böyle dâvâların açılıyor olması çok garip.

Tabiî ki hadise çok taze ve ilk günlerdeki ‘şok’ atlatılınca farklı değerlendirmeler de yapılacak. İlk mesajlara bakılınca, ‘tek parti’ anlayışına sahip partilerin, AKP’ye karşı açılan bu dâvâ karşısında içten içe sevindiklerini söylemek bile mümkün. Oysa, muhalif bile olsa herhangi bir siyasî partinin ‘demokrasi adına’ bu dâvâya karşı çıkması beklenirdi. Asıl üzücü olan da bu değil mi?

Dâvânın ne getirip, ne götüreceği elbette taraflarca uzun uzadıya tartışılacak. Ancak, vatandaş, siyasete bu şekilde yapılan müdahaleyi tasvip etmiyor. Herhangi bir siyasî parti, başka bir siyasî parti tarafından ve ‘sandık’ marifetiyle iktidardan uzaklaştırılmalıdır. Darbe ile, muhtıra ile ya da mahkeme kararıyla bir partiyi iktidardan uzaklaştırmak, demokrasi ile idare edilen ülkelerin yapacağı işler değildir.

Kapatma dâvâsının açıldığını duyduğumuz anda, yanımızda bulunan ve AKP’ye oy verdiğini söyleyen bir ‘seçmen’ şöyle dedi: “Ağbi, önümüzde mahallî seçimler var. Böyle sansasyonlar, tartışmalar, dâvâlar olmasa oylarımızı nasıl arttırabiliriz ki!” Hadisenin bir yönü de bu.

AKP için bir ‘dosya’ hazırlandığı aylar önce ‘fısıltı gazeteleri’ aracılığıyla yayıldı. Bazı emekli hukukçular da bunu ima eder şekilde açıklamalar yaptı. Dolayısı ile kapatma dâvâsının açılmış olması bu yönüyle kamuoyu açısından sürpriz olmadı. Maalesef böyle bir dâvâ açılması beklenir hale gelmişti.

Açılan dâvâ bütün siyasî partiler için de bir imtihan vesilesidir. Siyaset camiası bir bütün olarak ‘parti kapatma’ya karşı çıkmalı, siyasî tartışmaların siyasetçiler arasında şeffaf ve adil bir şekilde sürmesini temin etmeli. Siyaset dışı müdahalelerle bir partiye engel olmak, başka bir partiye destek vermek Türkiye’ye yapılacak en büyük haksızlıktır.

Yanlış üstüne yanlış yapmakta ısrar edenlere bir defa daha hatırlatalım: Siyasî partileri millet açar, millet kapatır. Milletin açmadığı bir partiyi hiç kimse iktidara taşıyamaz, milletin kapatmadığı bir partiyi de hiç kimse iktidardan uzaklaştıramaz.

AKP’ye açılan kapatma dâvâsının ‘kaderî ciheti’ ise ayrı bir tartışma konusu, onu ayrıca tartışmak gerekecek...

16.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri