Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ahmet DURSUN

Üzücü sorular



İktidar olmanın avantajlarını kullanmanın ölçüsü ve sınırı nedir? Bizim gibi demokrasisi az gelişmiş ülkeler için bu sorunun cevabı nettir: ölçüsüz ve sınırsız… Bugün yaşadığımız temel çatışmaların özünde rejim gibi kaygılardan ziyade bu ölçüsüzlüğe ve sınırsızlığa hakim olma isteği yatmaktadır.

Bu ölçüsüzlüğü ve sınırsızlığı hukuk devletiyle bağdaştırmak tabiî ki mümkün değildir. Aslında son iki seçimi biraz da bu açıdan değerlendirmek ve irdelemek gerekir. AKP’yi iktidara taşıyan en önemli unsurların başında iktidarı sınırsızca ve fütursuzca kullanan ve bunu devam ettirmek isteyen 28 Şubat elitokrasisine duyulan nefret önemli bir yer tutmaktadır.

Burada asıl soru şudur: Dinî motifleri siyaset arenasına taşıyan iktidar partisi yukarıda bahsettiğim iktidarın nimetlerinden sınırsızca faydalanma pratiğinin neresindedir? Bu soru aynı zamanda İslâmilik-ahlâkilik ölçülerine riayeti de içinde barındırmaktadır.

1 Mayıs öncesinde Başbakanın çok tartışılan ve tam bir demagog ustalığıyla çarpıtılan “Ayaklar, baş olmaz” sözü aslında çok önemsenmesi gereken bir hakikatin ifadesidir ve bunu kendisini hangi şartların iktidara taşıdığını iyi bilen AKP’nin en çok önemsemesi gerekir. Ayakların baş olması, işlerin liyakatsiz ellere teslimi anlamına gelmekteydi ki koskoca bir imparatorluğun çöküş sebebi olarak da gösterilen “kaht-ı rical”e ve beraberinde bir çok hukukdışılığa, riyakârlığa ve ahlâksızlığa da işaret etmekteydi.

Görünen o ki iktidar koltuğu bütün cazibedarlığıyla “dönüştürme” sihrini bir kez daha göstermiştir. Bediüzzaman’ın ‘sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi’ şeklinde belirlediği öldürücü hastalığın bugün de devam ediyor oluşunu başbakanın yukarıdaki sözleri üzerine hatırladım. Yine İslâmiyetin “üssül esas”ı olan sıdkın “benim memurum işini bilir”den başlayarak siyaset eliyle nasıl dejenere edildiğini, yüksek ahlâk göstergesi olan doğruluğun ve liyakat esaslarının mücahitlerin müteahhite dönüştürülmesi sırasında nasıl ayaklar altına alındığını görüverdik.

Çözülmüş, çökmüş, usandırmış, dayatmacı ve ötekileştirici bir yapıya karşı iktidara getirilmiş olan AKP’nin sonu hüsranla sonuçlanabilecek bir imtihanla karşı karşıya kaldığını görmek o kadar da zor değil. Bir öncekilerin bütün çirkeflikleriyle ve hukuk dışılıklarıyla ellerinden bırakmak istemedikleri mutlak iktidarı, AKP bu çözülmüş-çökmüş yapıyı tamir etmek için kullanmakta mıdır? Diyojen’in gündüz yaktığı fenerle ne aradığını soranlara, “adam arıyorum, adam” dediği gibi siyaset; işinin ehli olanlara işlerin teslim edildiği bir yer olabilecek midir? Yoksa iktidarın bu seferki sahipleri bir öncekiler gibi “beka-yı devlet” ve “hikmet-i hükümet”in dönüştürücü sihriyle dönüşecek; iş, aş, özgürlük hayallerini bir başka bahara erteleyerek siyaset mezarlığında yerlerini ayırtacaklar mıdır?

Doğruluğu hangi makamda, hangi şartlarda, hangi zeminde olursak olalım vazgeçmememiz gereken bir prensip olduğunu ne zaman benimseyip pratiğe dökeceğiz? Başkalarının özürlerinin bizlere mazeret olamayacağını, olmaması gerektiğini ne zaman öğrenebileceğiz? Kanuni Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Camii için sıraladığı; “Alet ilimlerini ve yüksek ilimleri bilecek, Arapça, Farsça ve Latince bilecek, mukayeseli dinler ve dinler tarihini bilecek, ata binecek, idman yapacak, sportmen olacak, sıhhatli ve yakışıklı olacak, güzel giyinecek…” şeklindeki liyakat şartları gibi; tarihimize, kültürümüze ve dinimize yakışır şekilde işlerimizde ne zaman liyakatı esas alacağız?

Bunları, adı cumhurbaşkanlığı için de geçen bir önceki hükümetin en önemli isimlerinden Abdüllatif Şener’in de adının geçtiği ve örtbas edildiği bir rüşvet olayı ile ilişkilendirerek söylüyorum. Hürriyet mücadelesinin, dürüstlüğün ve samimiyetin siyaset sahnesindeki önemli bir adresi olarak görülen AKP’nin temel meselelerdeki ikircikli tavrı birçok kişiyi hayal kırıklığına uğratmaya devam etmektedir. .

13.05.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Hapse düşüren teknoloji ve diğerleri



Esra Abdel Fattah, Facebook’ta bir grup oluşturduğu için hapse düşeceğinden habersizdi tabiî ki. “Yeşili Sevenler”, “Kırmızıyı Sevmeyenler”, “Dr. Oetker Doçent olsun” diyenler, “Türban yasağı bir insanlık ayıbıdır ya da değildir” diyenler olurdu da; Mısır’daki gıda fiyatlarındaki artışı protesto amacıyla düzenlenecek eylemi destekleyen “6 Nisan” isimli bir grup olamaz mıydı?

Esra 7 Nisan günü tutuklandığında bu sorunun cevabını biliyordu: Olamazdı. Yaşadığı ülkede olmayan şeyler olur, olan şeyler olmazdı. Bu da olamayanların, olmayanların safında yerini almıştı. 16 gün el-Kanatir kadın hapishanesinde kalan ve çok iyi muamele gördüğünü belirten Esra, “Bu kadar iyi muamele görecektiysem, neden tutuklandım?” sorusunu da şüphesiz her daim soracaktı kendine…

Mısır, şimdiye kadar bulunduğum ülkeler arasında farkındalık seviyesi düşük olanlardan biri. Bundan dolayı, böyle bir girişimde bulunan birinin olması –konu ne olursa olsun- hayat belirtisi olduğu için mutluluk verici. Fakat Esra, eğer zengin sınıftan olsaydı bu şüphesiz daha bir anlam kazanacaktı. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” sözünü düstur edinmiş olan birçok kişinin arasında, “Yılan kimseye dokunmasın” diyen yürekliler nedense hep Esra’nın sınıfındandı.

Sınıf diyorum, evet, çünkü Mısır’da gözle görülür bir sınıf ayrımı halen mevcut. Bu, sömürge zamanının etkilerinin devamı olarak algılansa da, belki insanların farkındalığını da beraberinde alıp götürdüğü için ses çıkarılmayan bir durum. Bunun en belirgin örneği, alış veriş merkezlerinde ya da restoranlarda çocuklarını kucaklarında taşımayan yüzlerce annedir diyebilirim. Çünkü bu annelerin çocuklarını, bebek çantalarını, bebek arabalarını taşıyan ya da taşımaya çalışan, küçük yaşta Filipinli, Nijeryalı, Etiyopyalı, Endonezyalı bakıcı kızlar vardır. Üzerlerinde emanet gibi duran kıyafetleri, arkadan tek bir sıra halinde örülmüş saçları ve tertemiz gülümsemeleriyle her gördüğünüzde iç dünyanızı alt üst eden bakıcı kızlar…

Aynı sınıftan değil diye kapıcıyla çok selâmlaşılmaz. Market çantalarını taşımak, bir acizlik göstergesidir. Çünkü, çantaları markette kasaların hemen yanında duran çocuklara taşıtmalı, kendin hiçbir şey yapmamalısın, onların sınıfına düşmemelisin. Ağır eşya kaldıramadığım bir rahatsızlığımın dışında, bütün market çantalarımı hep kendim taşıdığımdan, çoğu zaman insanların bana hayretler içerisinde baktığını görüyorum. Gülüp geçiyorum.

Hal böyle iken, bu insanların “ekmek fiyatı kaça çıkmış, benzin kaç lira olmuş, acaba benzinlikte çalışan adam bugün evine ekmek götürebilecek mi (tabiî bu arada Mısır’da benzin istas-yonlarında çalışanlar maaşla değil, aldıkları bahşişle geçiniyorlar), yağ fiyatı neden zamlandı?” diye düşünmeleri beklenemez tabiî ki. Bekleseniz ve sorsanız dahi, “Ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler” dediği varsayılan Marie Antoinette’in verdiğinden daha farklı bir cevap alınması beklenmemelidir. Bu böyle devam ettikçe de, okuldaki öğrenci işleri görevlisinden, alış veriş merkezlerindeki lavabo görevlilerine; taksi şoförlerinden, bazı birimlerde çalışan memurlara kadar çoğu kişinin “bahşiş” istemesi oldukça normal karşılanmaktadır. İstediklerinin adı 'bahşiş'tir ama aslına bakarsanız o bahşiş değildir.

Mısır’a yerleşen her yabancı gibi ben de ilk yılımı, -diğerlerinin sözlerine kulak asmaksızın- ümitvar olmakla geçirdim. Gelişen her ülke gibi, Mısır da elbette bu konularda gelişecektir. Halk, özentiliği bir kenara bırakacak, trafik kuralları uygulanacak, trafik ışıklarının yanı başında kırmızı yandığında “dur” talimatı vermesi açısından polisler olmayacak, yerlere çöp atılmayacaktır.

Buradaki tahsil hayatımın ikinci yılını doldururken, bu ülkedeki bütün olumsuzlukların mutlaka bir gün biteceğine olan inancımı ve ümidimi muhafaza etmenin mutluluğu içerisindeyim. Belki bir gün Esra, internet korkusunu yenecek ve tekrar mesaj yazmaya başlayacak.

Biliyorum ki, ümitvar oldukça ve ye'se düşmedikçe her şey daha güzel olacak.

13.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Eyvah çocuğum pop müziği dinliyor!



Gerek İstanbul Üniversitesi Türk Müziği Korosunda gerekse Bakırköy Mûsıki Cemiyetinde hocam olan Mehmet Güntekin Bey geçenlerde ailece katıldığı bir televizyon programındaydı. Yıllardır İstanbul Devlet Klâsik Türk Müziği Korosundaki san'atçılığının yanı sıra koronun müdürlüğü görevini de yürütüyordu. Derken sunucu, Mehmet Beyin 15-16 yaşlarındaki oğlu Mehmet Turgut’a da sordu? ‘”Ne tür müzikler dinlemekten hoşlanıyorsun? ‘’

Böyle bir babanın oğlu da tabi ki Türk Müziği dinler, ya ney üfler, ya da ud çalar herhalde diye düşünmüşsünüzdür belki de benim gibi.

Ama delikanlı dedi ki “fazla hard (sert) olmamak şartıyla rock ve pop müzikle uğraşmaktan, dinlemekten hoşlanıyorum.’’ Bu cevap doğrusu bana çok içten ve sıcak geldi. Öyle ya kimse babasının sevdiği, dinlediği bir müzikle uğraşmak ya da dinlemek zorunda değil ki. Hele bu kimse daha gencecik bir insansa.

Zaman zaman eş dost sorar. “Ya bizim çocuk müziğe merak sardı. Ama gitar çalmak istiyor. Oysa ben ud çalsın istiyorum.’’ “ Bizim kız ney üflesin istiyorum, ama o pek istemiyor. Ne yapalım?” Ben ise şu şekilde düşündüğümü paylaşıyorum: Hiç paniğe gerek yok. Onlar henüz çok genç insanlar. Müzik bir gönül, sevgi işidir. Zorla dayatıp yönlendirilecek bir şey değil. Ne ile mutlu oluyorlarsa onla meşgul olsunlar. Bir süre sonra su akar, yatağını bulur.

Kendi çocukluk ve gençlik dönemlerim aklıma geliyor da, Türk Müziği ve Tasavvuf Müziği dinlemek ne kadar sıkıcı gelirdi bana. İlk şarkıdan sonra salondan çıkasım gelir ya da bir an önce bitsin isterdim. Ama yaş ilerledikçe insan fıtratı kendi ruh durumuna en uygun müziği dinlemeye başlıyor. Bizim müziğimiz belli bir yaşı ve belli müzik aşamalarını geçmeyi gerektiriyor biraz. Meselâ çevrenizde 50, 60 yaşın üstündeki insanlara bir bakın. Hiç pop, rock müzik dinleyeni var mı? Ya eski şarkıları, türküleri ya da ilâhileri dinlerler. Bir de çocuk ve gençlerimize bakın. Dede Efendi’den, Hacı Arif Beyin şarkılarından hoşlanan kaç kişi bulabilirsiniz? O yüzden paniğe, karamsarlığa gerek yok. Çocuğun müzikle ilgilenmesi, bir şey çalmaya çalışması güzel bir gayret. Ona destek olmak lâzım. Bunu söylerken kontrolsüz ve ölçüsüz de davranmamak gerek. Onu türkülerimizden, şarkılarımızdan, ilâhilerimizden tamamen mahrum da bırakmayın. Çünkü onlarında çok beğeneceği pek çok eser var. Meselâ gitarını alsın, bir ilâhiyi çalmayı denesin. Arada bir şarkılarımızı ve ilâhilerimizi dinleyebileceği – ama doğru örneklerini – konserlere gidin beraberce. Pek çok il ve ilçede müzik cemiyetleri, dernekler kurslar var. Bunlar ya ücretsiz ya da cüz'î ücretlerle müzik eğitimi veren yerler. Çocuklar burada kişiliklerini de bulabilecek, kendilerine güven duymayı da öğreneceklerdir.

Nazlı Misafir

Ey kendim!

İnsan kalbi taşıyorsun unutma

Kendine gel! Kendinde kal!

‘’ İnsan’’ olmanın adını koy!

Ayakların ne yöne?

Ne düşünüyorsan osun.

Her an bir nota ellerime verilen:

Do, re, mi, fa...

Topla dağıt notaları.

Bir beste yap sen de.

Yaşadığına dair...

Ey nazlı misafir!

Ali Hakkoymaz

Başsağlığı

Ud sazının ülkemizdeki en önemli icracılarından değerli müzik adamı Yurdal Tokcan'ın geçtiğimiz hafta eşi vefat etti. Merhume eşine Cenâb-ı Hak’tan rahmet, kendisine sabrı cemil niyaz ediyorum.

Nurdan Bir Damla

’’Güya, kâinat azim bir mûsıka-i zikriyedir; en küçük nağme, en gür nağamata karışmakla haşmetli bir letafet veriyor.Ve hâkezâ, kıyas et.”

Sözler, 24. Söz, 1. Dal.

13.05.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Şaban DÖĞEN

Allah için olmanın emsalsiz hazzı



Mü’min, hayatı boyunca rıza-ı İlâhînin etrafında dönüp durur. Gökte melekler Beyt-i Mamur’un etrafında döndükleri gibi hac ve umreci mü’minler de Kâbe etrafında dönerler. Evet, bu dönüş, yani tavaf, İlâhî aşkın bir ifadesidir. Zerreden kürelere kadar bütün kâinatın katıldığı İlâhî koroya “Lebbeyk= Emrine âmâdeyim” sadalarıyla ayak uydurmaktan ibarettir.

Kâbe, Tevhidi sembolize eder, tavaf da bir olan Allah’a teslimiyetin, mukadderâta boyun bükmenin yansımasıdır. Allah’ın evinde O'nun has bir misafiri olmanın sevinç ve heyecanının bir ifadesidir.

Dönmek ezelî ve ebedî Sevgiliye olan bağlılığın, teslimiyetin zevk ve şevkiyle hareket etmek demektir. Yüzünü Kâbe’ye çeviren mü’min, gönlünü de her şeyden koparıp Allah’a, O'nun rızasına yöneltir. Kulun Allah’a en yakın olduğu anlardan biridir o anlar. O'nun için olabildiğince duâ ve istiğfar eder.

Umre yapan kişi, tavaftan sonra sa’ye girer. Safa’dan başlayıp Merve’de biten dört gidiş ve üç gelişten ibaret olan sa’y bize fedâkâr anne Hz. Hacer’in evlâdı için üstlendiği çabayı da hatırlatır. O, susuzluktan kavrulan yavrusu için bu iki tepe arasında yedi defa koşmuş, Cenâb-ı Hak da onları hamisiz, kimsesiz bırakmamış, bu şefkate mükâfat olarak zemzemi ihsan etmiştir. Mü’min de bu koşma ve yürüyüşüyle Allah’ın rahmetini arama gayreti içerisindedir.

Bu gayret yedi sa’yin sonunda rahmete, mükâfata ermeyi netice verir. Artık umre bitmiş, şükür olarak saçtan bir parça kesilmiş, bunu yaparken kul, her şeyini Allah için fedâ edebileceğini göstermiştir. Artık doyasıya zemzem içebilir.

O anda Hz. İbrahim’n duâsını da hatırlar umreci. Oğlu İsmail’i, hanımı Hecer’le o zaman için o ıssız yerlere bırakıp giderken, hanımı Hacer’in, “Ey İbrahim, bizi bu ıssız yerde kime bırakıp gidiyorsun?” şeklinde birkaç defa tekrarlanan sorusuna cevap vermez. “Sonunda bunu sana Allah mı emretti?” diye sorunca, “Evet, Allah emretti” diye karşılık verir. Hanımı Hacer de, “Öyleyse gidebilirsin ey İbrahim, Allah bizi yalnız bırakmaz” der. Bu teslimiyet çok geçmeden onları zemzemle mükâfatlandıracaktır. Hz. İbrahim’in de ayrılırken Seniyye tepesinde şu duâyı yaptığını biliyoruz: “Ey Rabbimiz! Âilemden bir kısmını, Senin hürmetli Beytinin yanında, ekinsiz bir vadide yerleştirdim—namazlarını Beytinin huzurunda dos doğru kılsınlar diye, ey Rabbimiz! Sen de insanlardan mü’min olanların gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, onlar da nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler.”1

Bugün her hacı adayı, her umreci yüz binlerin, milyonların akın akın geldiği, aşk ve şevkle tavaf yapıp sa’yettiği, bereketle dolup taşan o mübarek beldede bu duânın kabulünün yansımalarını görür.

Demek ihlâs, samimiyet, teslimiyet ne kadar büyük nimetlere gark ediyor insanı. Bu sırrı daha yakından hisseder mü’min orada. Allah’a daha fazla yönelme, mânen yaklaşma gayreti içerisine girer ve Allah’ın özel bir misafiri olmasının sevinç, heyecan, zevk ve şevkini yaşar.

Dipnotlar:

1- İbrahim Sûresi: 37.

13.05.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Uyku nimetini kullanırken



Ayşegül Hanım: “Uyku gaflet midir, nimet midir? Yatmada sünnet olan hususlar nelerdir?”

Yaratılışı gereği, insan, gündüz çalışmakta ve yorulmakta; gece ise dinlenmek için uyumaktadır. Bünyemiz gece uykusuna muhtaçtır. Uyku, ihtiyaç ölçüsünü aşmadıkça nimettir. Kur’ân’da Cenâb-ı Hak, “Uykunuzu dinlenme vakti kıldık”1 âyetiyle bu nimete ve bu beşerî ihtiyaca işaret eder.

Günde en az altı saat uyuyan bir insan, ömrünün en az dörtte birini uyku ile geçiriyor demektir. Ki, küçük bir rakam değildir. Hayatımızda böylesine önemli bir yere sahip olan uykuya sünnet-i seniyye gözetilerek girilirse, âdi bir hareket olan uykumuza, ibâdet mahiyeti kazandırmamız mümkün olacaktır.

Yatma esnasında uymamız tavsiye edilen sünnet-i seniyyeler: Yatağa abdestli girmek, sağ yanı üzerine yatmak ve yatarken “eûzü-besmele” çekerek duâ okumaktır.

* Bera’ bin Âzib (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Yatağa vardığında önce namaz abdesti gibi abdest al. Sonra sağ tarafına uzan ve şu duâyı oku: ‘Allah’ım, nefsimi Sana teslim ettim. Yüzümü Sana çevirdim. İşimi Sana bıraktım. Sırtımı Sana dayadım. Senden hem rahmetini umuyorum, hem korkuyorum. Senden sığınacağım ve kurtuluş bulacağım yer, Senden başkası değildir. İndirdiğin kitabına inandım. Gönderdiğin Peygamberine iman ettim.” Eğer o gece ölecek olursan, İslâm fıtratı üzerine ölmüş olursun. Bu sözleri, yatarken söylediğin sözlerin sonuncusu kıl.”2

* Hazret-i Âişe (ra) bildirmiştir: Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (asm) her gece yatağa girdiği zaman iki elini birleştirerek, “Kul hüva’llâhü Ehad”, “Kul Eûzü Birabbi’l-Felak” ve “Kul Eûzü Birabbi’n-Nâs” sûrelerini okur ve ellerine üflerdi. Sonra iki eliyle vücudundan yetiştiği yerleri; başını, yüzünü, vücudunun önünü, arkasını sıvazlar ve meshederdi. Bunu üç defa tekrarlardı.”3

* Amr bin Hureys (ra) anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Temiz ve abdestli olarak uyuyan kimse, gündüz nafile olarak oruç tutup, gece ibadet yapan kimse gibidir.”4

* Ebû Hüreyre (ra) bildirmiştir: Resul-i Ekrem (asm) şöyle buyurdu: “Sizden biriniz yatarken sağ tarafı üzerine yatsın. Sonra şu duâyı okusun: ‘Rabb’im, isminle yanımı yere koydum, adınla kaldıracağım. Eğer ruhumu alırsan, ona merhamet et. Eğer almazsan, iyi kullarını muhafaza ettiğin gibi muhafaza et.’”5

* Huzeyfe (ra) bildirmiştir: Allah Resûlü (asm) gece yatağına girdiği vakit sağ elini yanağının altına koyardı. Sonra şu duâyı okurdu: “Allahümme bismike emûtü ve ahyâ.” (Mânâsı: “Allah’ım, isminle ölürüm, isminle dirilirim.” Uyandığı vakit ise, “Elhamdülillâhi’llezî ahyânâ ba’demâ emâtenâ ve ileyhi’n-nüşûr.” (Mânâsı: “Hamd, bizi öldükten sonra dirilten Allah’a mahsustur. Son gidiş de ancak O’nadır.”6

* Yine Peygamber Efendimiz (asm) yatarken “Âyet’el-Kürsî” okuyan kişi için, Allah’ın sabaha kadar bir muhafız görevlendirdiğini, onu tehlikelerden emin kıldığını ve ona şeytanın yaklaşamayacağını bildirmiştir.7

Görüldüğü gibi, uykuya girerken okunan duâların genelinde Allah’a sığınma, ölüm ve diriliş temaları işlenmiştir. Çünkü uyku ölümün küçük kardeşidir ve uyku halinde alıp verdiğimiz nefesler bilinç dışıdır. Bu duâlardan herhangi birini veya bir kaçını okuduğumuzda, Allah’a sığınmış oluruz.

Yatarken Peygamber Efendimiz’in (asm) sakındırdığı tek davranış, yüzükoyun, yani karnı üzeri yatmaktır. Allah Resûlü (asm) karnı üzerine yatıştan Allah’ın râzı olmadığını bildirmiştir.8 Bunun dışında diğer yatış biçimleri mubah bulunmaktadır. Ancak, necip milletimizde bir saygı alâmeti olarak, yatarken, zorunlu hallerin dışında, ayakların kıbleye getirilmemesine özen gösterilir. Bu içten gelen bir saygı ve hürmettir.

Sağ yanımız üzerine yatmanın bir hikmetini ilk bakışta şöyle açıklamak mümkündür: Bilindiği gibi kalbimiz sol yanımızdadır. Sol yanımız veya karnımız üzerine yattığımız zaman, uyku halinde kalbimize baskı yapmaktan kendimizi koruyamayız. Sıkışan ve rahat çalışması engellenen kalbimiz ise bize uykuda rahat yüzü göstermez; kâbuslar yaşatır. Sabahleyin dinlenmiş olarak değil, tam tersine yorgun olarak uyanırız. Ve bu yorgunluk, gün boyu bütün işlerimizi, verimliliğimizi engeller.

Ayrıca, bilincimizle yaşamadığımız uyku dakikalarında, rahat çalışmaktan alıkoyulan kalbimizin “sekteye ve durmaya” daha yakın bir hal içine girdiğini, bunun da sağlığımızı tehdit ettiğini unutmayalım.

Dipnotlar:

1- Nebe’ Sûresi, 78/9; 2- Buhârî, Vüdû, 183; Riyâzu’s-Sâlihîn, 80, 811, 812; 3- Buhârî, Kur’ân’ın Fazîletleri, 1772; 4- Câmiü’s-Sağîr, 2/2607; 5- a.g.e., 1/292; 6- Riyâzu’s-Sâlihîn, Uyku, 814; 7- Buhârî, Vekâlet, 10; 8- Riyâzu’s-Sâlihîn, 815

13.05.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Toplumda cinnet halleri



Tıbbî vak'alarda sebepten sonuca (teşhis–tedâvi) doğru giden bir metotla hareket edilir.

Sosyal olaylarda ise, bunun tam tersi bir metot uygulanır.

Yani, sonuçtan sebebe doğru gidilerek sağlıklı analizler yapılabilir ve ona göre de uygulanacak tedâvi usûllerine başvurulur.

* * *

Ortada bir "mânevî buhran"ın olduğu ve bu buhranın toplum içinde kol gezdiği artık su götürmez bir gerçek.

Düşünün, bir "lahmacun kokusu tartışması" yüzünden insanlarımız birbirinin canına okuyor, kanını döküyor.

Basit bir park etme veya yol verme meselesinden dolayı, yine benzer cinnet halleri yaşanıyor; insanlarımız bir hiç uğruna birbirini boğazlıyor.

Aynı şekilde gasp, soygun, hırsızlık, tecavüz vak'alarının çoğunda aynı cinnet ve bunalmışlık hallerinin damgasını vurduğuna ve bu gibi vak'aların tetikleme sonucu artış kaydetmesiyle birlikte, mezara gidenler bir yana, hastahanelerin, hapishanelerin dolup taştığına şahit olmaktayız.

Hele hapishanelerde, adam alacak yer kalmadı neredeyse...

Üstelik, bütün bu olup bitenler, ibret dersi teşkil ederek insanları durdurmak, frenlemek yerine, adeta daha da tahrik ediyor. Bunalımlı tahrikler ise, yukarıda sıraladığımız menfî hadiselerin maalesef sayısını arttırıyor.

* * *

Evet, toplum genelinde özellikle son zamanlarda artarak ve yeni boyutlar kazanarak yaşanan böylesine üzücü ve ürpertici olayların, şüphesiz derinlerde yatan çok önemli bazı sebepleri olmalı.

Bunların tez elden ve muhakkak sûrette tesbit edilmesi, en öncelikli meseledir. Hemen ardından da, bu sebeplerin düzeltilmesine, vahametin giderilmesine, vaziyetin ıslâh edilmesine sıra gelir ki, bunun gecikmeye hiç tahammülü yok.

Aksi halde, son derece basitmiş gibi görünen meselelerin bile âniden alevlenerek bacaları nasıl sardığını veya ocakları nasıl da söndürüp küle çevirdiğini anlamakta zorluk çekeriz.

Zira, zamanında teşhisi konulmayan, tesbiti yapılmayan ve önüne geçilmeyen "sosyal hastalıklar"ın hem yayılma istidadı çok kuvvetli, hem de bu hastalıkların kronikleşme ihtimali çok yüksek.

Yaşanan ürkütücü tablo karşısında, şüphesiz herkesin payına düşen bir sorumluluk derecesi var. En büyük sorumluluk ise, elbette ki, toplum adına toplumu yönetenlere aittir.

Bu mevkide olanların, özellikle mânevî ve ahlâkì buhranı giderecek köklü ve tesirli çarelere başvurması artık kaçınılmaz bir hale gelmiştir.

Hasılı, tehlike büyük ve yeni ilâvelerle büyümeye devam ediyor. Buna mukabil, çare arayışlarında da daha büyük bir çaba ve gayret göstermek elzem olmuştur.

Tarihin yorumu 13 Mayıs

1972

Ya muhtıraya uyarsın, ya da vetoyu yersin

Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Suat Hayri Ürgüplü tarafından hazırlanan bakanlar kurulu listesini veto etti.

Vetonun gerekçesi ise, kargaları dahi güldürecek kadar komikti: "Bu kabine, 12 Mart Muhtırasının ruhuna uygun değil."

Bunun üzerine, kendisine tevdi edilen "hükümeti kurma görevi"ni Çankaya Köşkü'ne iade eden Ürgüplü, bu tarihten sonra aktif siyasetle mesafeli durmaya çalıştı.

* * *

Anarşik olayların giderek artması, yabancı uyruklu teknisyenlerin anarşistler tarafından (D. Gezmiş'in arkadaşları) hünharca öldürülmesi, 12 Mart (1971) Muhtırasından bu yana başbakanlık yapmakta olan eski CHP'li Nihat Erim'i bir hayli yormuş ve adeta canından bezdirmişti.

Erim, "sağlık gerekçesiyle" 17 Nisan 1972'de istifa etti. Bunun üzerine, hükümeti kurma görevi Suat Hayri Ürgüplü'ye verildi. Onun kabinesi veto edilince, devreye bu kez "muhtıra meddahı" MGP'li Millî Savunma Bakanı Ferit Melen girdi.

Muhtırayı alkışlayan Melen, Köşk tarafından da kabul edilen yeni kabineye AP'den 8, CHP'den 5, MGP'den 2, Meclis dışından 9 ve Kontenjan Senatörü olarak 1 kişiyi alarak, muhtıranın mantığına uygun bir kadroyla başbakanlık görevini üstlendi.

Böylelikle, Ürgüplü'nün veto edilip, Melen'in kabul görmesinde rol oynayan en önemli faktörün "muhtıra mantığı" olduğu bir bakıma kesinlik kazanmış oldu.

***

1903'te Şam'da dünyaya gelen Suat Hayri Ürgüplü, son Osmanlı Şeyhülislâmlarından Ürgüplü Hayri Efendinin oğludur. Hukuk Mektebi mezunu olup, uzun yıllar hakimlik yaptı. 1943'te Kayseri milletvekili olarak Meclis'e girdi. Bir müddet Gümrük ve Tekel Bakanlığı yaptı. 1950'de DP listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1961'de bu kez AP listesinden bağımsız senatör seçildi. 1965'te İnönü hükümetini gensoru ile devirip koalisyon hükümetini kurdu. 1966'da Cumhurbaşkanı Sunay tarafından kontenjan senatörü yapıldı. 1972'de ise, kurmuş olduğu bakanlar kurulu listesi, yine aynı Sunay tarafından bu kez veto edildi.

13.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bugünkü gizlilik, 15 asır önceki şeffaflık



Adamın biri, çizmeli bir asker resmi yapmış, arkadaşına göstermiş. O da çizmelerinden başlayarak tenkit etmeye başlamış: “Çizmelerin tepeleri sivri, topukları yamuk, ağızları ise geniş oldu” demiş. Acemi ressam dayanamamış:

“Sakın çizmeyi aşma!” demiş.

İster yönetici, ister yönetilen olalım; acaba ne kadar şeffafız ve eleştirilere ne kadar açığız? Kendimize yapılan tenkitleri hazmedebilme maharetini gösterdiğimiz takdirde, eksiklerimizi tamamlar, hatâlarımızı telâfi eder, olgunlaşırız. İnsaflı eleştirilere kulak verirsek, gerçeği buluruz. Eleştirende de gerçeği bulma ve ifâde etme aşkı olmalıdır. Eğer eleştiriyi insaf işletirse, gerçeği parlatır.1 Gurura dayanan tenkit ise, müthiş bir hastalık ve musîbettir.2 Hem hakikati incitir, hem de gayret ve şevki kırar.

Kendimize yapılan tenkitleri hazmedebilme maharetini gösterdiğimiz takdirde, eksiklerimizi tamamlar, hatâlarımızı telâfi eder, olgunlaşabiliriz. Zaten, eleştirilerimizin hedefi geçmiş değil; gelecektir. Eleştiri, aynı zamanda oto-kontrolü sağlar. Ancak, tenkit, sathî bir nazarla yapılmamalıdır. Mü’minlerin, ilim adamlarının lüzumsuz şeylerde birbirini tenkit etmeleri gayet zararlıdır. İlim ve fikir ehli, mal satın alan bir müşteri gibi yalnız kusurları göremez.3 Meseleye çok yönlü bakarak, önce iyi ve güzel taraflar dikkate sunulur. Kıskançlık, ele geçirememe, aşağılık kompleksinden kaynaklanan tenkidin zararları zahirdir.

Hz. Ömer de, (ra) devlet başkanı seçildiğinde yaptığı konuşmada, “Size açık söylüyorum. Sizden kim bir haksızlığa uğrarsa veya benden hoşlanmadığı bir tutum ve davranış görürse bana haber versin. Çünkü ben de sizin gibi bir insanım. Siz söylemezseniz ben bunları bilemem”4 diyordu.

Ve, “Eğer içinizden biriyle benim ihtilâflı bir meselem olursa istediğiniz birinin önünde onunla muhakeme edilmekten kaçınmayacağım. Eğer benden bir şikâyeti olanınız varsa, hâkim huzûruna çıkmaya hazırım”5 güvencesini vermişti.

Yine birgün hutbe irâd ederken vatandaşın biri topluluğun huzurunda itiraz eder:

“Ben, seni dinlemiyorum ya Ömer!”

“Neden?”

“Hepimize Beytülmal’dan ganimet bir parça kumaş düşmüştü; ben gömlek diktiremedim. Görüyorum ki, senin sırtında elbise var. Bu nereden geliyor?”

Devlet reisinin çehresinde kızgınlığın hiçbir alâmeti yok. Mütebessim bir çehre ile oğluna seslenir:

“Kalk, cevap ver ey Abdullah!” diye seslenince, “Payıma düşen kumaş parçasını babama verdim. O da bir gömlek diktirdi” der.

Sahabî, “Şimdi konuş, dinleyeceğim ya Emirelmü’minîn!” der.

Ömer bin Abdülaziz, halîfe olunca, Halka ilk hitâbesinde “...Hiç kimse bana körü körüne itaat etmeyecek. Allah’ın şeriatına uymayan emirlere de itaat yok. Ben sizin en hayırlınız değilim, sadece sizden biriyim...”6 diye seslenir.

Günümüz demokrasilerindeki gizliliğe ve 15 asır önceki şeffaflığa bakınız!..

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şâmiye, s. 147; 2- Hutbe-i Şâmiye, s. 147; 3- Muhakemât, s. 105.; 4- Hayatü’s-Sahâbe, c. 3, s. 329.; 5- Age, c. 3, s. 324; c. 2, s. 20; Hilye, c. 1, s. 54; 6- İbni Sa’d, Tabakatü’l-Kübrâ: 5334, (Prof. Dr. İbrahim Canan, İslâmda Çevre Sağlığı, s. 133)

13.05.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ders çıkarmak



Türkiye yeni bir 28 Şubat sürecine mi girdi, yoksa zaten bitmemiş ve devam etmekte olan 28 Şubat, AKP hakkında açılan kapatma dâvâsıyla birlikte, eski filmlerin yeni ve benzer versiyonlarını mı vizyona koyuyor?

Gerçi iki soru da aynı kapıya çıkıyor.

Gelişmeler, bazı konularda, evvelce kalınan yerden devam edilmekte olduğunu gösteriyor.

28 Şubat’ta, cemaat de, tarikat da denilemeyecek ucube bir oluşumun önde gelen ismi, soru işaretli bir şahsın kendisine tahsis ettiği evde uygunsuz bir vaziyette basılarak “bitirilmişti.”

Aradan on yılı aşkın bir süre geçti; aynı akıbet bu defa o evin sahibi olan şahsın başına geldi.

Eşzamanlı olarak, Türkiye’yi tesettür defileleri ile tanıştıran firma sahibinin “üç eşli” olması ile ilgili olarak yoğun bir kampanya yürütüldü.

Ve onun şahsında, belirli şartların yerine getirilmesi kaydıyla İslâmın taaddüd-i zevcata, dörde kadar evliliğe izin vermesiyle dalga geçildi.

Ama bu yapılırken, her zaman olduğu gibi, laikçi cenahta çok daha uç boyutlardaki müptezel örneklerle yaşanan ahlâkî tefessüh ve çürümüşlük, inanılmaz demagojilerle örtbas edildi.

Veya kendileri öyle zannediyorlar.

Çünkü televizyonların magazin programları, hattâ iyice magazinleşen haber bültenleri ile gazetelerin sırf magazin ve sosyete haberlerine ayrılan sayfalarında, bu tefessüh örnekleri olanca iğrençliği ile detaylı bir şekilde sergileniyor.

Kendi durumları böyle olduğu halde, vurmak için seçtikleri hedeflerin çok iyi tesbit edilmiş olması ve suçlananların kendilerini savunmaya çalışırken düştükleri üslûp ve söylem hataları da, saldıranların işini kolaylaştırır gibi göründü.

Ama nihaî planda şahısları yıpratarak İslâma leke sürme taktiğinin hiçbir zaman işe yaramayacağı ve başarıya ulaşamayacağı ayrı bir vâkıa.

Çünkü İslâmın hakikatleri şahıslarla kaim değil. Ve şahsî hatalar asla İslâma mal edilemez.

Ne var ki, “İslâm adına mücadele” iddiasıyla sahneye çıkan kimi isimlerin bu tür hata ve suiistimalleri nazara verilmek suretiyle, zaten doğru İslâmı öğrenmekten mahrum bırakılan genç nesillerin olumsuz yönlendirilmesi amaçlanıyor.

Ama hedefler bununla bitmiyor.

Olay, aleni yanlışları ve şaibeli ilişkileriyle bilinen birtakım menfî ve münferit örneklerin üzerine gidilmesiyle sınırlı değil. Bunların yanında, kendi anlayışı ve tarzıyla dine hizmet verme gayreti içinde olan kim varsa, bir kulp takılarak bir plan dahilinde hepsi yıpratılmak isteniyor.

2006 Eylül’ündeki karanlık cami cinayeti ve provokasyonundan sonra faaliyetlerine ciddî anlamda ket vurulan, ardından cemaatin önde gelenlerinden birinin şahsî hayatına dair rahatsız edici ayrıntıların deşifre edilmesiyle iç bünyesi biraz daha kurcalanan İsmail Ağa cemaatinin, son günlerde yine bir medya provokasyonuyla yeniden hedefe konulması bunun dikkat çekip düşündüren en taze örneklerinden biri.

Bediüzzaman’ın, Denizli hapsinde talebelerine yazdığı mektuplardan birinde, tarikat ehline ve bilhassa Nakşilere yönelik hücumlarda kullanılan dağıtma yöntemleri olarak sıraladığı;

“* Ürkütmek ve korkutmak,

“* O mesleğin su-i istimalâtını (istismar edilip kötüye kullanıldığını) göstermek,

“* O mesleğin erkânlarının (önde gelenlerinin) ve mensuplarının kusurlarını teşhir,

“* Materyalist felsefenin ve medeniyetinin cazibedar sefahet ve lezzetli zehirleriyle ifsad,

“* Aralarındaki tesanüdü kırmak,

“* Üstadlarını ihanetlerle çürütmek,

“* Mesleklerini fen ve felsefenin bazı düsturlarıyla gözden düşürmek (Tarihçe, s. 373-4)” taktikleri bazan münavebeli, bazan iç içe geçmiş olarak şimdi de gündemde ve tedavülde.

Tecrübelerle de sabit ki, bu saldırılar ancak Risale-i Nur’da verilen hizmet ölçü ve prensipleriyle boşa çıkarılarak etkisiz hale getirilebilir.

Yaşananlardan çıkarılacak en önemli ders bu.

13.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Aileyi koruyalım, ama nasıl?



Ailenin tehdit altında olduğu bir vak’a. Ama bu tesbiti sadece bir ‘slogan’ olarak değerlendirmekle bir yere varamayız. Aileyi tehdit eden sebepleri bilmek, araştırmak ve çare bulmak durumundayız.

Gerek boşanma sayısında artış ve gerekse ‘sokak çocukları’ gibi konular tehlikeyi görmemize yeter. Ancak bunların da bir netice olduğu unutulmamalı. “Aman boşanmayın, aman çocuklarınıza sahip çıkın” demek tek başına çare olmuyor. Zaten olsaydı, hem boşanmalar hem de aile içi tartışmalar çoğalmazdı...

Devlet Bakanı Nimet Çubukçu, ailede yaşanan tehlikeyi teşhis edip sıkıntıyı dile getirmiş. Hızlı şehirleşme ve iç göç gibi sebeplerin Türkiye’de de aileyi bir dağılma ve parçalanma sürecine soktuğunu belirten Çubukçu, ‘’Bu süreçte, çocukların ve gençlerin hayata hazırlanmasında, özürlü ve bağımlı nüfusun bakımı ve rehabilitasyonunda, suç ve kötü alışkanlıklarla mücadelede aile kurumu üzerinde hassasiyetle eğilmemiz gereken bir kurum haline gelmiştir’’ demiş.

12-17 Mayıs Aile Haftası dolayısıyla yayımladığı mesajda, ailenin toplumdaki kültürel kimliğin, insânî değerlerin ve tarihî sürekliliğin koruyucusu ve aktarıcısı olan evrensel bir kurum olduğunu da vurgulayan Çubukçu, ‘’Aile kurumu, günümüz toplumlarında işlevlerinden bazılarını diğer kurumlara devretmesine karşılık, başka bir şekilde yerine getirilmesi mümkün olmayan temel işlevleri nedeniyle varlığını ve önemini sürdürmektedir’’ şeklinde konuşmuş.

“Yetkili bir isim” olarak konuşan Bakan Çubukçu’nun tesbitleri elbette doğru. Fakat bu tesbitleri ifade etmek, aileyi korumak ve muhafaza etmek için yeterli olur mu? İşte bu noktada tereddütler sözkonusu.

Elbette, “hızlı kentleşme ve iç göç” gibi sebepler aileyi bir dağılma ve parçalanma sürecine sokmuştur, ama tek ve en büyük sebep bu mudur? Asıl tehlikenin farkına varamadıktan sonra, aileyi koruma çalışmalarından da netice almak zorlaşır. Aileyi tahrip eden, fakat görmediğimiz, belki de unuttuğumuz en büyük tehlike; mevcut televizyon yayınlarıdır. İzleyenlerden duyduğumuza göre, ‘ailece’ izlenebilecek televizyon programları bir elin parmaklarından daha azdır. Sürekli ‘kötü’ örnekleri televizyonlara çıkaran, ailedeki huzuru değil de ‘kavga’yı konu eden programlarla bir yere varmak mümkün müdür? İki kişinin kendi arasında bile yapmaktan sıkılacağı konuşmaları, TV ekranlarına taşıyan ve adına da ‘kadın programları’ denen uygulama hakkında bir şeyler yapmak gerekmez mi?

Tabiî ki suçlu tek başına televizyonlar da değil. Bu belânın en büyük yardımcısı, müstehcen yayın yapan gazete, dergi ve internet siteleridir. Bunları da görüp, çare ve teşhisi ona göre yapmakta fayda var. Bu yönüyle bakıldığında, müstehcen yayınlar ile zararlı tv programları aileyi kökünden tahrip etmektedir. Göç ve benzeri sebeplerin verdiği zararlardan daha büyük zarar veren bu ‘aldatıcı programlar’a karşı halkı ikaz etmek gerekmez mi?

Aileyi tahrip eden sebepler sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın da problemidir. Bu bakımdan hem dünyada hem de Türkiye’de aileyi korumak isteyenler en önce ‘müstehcenliğe’ karşı çıkmalı, onun zararlarını en aza indirmenin yollarını aramalıdır. Bu da sadece ‘yasak’lamakla değil, aile fertlerini bilgilendirerek ve eğiterek yapılabilir.

Evet, aileyi koruyalım; ama önce ‘sorumlu’yu iyi teşhis edelim...

13.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Son baskının izâhı



Terör örgütünün Şemdinli’nin sınır köyü Aktütün’deki son karakol baskını, ABD’nin Türkiye’ye “istihbarat desteği”ni yeniden gündeme getirdi. Aynı karakola 16 yıl önce de dörtyüz kişilik bir grupla saldırıp 22 askeri şehid eden PKK’nin, alındığı belirtilen onca tedbire rağmen, 150-200 kişilik bir grupla pusu kurup 6 askeri şehid ederek sekizini yaralaması, düşündürücü.

Peki onca operasyondan sonra böylesine büyük bir grup, nasıl oluyor da sözü edilen “istihbarat” ve gözetlemeye rağmen sınırdan geçip bu saldırıyı yapabiliyor? Baskından sonra Diyarbakır’dan kalkan uçakların bölgeyi yoğun bombardımana tabi tutması, özel harekât timlerinin, gece görüş sistemli süper kobra tipi helikopterlerin teröristleri tâkip edip zâyiat verdirmeleri, bu sorunun cevabını vermiyor.

Bu durumda, 5 Kasım’da Başbakan Erdoğan’ın, peşinden Cumhurbaşkanı Gül’ün Beyaz Saray’da Bush’la başbaşa konuştukları ve öve öve bitirilemeyen “anlık istihbarat paylaşımı”nın yararı ve “stratejik müttefik” ilân edilen ABD’nin samimiyeti bir defa daha zihinlerde istifhamlara yol açıyor.

AKP hükûmeti, son beş yıldır Afganistan’da 750 kişilik birlikle NATO şemsiyesi altında işgalci Amerika’ya verdiği doğrudan askerî desteğin yanı sıra Irak işgali ve saldırısına da her türlü lojistik desteği verdi.

Hükûmet Irak işgalinin başında 1 Mart 2003’te 65 bin Amerikan askerinin Türkiye topraklarında konuşlanması için hazırladığı “tezkere”yi Meclis’ten geçiremedi. Lâkin ardından Meclis’i by pass ederek ABD’nin başını çektiği işgal ve savaş koalisyonuna bütün imkânları sağladı. Kısacası, “demokrasi ve özgürlük vaadi”yle işgal ettiği Irak’ı bombalayan Amerikan savaş uçakları, AKP hükûmetinin “izni”yle Anadolu’daki üsleri resmen kullanmakta...

Erdoğan hükûmeti bununla da kalmadı. Türk -ABD askerî stratejik işbirliğinin bütün yönleriyle devam ettiğini, Meclisin kabul etmediği Mart-2003 tezkeresini telâfi ettiklerini belirten Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Haziran 2006’da Amerika’da Los Angeles World Affairs Council’de düzenlenen bir konferansta, “Irak savaşında ABD İncirlik’i kullandı ve Türk hava sahası kullanılarak işgal güçleri 4990 sorti ile Irak’ı vurdu” diye açıkladı. Bakan, Türk -ABD askerî stratejik işbirliğinin tarihinin en yüksek düzeyinde olduğunu söylemişti. (Yeni Şafak, 25.3 2006)

Buna karşı ABD, Bush’tan Rice’ye kadar söz verilmesine rağmen, Türkiye’nin yıllardır talep ettiği 150 kişilik terör elebaşları listesinden bir kişiyi dahi teslim etmedi. Terör örgütü, elebaşları Irak ve Kuzey Irak kentlerinde serbestçe dolaştılar.

Bu arada İsrailli subayların peşmergeleri eğitmesinden, Amerika’nın terör örgütüne desteğine kadar bir yığın haber çıktı. Tanktan uçak savara kadar binlerce ağır ve hafif Amerikan silâhlarının PKK’nin eline geçtiği bizzat Amerikan makamlarınca itiraf edildi…

Son şok itiraf, terörist başı Öcalan’ın kardeşinden geldi. Amerikan Los Angeles Times’a konuşan Öcalan, ABD’nin, PKK’ya ve İran kolu olan PEJAK’a doğrudan para, ekonomik yardım, gıda, tıbbî malzeme ve silâh sağladığını açıkça belirtti. Amerikan gazetesi, ABD’nin PKK/PEJAK’la hâlen “çok gizli ilişkiler içinde” olduğunu, Amerikalı yetkililerin belli aralıklarla Kuzey Irak’taki terör kamplarını ziyaret ettiğini bildirdi.

Hani bizzat Genelkurmay Başkanı’nın ifâdesiyle, “Kuzey Irak -anlık Amerikan istihbarıyla- bir ‘BBBG evi’ gibi gözlenecekti.” Hani, 200 kişilik değil, bir-iki kişinin sınırda hareketi bile tespit edilip bildirilecekti?

Anlaşılan “istihbarat işbirliği” de bir avutma ve tuzak olarak kullanılmış. Mâlum medyada abartılmasının amacı bu imiş. Yoksa gelişmiş gözetleme sistemleriyle Hindikuş dağlarındaki karıncanın hareketini tespit eden ABD, nasıl olur da Kuzey Irak’tan sızan yüzlerce kişilik terör grubunu görmez?

Belli ki ABD bir yandan “istihbarat desteği”yle Türkiye’yi oyalıyor. Karşılığında İran operasyonunda Türkiye’nin ortak olmasını ve Taliban karşısında zora girdiği Afganistan’a “ek muharip asker” dayatmasında bulunuyor. Diğer yandan bölgedeki emelleri için her ihtimale karşı “PKK kozu”nu elinde tutuyor.

ABD’nin son sızma ve saldırıyı “görmemesi” ya da “görmezlikten gelmesi”nin başka hiçbir izâhı yok…

13.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Lübnan’da güç dengesi bozuldu



Lübnan’da 18 aylık siyasî krizin silâhlı bir çatışmaya dönüşmesi yerel ve bölgesel denklemleri yeniden alabora ve allak bullak etti. Dürzi Lider Velid Canbolat, Hizbullah ve Emel ve yandaşları tarafından kuşatma altında tutulan evinde The Guardian gazetesine yaptığı açıklamada: “Beyrut’taki mücadeleyi Hizbullah ve İran kazanmıştır” dedi. Bu zorunlu bir itiraf. Aslında geleneksel olarak Dürzilerin karargâhı ve kalesi sayılan Cebel-i Lübnan ve Şuveyfat’ta yapılan çatışmayı da bizzat Velid Canbolat kaybetti. Bu savaşta hem kişisel mücadelesini, hem de iktidar olarak mücadelelerini kaybettiler. Bundan dolayı basının karşısında ilk kez Velid Ceanbolat bu kadar süt dökmüş kedi gibi kötü vaziyetteydi. Suriye ile ilişkilerinin bozuşması aynen Hariri ailesinde olduğu gibi, Emil Lahud’un görev süresinin Beşşar’ın baskısıyla uzatılması sonrasına denk geldi. Ama Lahud’la yıldızları zaten hiç barışmamıştı. Emil Lahud’u Türk askerlerine benzetiyordu. Belki de bununla Cemal Paşa’yı kastediyordu. Bendeniz de Beşşar Esad’ın Suriye’yi yönetmesini aynen Cemal Paşa’nın üslubuna benzetiyorum. Hafız Esad hem tecrübeli, hem de daha temkinliydi. Galiba yeni Cemal Paşa kimliğindeki Beşşar Esad da Esad hanedanlığının son temsilcisi veya sonu olacak gibi. Hizbullah ve yandaşlarına sadece kuzeyin merkezi ve kalbi olan Trablusşam’da Sünnîler direniyor. Karşı duruyor. Bunun nedeni Şiîler karşısında tek bölünmemiş ve yekpare kitle olmaları ve gelişmelerin seyrinin geleceklerini tehdit etme riski taşımasıdır. Onlarınki içgüdesel bir direnç. Bir ikinci nedeni de ‘direniş mahalli’ ve dolayısıyla Hizbullah’ın silâhlarından uzak olması hasebiyle üzerindeki askerî baskının da hafif olmasından ileri geliyor. Bilindiği gibi, Trablusşam, Beyrut’tan sonra ülkenin ikinci büyük şehri olmakla kalmıyor, aynı zamanda Sünnîlerin de merkez şehri sayılıyor. Güneyde Sayda gibi şehirler zamanla Sünnî karakterini kaybetmişler ve yavaş yavaş Şiî unsurların denetimine geçmişlerdi. Bu örneğin Irak’taki karşılığı ise Basra şehridir. Geçenlerde Ahmet Davudoğlu da Basra’nın bu demografik yönüne temas etmişti.

***

Bu son Hizbullah saldırısı ile birlikte Lübnan’da güç dengesi tamamen İran, Suriye ve Hizbullah ekseninin lehine kaymıştır. İktidarı temsil eden güçlerin ordudan başka sığınacakları bir ağırlık merkezi kalmadığından dolayı, Hizbullah’ın silâhlı ve organize gücü karşısında kırılmışlar ve çabuk pes etmiş ve safdışı kalmışlardır. Lübnan’da ordu ve Hizbullah’ın dışında organize silâhlı bir grup bulunmuyor. Diğer taife veya mezhebî veya dinî grupların elinde sadece nefs-i müdafaa için edinilmiş kişisel silâhlar bulunuyor. Bu silâhlar Hizbullah’ın ağır silâhları karşısında elbette ki etkisiz ve bir işe yaramıyor. Beşir Cemayel’in kardeşi olan ve eski cumhurbaşkanlarından Emin Cemayel’i canlı yayında dinledim. Aynen o da Velid Canbolat gibi konuştu ve Hizbullah darbesi ve inkılâbı neticesinde Lübnan’daki dengelerin değiştiğini söyledi. Seçime hazır olduklarını da beyan etti. Seçimden kaçmadıklarını ve karşı tarafın meseleyi böyle yansıttığını ifade etti. Ezcümle söylediklerinden bazıları şöyleydi: “Direniş adına ülkeyi rehin aldılar ve kontrolünü ele geçirdiler. Halbuki Lübnan bir mozaik ülke ve tek tarafın kontrolüne giremez. Bu bir seraptır. Diyaloga hazırız, ama araç olarak silâhlı dayatmayı kabul etmiyoruz. Tehditle diyalog olmaz. Hizbullah Genel Sekreteri geçmişte Lübnan halkına bir taahhütte bulunmuştu ve silâha başvurarak bunu açıkça çiğnedi. Nasrallah vadi sadık olarak direniş için kalkan silâhları Lübnan halkının yüzüne doğrultulmayacağını söylemişti ve taahhütlerine ve sözlerine bağlı kalmadı. Bilakis verdiği sözler havada kaldı. Ülkeyi ele geçirmek için ‘direniş’in silâhlarını halkın üzerine doğrulttular. Sünnîlerin dinî merkezi olan Daru’l Fetva’da İsrail dostları mı yaşıyor ki oraya da saldırdılar? Hizbullah’ın yaptığı direniş falan değil, düpedüz taş çağına dönmek ve cahiliyete avdettir. Eninde sonunda Lübnan’daki mücadeleyi aydınlıkçı güçler kazanacaktır. Bizim görebildiğimiz Lübnan’ın tek kutsalı Hizbullah’ın silâhı değil, birliğimizdir. Tabu olan silâh değil ulusal birliktir. Bunu yıktırmayacağız. Yaşananlar Hizbullah ve Emel ve onun arkasındaki güçlerin bir komplosundan ibarettir. Boş ve saçma bir müceradır. Dost acı söyler. Bu tutulan yol yol değildir...”

***

Siyasî hasar tespitine baktığımızda; Canbolat’ın Şuveyfat ve Cebel-i Lübnan’daki mevkilerini Dürzi taifeden rakibi olan Tallal Arslan grubuna kaptırmış bulunuyor. Ordu çatışmalarda tarafsız kalıyor ve Hizbullah’ın ele geçirdikten sonra boşalttığı mevkilere yerleşiyor. Ve hükümetin Hizbullah’a ait özel telefon şebekesi ve havaalanının güvenlik şefiyle ilgili kararlarını da askıya aldı. Bunun üzerine Hizbullah şehirlerden silâhlı güçlerini çekeceğini duyurdu ve çekilen Hizbullah unsurlarının yerini de ordu mensupları almaya başladı. Ordu tarafsız kalınca iktidar koalisyonu Hizbullah’ın silâhları karşısında gerilediler. Döküldüler. Kimi gözlemcilere göre, ABD’nin bir şey yapamaması ve zavallı konumu da Hizbullah’ın zaferini pekiştirmiştir. Bununla birlikte, daha önce ‘direniş gücü’ olarak anılan son iç arbede ve çatışmalardan sonra milis gücü olarak anılmaya başlanmıştır. Son olaylarda Mustakbel Kanalı’ndan sonra Cezire Kanalı bürolarına da saldırdılar. Bunun da yine Hizbullah ve yandaşları tarafından organize edildiği bizzat El Cezire tarafından duyuruldu. Bu gelişmeler, belki de bu Lübnan’da yeni bir dönüm noktasına işaret etmektedir. Hizbullah’ın zaferi bölgede daha büyük çaplı savaş potansiyelini de beraberinde getirmiştir.

13.05.2008

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Buyurun ey hatıralar, size açtım gönlümü



Enstantaneli bir şölen gibidir hayat. Nereden gelip konduğunu anlayamadığımız bir hatıra canlanıverir zihnimizde bazen. Geçmişin o incecik yollarında dolaştırır bizi. Kendimizle karşılaşıveririz birden ve kalbimizde; biraz burukluk, biraz heyecan, biraz özlemle karışık duygular yeşerir.

Bir çok insan konup göçmüştür hayatımızdan meselâ. Kimi çok sevdiğimiz, canımızdan bir parçadır bunların. Kimi öylesine gelip giden bir yolcu, kimi bizden çok şeyler götüren öncenin dostu, şimdinin yabancısı, kimi aşkını yaşadığımız, ama şu an hiç de önemli olmayan biri… Ve diğerleri…

İkindi vaktinin hüzzam şarkılarını hatırlatır çoğu kez hatıralarda yolculuk. Onlar ansızın çalıverince kapımızı, bizi de bir burukluk kaplar ister istemez.

Gönlüm sırılsıklam yine hatıraların kucağında iç çekmekte. Bir kapı eşiğinde tebessümlü bir yüz var önümde. Nurânî simasına ne kadar da güzel yakışmış bu tebessüm. Minik bir telâş var ellerinde ve kollarında, biraz mahcup bir edâ ve biraz da yaşanmışlık yüzünde…

“Hoş geldin! Buyur içeriye..!” diyen sesinde misafir ağırlayacak olmanın mutluluğu bir de…

Misafirinse gözünden kaçmayan bu telâşa iliştirdiği iki cümle, “Kusura kalmayın, rahatsız etmedim ya?”

“Ne kusuru komşum, buyur buyur” diyen neşeli ses yine.. “Biraz elimdeki işe dalmışım da, kapı çalınca koştum hemencene…”

İşte bir komşu ziyaretine mukabil açılan kapıyla birlikte, bir gönül evi daha…

Ah nerden kondu şimdi bu gönlüme.

Bilmem ki, hatıra değil mi? Gelip konar ansızın, sormadan sızıverir zihnine ve oradan da kalbine…

Ha bir de, yaz akşamlarından kalma şen kahkahalı, bol cırcır böceği müziğiyle süslenen o muhteşem sohbetler var… Lacivert gökyüzünün uçsuz bucaksız kubbesinin yanıp sönen yıldızları altında, saman yolunun hikâyesini dinlemek bir de…

“Bir varmış, bir yokmuş... Saman adında bir genç varmış. Bu genç, Yıldız adında bir genç kıza aşık olmuş. Yıldız nazlı, yıldız gence hayır dermiş. Ama genç kararlı, yıldızsız olmaz. Bir gün yıldızı kaçırmaya karar vermiş. Yıldızı bir çuvala koymuş ve omuzlamış. Yıldız sönmüş çuvalda ve dağılan her parçası gencin yürüyüp gittiği yolda sönük bir iz bırakmış.” Ne acıklı bir hikâye bu yine…

Bir de, minik bir çocuğun ışıl ışıl yanıp sönen gözlerinde, mor bir çiçeği ilk kez görmenin heyecanı…

Çam kokulu, zeytin ağaçlı, asma yapraklı, dere şırıltılı bir ev manzarasında kurulan çocuk evcilikleri, bir de salıncaklar…

Hayatın bir ucundan bir ucuna, ne çok şeyler gelip konar ömrümüze. Bizi inşâ eder, bizi var eder. Bizi biz eden ince eleklerden geçirir…

Ey bizi gergefinde durmadan dokuyan hayat, sen ne muhteşem şeysin ve ey hayatı veren Zat, sen ne muhteşem Yaratıcısın…

13.05.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT