İktidar olmanın avantajlarını kullanmanın ölçüsü ve sınırı nedir? Bizim gibi demokrasisi az gelişmiş ülkeler için bu sorunun cevabı nettir: ölçüsüz ve sınırsız… Bugün yaşadığımız temel çatışmaların özünde rejim gibi kaygılardan ziyade bu ölçüsüzlüğe ve sınırsızlığa hakim olma isteği yatmaktadır.
Bu ölçüsüzlüğü ve sınırsızlığı hukuk devletiyle bağdaştırmak tabiî ki mümkün değildir. Aslında son iki seçimi biraz da bu açıdan değerlendirmek ve irdelemek gerekir. AKP’yi iktidara taşıyan en önemli unsurların başında iktidarı sınırsızca ve fütursuzca kullanan ve bunu devam ettirmek isteyen 28 Şubat elitokrasisine duyulan nefret önemli bir yer tutmaktadır.
Burada asıl soru şudur: Dinî motifleri siyaset arenasına taşıyan iktidar partisi yukarıda bahsettiğim iktidarın nimetlerinden sınırsızca faydalanma pratiğinin neresindedir? Bu soru aynı zamanda İslâmilik-ahlâkilik ölçülerine riayeti de içinde barındırmaktadır.
1 Mayıs öncesinde Başbakanın çok tartışılan ve tam bir demagog ustalığıyla çarpıtılan “Ayaklar, baş olmaz” sözü aslında çok önemsenmesi gereken bir hakikatin ifadesidir ve bunu kendisini hangi şartların iktidara taşıdığını iyi bilen AKP’nin en çok önemsemesi gerekir. Ayakların baş olması, işlerin liyakatsiz ellere teslimi anlamına gelmekteydi ki koskoca bir imparatorluğun çöküş sebebi olarak da gösterilen “kaht-ı rical”e ve beraberinde bir çok hukukdışılığa, riyakârlığa ve ahlâksızlığa da işaret etmekteydi.
Görünen o ki iktidar koltuğu bütün cazibedarlığıyla “dönüştürme” sihrini bir kez daha göstermiştir. Bediüzzaman’ın ‘sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi’ şeklinde belirlediği öldürücü hastalığın bugün de devam ediyor oluşunu başbakanın yukarıdaki sözleri üzerine hatırladım. Yine İslâmiyetin “üssül esas”ı olan sıdkın “benim memurum işini bilir”den başlayarak siyaset eliyle nasıl dejenere edildiğini, yüksek ahlâk göstergesi olan doğruluğun ve liyakat esaslarının mücahitlerin müteahhite dönüştürülmesi sırasında nasıl ayaklar altına alındığını görüverdik.
Çözülmüş, çökmüş, usandırmış, dayatmacı ve ötekileştirici bir yapıya karşı iktidara getirilmiş olan AKP’nin sonu hüsranla sonuçlanabilecek bir imtihanla karşı karşıya kaldığını görmek o kadar da zor değil. Bir öncekilerin bütün çirkeflikleriyle ve hukuk dışılıklarıyla ellerinden bırakmak istemedikleri mutlak iktidarı, AKP bu çözülmüş-çökmüş yapıyı tamir etmek için kullanmakta mıdır? Diyojen’in gündüz yaktığı fenerle ne aradığını soranlara, “adam arıyorum, adam” dediği gibi siyaset; işinin ehli olanlara işlerin teslim edildiği bir yer olabilecek midir? Yoksa iktidarın bu seferki sahipleri bir öncekiler gibi “beka-yı devlet” ve “hikmet-i hükümet”in dönüştürücü sihriyle dönüşecek; iş, aş, özgürlük hayallerini bir başka bahara erteleyerek siyaset mezarlığında yerlerini ayırtacaklar mıdır?
Doğruluğu hangi makamda, hangi şartlarda, hangi zeminde olursak olalım vazgeçmememiz gereken bir prensip olduğunu ne zaman benimseyip pratiğe dökeceğiz? Başkalarının özürlerinin bizlere mazeret olamayacağını, olmaması gerektiğini ne zaman öğrenebileceğiz? Kanuni Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Camii için sıraladığı; “Alet ilimlerini ve yüksek ilimleri bilecek, Arapça, Farsça ve Latince bilecek, mukayeseli dinler ve dinler tarihini bilecek, ata binecek, idman yapacak, sportmen olacak, sıhhatli ve yakışıklı olacak, güzel giyinecek…” şeklindeki liyakat şartları gibi; tarihimize, kültürümüze ve dinimize yakışır şekilde işlerimizde ne zaman liyakatı esas alacağız?
Bunları, adı cumhurbaşkanlığı için de geçen bir önceki hükümetin en önemli isimlerinden Abdüllatif Şener’in de adının geçtiği ve örtbas edildiği bir rüşvet olayı ile ilişkilendirerek söylüyorum. Hürriyet mücadelesinin, dürüstlüğün ve samimiyetin siyaset sahnesindeki önemli bir adresi olarak görülen AKP’nin temel meselelerdeki ikircikli tavrı birçok kişiyi hayal kırıklığına uğratmaya devam etmektedir. .
13.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|