|
|
Mikail YAPRAK |
Anne ve babaya iyilik Allah’ın emridir |
|
Annemin vefat tarihi olan 1993’ün 12 Mayıs’ı, bu sene tam Anneler Gününe denk gelmedi, ama bizim yazı günümüz ona denk geldiği için sevgili annemin hatırasına köşemi işgal etmekliğim yadırganmaz her halde. Anna Jarvis’in, annesinin mezarına çiçek götürmesi dünya çapında hadise olabildiğine ve gündemi bu kadar meşgul edebildiğine göre, bizim, fiilen mümkün olmadığı zamanlarda da, fikren, zihnen, kalben, hayalen ve duâlarla annelerimizle meşgul olmamız gerekmez mi? Hem de sadece sun’î Anneler Gününde değil, her an, her lâhza..
Amerika’da, annesinin beklenmedik ölümüne çok üzülen ve bir sene sonra annesinin mezarına çiçekle giden dokuz yaşında Anna Jarvis adındaki bir kız çocuğunun bu hareketi, Mayıs’ın ikinci Pazar gününün Anneler Günü olmasına vesile kılınmış.. Olsun, bir itirazımız yok.. Olsa olsa itirazımız, hadisenin çığırından çıkarılmış, mecrasından saptırılmış ve tüketim sektörünün âleti ve oyuncağı haline getirilmiş olmasına olur.. İşte Avusturyalı bir annenin basına yansıyan bir sözü: “İyi ki de her gün ‘Anneler Günü’ olmamış.”
***
Kütüb-ü Sitte’de bulunan bir hadis-i şerif mealen şöyledir: “Kişinin âhirette derecesi yükseltilir. O da ‘Bu yükselme hakkım değildi, nereden geldi’ der. Kendisine: ‘Bu senin için evlâdının yaptığı istiğfar sebebiyledir’ denilir.” Öyleyse vefat eden anne ve babalarımızın mezarına çiçekle gitmektense, onlar adına sürekli duâ ve istiğfarda bulunalım. Müslümana yakışan bu olsa gerektir.
Ve bir kaç âyet-i kerime meali:
“İnsana Biz, anne ve babasına iyilik etmeyi emrettik. Annesi onu zahmetle taşıdı, zahmetle doğurdu. Onun anne karnında taşınması sütten kesilmesi otuz aydır. Nihayet olgunluğa erişip kırk yaşına vardığında, ‘Ya Rabbi’ diye duâ etti. ‘Bana, anneme ve babama bağışladığın nimetlerin şükrünü eda etmeye ve razı olacağın güzel işler yapmaya beni muvaffak et. Neslimden gelenleri de salih kimseler kıl. Ben Sana yönelerek günahlarımdan tevbe ettim, ve ben Sana teslim olanlardanım.” (Ahkâf Sûresi, 15)
“Biz insana, anne ve babasına iyilik etmesini emrettik. Annesi onu zaaftan zaafa düşerek taşıdı. Sütten kesilmesi de iki yıl sürdü. Bana, annene ve babana şükret; dönüşün ancak Banadır, dedik.” (Lokman Sûresi, 14)
Şimdi bir hususa dikkat edelim. “Onun anne karnında taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır.” buyuruluyor. Diğer bir âyet-i kerimede, “Sütten kesilmesi de iki yıl sürdü” ifadesiyle birlikte, hamileliğin en az süresi “altı ay”, emzirmenin de en çok süresi “yirmidört ay” gösterilmiş oluyor. Ayrıca Bakara Sûresi, 233. âyet-i kerimesinde de, “Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler” buyuruluyor.
***
Şimdi düşünüyorum. 1953’lerde şu fakiri doğuran ve 1993’te vefat eden anneciğime tam 40 yıl zarfında ne kadar hizmet edebildim, hangi iyiliklerde bulunabildim. İtiraf ediyorum; onun benim için çektiği bin bir türlü sıkıntılarından kat-ı nazar, sadece iki tam yıl emzirmesinin, sadece bir gece uykusundan mahrum kalmasının hakkını karşılayabilmiş değilim. Babama karşı hizmette kusurumun kusuruna bakılmadığı çok masum bir çağımda o vefat ettiği için affa liyakatimi düşünme rahatlığını ve kolaylığını, anneme karşı sorumluluğumda hissedemiyorum. Tek çarem var. Allah’a sığınmak, O’na yalvarmak, hem kendim, hem annem ve babam, hem onlar hayatta iken onlara hizmet edenler için, hem bütün ölmüşlerim için, bu arada muhakkak ki, herkes için Allah’tan mağfiret dilemektir. Onlara, yani annem ile babama hizmet mevzubahis olunca, hem nesebî, hem nur ağabeylerim olan İsmail ve Celâl Ağabeylerimi de rahmetle yad etmek istiyorum.
Ve son olarak bir âyet-i kerime meali:
“Anne ve babadan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın “Öf” bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle.”
(İsra Sûresi, 23)
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Büyük yerin davetine katılma iştiyakı |
|
Bütün yaratıklar, insan başta olmak üzere, özellikleri ve kabiliyetleri ölçüsünde Allah’ın, Esmâ-i Hüsna olarak bildiğimiz güzel isimlerine birer ayna olurlar. İnsan ise hem görür, hem gösterir; kulluğuyla fiilen ortaya koyar.
Şuurlu birer yaratık olan melekler yaratıldıkları andan itibaren hamd ve tesbih ile Esmâ-i Hüsnâya çok yönüyle aynalık yapmaktadırlar. Kâbe’den önce Kâbe’nin yedinci kat semadaki bir örneği olan Beyt-i Mamur’u yaratan Cenâ-b-ı Hak meleklere bu beyt etrafında tavafı; hamd, tekbir ve tesbihi emretmiştir.
Kâbe ise yeryüzünde yaratılan ilk mabeddir. Beyt-i Mamur’un yeryüzündeki izdüşümüdür. Beyt-i Mamur’u günde yetmiş bin melek tavaf eder, çoklukları sebebiyle ikinci bir defa sıra gelmez. Cenâb-ı Hak Beyt-i Mamur’a benzer bir yerin yeryüzünde de vücut bulmasını istemiş ve Beyt-i Mamur’un izdüşümü olarak Kâbe’nin yaratılmasını murad etmiştir. Hz. Âdem (as) Cennetteyken Beyt-i Mamur’daki meleklerin hamd ve tesbih seslerini işitir, onlara tekrarlayarak katılırdı. Ancak dünyaya indirilince bu sesleri duyamaz olmuş, iştiyakıyla yanıp kavrulmuş, Cenâb-ı Hak da Kâbe’nin yapılmasını emretmiş, dolayısıyla Hz. Âdem’in bu ihtiyacına da cevap vermişti.
Kâbe Beytullah’tır, yani Allah’ın evidir, sarayıdır. Mekke ise Ümmü’l-Kura, yani bütün şehirlerin anası, başşehridir. Hacerü’l-Esved mecaz anlamda “Allah’ın sağ eli” gibi görülür, onu öpme imkânı bulan, selâmlayan herkes de Rabbine biat etmiş olur. Hani ruhlar, yaratıldıklarında, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermişlerdi. Sözünde duran ruhlar buraya gelme fırsatı bulduklarında bu biatlarını tazelemiş ve teyit etmiş olurlar. Hacerü’l-Esved de bu selâm ve biatlara Kıyamet Günü şahitlik edecektir.
Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanın biatını unutmaması, tazelemesi gerekir. Gerek hac ve gerekse umre ile bu imkânı buluruz.
Yasak meyveden yemekle Cennetten çıkarılıp Seylan adasına bırakılan Âdem babamızla Cidde’ye konulan Havva anamız Arafat’taki Cebel-i Rahme’de buluşmuşlardı. Hz. Âdem Cebrail’in tâlimiyle yeryüzünde ilk beyti, yani Allah’ın evi diye bildiğimiz Beytullahı ilk yapan kişiydi.
Beytullaha Kur’ân’da Beytü’l-Haram da denilmiştir. Çünkü o dokunulmazlık zırhıyla kuşatılmıştır. Allah’ın haremidir. Buraya gelen Allah’ın misafiri ve komşusudur. Harem oluşu ise bu bölgede bir kısım şeylerin yasak oluşundan dolayıdır. Burada bulunan kişi ihramlıyken hiçbir canlı öldüremez, avcılık yapamaz, ağacın yapraklarını ve saçından bir kıl dahi koparamaz. Ve buraya gelen güvenlik içindedir. Kâbe güvenliğin mabedidir.
Kâbe’ye Beytü’l-Atik de denilmiştir. Atik, eski, kıdemli, yüce, şerefli anlamına geldiği gibi özgürlük evi mânâsını da taşır. O yeryüzünün en kıdemli, en eski ilk mabedidir. Şanı, şerefi en büyük mabeddir.
Buraya gelen kullarına en büyük ikramları yapar Cenâb-ı Hak. Beyt-i Makdis’de kılanan namaz ve yapılan ibadetlere beş yüz, Mescid-i Nebevî’de bin kat sevap verilirken Kâbe’nin içinde bulunduğu Mescid-i Haram’daki sevap yüz bir kattır.
İşte büyük yerin kazançlarla dolu daveti!
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Sorumluluklarımız |
|
Nurlara talebe olmak, beraberinde bazı sorumlulukları da getirir. Nurlarla hizmete tâlip olmanın bazı kaideleri vardır. Herbir şakirt, elinden geldiğince bunları yerine getirmenin gayretinde olur. Her bir hadim, yüklendiği vazifenin şerefini ve ulviyetini düşünerek, ona herhangi bir nakîse ve zarar gelmemesi için azamî titizlik ve dikkat gösterir. Bu meyanda evvelâ kendi iç dünyasına yönelir, nefsiyle sürekli bir hesaplaşmanın içerisine girer.
Nur talebesi unvanını alan her bir hâdim, hayatının her dakikasında sorumluluklarını düşünür, bu noktada en küçük bir yanlışın, kudsî dâvâsına zarar verebileceğini hesaba katarak, sürekli teyakkuz halinde bulunmayı prensip edinir.
Şakirtlerin, kusur ve yanlışları düzeltmede yegâne muhatapları kendi nefs-i emmâreleridir. Onlar hiçbir zaman nefis ve şeytanlarıyla musalaha etmeyi akıllarından geçirmezler. Hevâ ve hevesleriyle sürekli mücadele içindedirler. Hadimler, dâvâ arkadaşlarının kusurlarını örtmede âdeta gece gibidirler. Onların bazı zaaf ve eksikliklerini görmede, işitmede kör ve sağır olmayı tercih ederler.
Bediüzzaman’ın talebeleri, bilhassa tesanüdü, birlik ve beraberliği sağlamada azamî dikkat ve titizlik gösterirler. Onlar, Nur hizmetlerinin dinamosunun, ihlâstan sonra tesanüd olduğunun, tesanüd arızalandığı zaman da cemaat olmanın bir öneminin kalmayacağının idrakiyle hareket ederler. Cemaat fertlerinin arasındaki ihlâs, uhuvvet ve tesanüdün bozulmaması için azamî feragat, fedakârlık ve gayret gösterirler.
Her bir şakirt, bütün bu vazife ve sorumlulukları bihakkın yerine getirmenin, yüklendiği kudsî hizmetin önemli bir parçası olduğunu hiçbir zaman aklından çıkarmaz. Bu meyanda öncelikle ihlâs ve uhuvvet düsturlarına öncelik verir. İhlâs prensiplerinin uygulanmasında gerekli hassasiyeti gösterir. Düsturları rencide edecek sebeplerden şiddetle kaçınır. İhlâs düsturlarının aksine söz ve hareketlerin, bu hizmetin kudsiyetine bir hürmetsizlik, dâvâ arkadaşlarının haklarına da bir nev'î tecavüz olacağını aklından çıkarmaz.
Nurun hakikî talebeleri için hiçbir sebep, kardeşler arasındaki uhuvvet ve ihlâs esaslarını rencide etmeyi veya kulak ardı etmeyi haklı kılamaz. Bunun için her bir hadim, “İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz” tavsiyesine harfiyen uymayı prensip edinir.
Ayrıca Bediüzzaman’ın, sebebi ne olursa olsun, bilerek veya bilmeyerek ihlâs düsturlarının tersine bir hâl ve tavır içinde olanlar için söylediği “..bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş olursunuz” ikazını, her bir nur talebesi dikkate alır ve böyle bir mânevî mesuliyetin altına girmekten çekinir.
Bu meyanda Bediüzzaman’ın, dostlara gelen şefkat tokatlarının sebebini açıklarken yaptığı “..dostların hataları, hizmetimizde bir nev'î zulüm hükmüne geçtiği için çabuk çarpılıyorlar. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir” tesbitini, her bir şakirt titizlikle dikkate alır, basit gibi görünen hataların dahi kudsî hizmetlerimize zarar verebileceğini hesaba katarak, yanlışta ısrardan çekinir.
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Fitne ve fesatla imtihanımız... |
|
Galiba en az aklımıza gelen şey, “dünyaya imtihan için gönderildiğimiz”dir. Oysa her dakika, her saat, her şeyle, her halimizle imtihanda olduğumuzu hatırlamalıyız… Zira, Kur’ân’da şöyle beyan edilir: “Biz insanı meşakkat, imtihan ve çile ile içli dışlı yarattık”, “Kötülüklerden dönüş yaparlar diye onları gâh nimetler, gâh musîbetlerle imtihan ettik.”1
Fitne ateşiyle de imtihandayız. Fitne; belâ, imtihan, sıkıntı, mihnet, meşakkat demektir. Istılâhî anlamı; tefrika çıkarmak, zarar vermek, sıkıntıya, günaha sokmak; isyana teşvik etmektir.
Enfal Sûresi 28. âyette geçen, “Evlâtlarınız, sadece birer fitnedir” kelâmındaki “fitne” kelimesi ise, “imtihan” anlamındadır.
Fitneyi cinnî şeytanlardan ders alan, insîleri körükler. Bazı saf Müslümanlar da âlet olur. Buna şöyle dikkat çekilir: “Aranızda onları / fitnecileri dinleyecek kişiler de vardı.”2
Fitne ve fesatçılar, öyle oyunbaz ve dessas ki, İslâm hakikatlerini, hatta Kur’ân’ı da fitnelerine âlet edebilecekleri haber verilir: “O Kur’ân’ın âyetlerinden bir kısmı, mânâsı açık olan muhkem âyetlerdir ki, kitabın aslı ve anası bunlardır. Diğer bir kısım âyetler ise müteşabih âyetlerdir. Kalplerinde sapıklığa meyil bulunanlar, muhkem âyetleri bırakıp fitne aramak ve yalan yanlış yorumlamak için müteşabih âyetlere yönelirler. Halbuki o âyetlerin tefsirini Allah’tan başkası bilemez. İlimde derinlik ve istikamet sahibi olanlar ise, ‘Biz buna inandık; hepsi Rabbimizin katından indirilmiştir’ derler. Bunları ancak akıl sahibi olanlar düşünüp anlar.”3
İfsat komitelerinin, özellikle gençlerin “duygusal” yönlerini tahrik ederek onları kullanabileceklerine, Peygamberimiz (asm) “Ümmetimin helâkı, sefih gençler eliyle olacak”4 sözüyle işaret eder. Son Elçi (asm), “İçimizde salihler, dindarlar olduğu halde helâk olur muyuz?” sorusuna, “Kötülükler çok olunca” cevabını vermiştir.5
Acaba belâ, sıkıntı, mihnet ve musibet olan “ayrılık fitnesini” nasıl savuşturabiliriz? “Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak”, fitnecilerin oyunlarına gelmemek, tesanüd, metanet, birlik ve beraberliği sürdürmek ve müteyakkız olmakla değil mi?
Gaybâşinâ gözüyle asırları tarayan Peygamberimiz (asm), “Yakında büyük fitneler olacak. O fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekân bulursa ona sığınsın”6 buyurmuştur.
Yine başka hadis-i şerifte ise, “İleride büyük fitneler olacak, kişi o fitnelerde kardeşinden ve babasından ayrılacak”7 buyurarak inanç, fikir ayrılıklarına, felsefik akımlara da işaret eder.
Asırları tarayan yüce Nebînin (asm) şu uyarısı da hepimizi titretmeli:
“Fitne uykudadır. Allah, uyandırana lânet etsin!”8
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Beled, 4., A’raf, 168.; 2- Kur’ân, Tevbe, 47.; 3- Kur’ân, Âl-i İmrân, 7.; 4- Sahihu’l-Buhari, VIII, 88; Sünen-i İbn-i Mace II, 1331 (no: 4015).; 5- A.g.e., 88; Sünen-i İbn-i Mace II, 1305 (no: 3954).; 6-A.g.e., 92; Tefriru’l-Kur’âni’l-Azim II, 43; Sünen-i İbn-i Mace, II, 3961.; 7- el-Müfredat s. 61.; 8- Ramuz El Ehadis, Sh: 226, No: 5.
11.05.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Namaz üzerine muhtelif sorular |
|
İstanbul’dan bir okuyucumuz: “Gayrimüslimlerin mabetlerinin camiye çevrilmesiyle ilgili İslâm’ın hükmü nedir?”
Dinimize göre öncelikli olarak adalet esastır. Adalet, hukuk ve yürürlükteki yasalar ve teâmüller çerçevesinde hareket edilir, edilmelidir.
Eğer kendi yasaları veya teâmülleri izin vermiyor ve söz konusu mabette kendi usullerince ibadet yapan gayr-i Müslimler rıza göstermiyorlarsa, o mabedi camiye çevirmek dinen de caiz olmaz.
Esasen “Senin dinin sana; benim dinim bana”1 özgür yaklaşımını getiren Kur’ân’da, fitneye âlet olmadığı sürece, gayr-i müslimlerin inançlarına karışmamak esastır. Bir gayr-i müslim, mabedini kendi usulünce kullanmaktan alıkonulamaz.
İslâmiyet mabedleri değil, gönülleri fethetmeyi esas alır.
***
Bedri Topal: “1- Kerahet vakitleri ne zamandır? Kaza namazları kerahet vakitlerinde kılınır mı? 2- Namazda hep unutuyorum. Sürekli sehiv secdesi yapıyorum. Bana da tuhaf geliyor. Ne yapmam lâzım? Arkadaşın biri, “‘Ben filan rekâttayım’ de devam et” dedi. Yani sürekli sehiv secdesi gerekmez dedi; doğru mu?”
1- Kerahet vakti üç vakittir: 1- Güneş doğarken, 2- Güneş tam tepedeyken 3- Güneş batarken içinde bulunulan vakit kerahet vaktidir.
Kerahet vakitlerinde namaz kılınmaz. Fakat eğer kılınmamışsa, ikindi namazının farzı güneş batarken kılınabilir. Şafiî mezhebine göre kerâhet vakitlerinde kaza namazı kılınabilir.
2- Fıkıhta genel kural şöyledir: Sürekli unutma ve sehiv hâli varsa bu bir vesveseden kaynaklanır. Bu vesveseyi körüklememek ve söndürmek için vesvese yokmuş gibi davranmak ve galip zannımıza göre amel etmek kâfidir. Yani sürekli kaçıncı rekâtta olduğumuzu unutuyorsak, bunu bir hastalık haline getirmemek için, nasıl zannedersek öyle davranacağız. Fazla kurcalamadan, ilk zannımıza veya galip zannımıza göre hareket edeceğiz.
Allah kabul etsin. Âmin.
***
Gültekin Örenç: “Sitenizde ‘Sabah namazı hariç, diğer namazları kılarken bir sonraki vakit girse o namaz edâ olarak sahihtir’ demişsiniz. Herhangi bir vakitte meselâ öğle namazının farzını kılarken ezan okunursa kılmaya devam mı etmeli ve edersek sahih olur mu? Eğer sahihse sadece farz da iken mi ezan okunursa sahih olur? Sünneti kılarken okunsa ve peşinden farzı kılabilir miyiz? Vakit girmiş mi olur?”
Öğle namazının farzını kılmak için iftitah tekbiri aldıktan ve namaza başladıktan hemen sonra–biz öğle namazında iken—ikindi ezanı okunsa, öğle namazını tamamlayacağız. Bu namaz –geciktirme kerâheti saklı kalmak üzere—edâ olarak inşallah sahihtir.
Ancak biz öğlenin ilk sünnetini kılarken, henüz farzına başlamadan ikindi ezanı okunsa, bu durumda öğle namazı kazaya düşmüş olur. İlk sünnetin ardından öğle namazının farzını kaza olarak kılarız.
Namazı bu kadar geciktirenler önce farza başlarlarsa namazı eda olarak kılma fırsatını yakalamış olurlar. Hemen ardından,—eğer diğer namazın vakti daha girmemişse,—sünneti de kılabilirler.
***
Kıbrıs’tan Aziz Badıllı: “Kaza namazlarını kılarken sadece farzın mı kazasını kılıyoruz? Yatsıdan sonra kılınan vitir namazının da kazasını kılmamız gerekiyor mu?”
Kaza namazı sadece farzlar için söz konusudur. Sünnetler, vakitleri içinde kılınırlar. Sünnetler, vakitleri içinde kılınamadıklarında, vakit geçtikten sonra artık kazası düşer. Sünnetlerin üzerimizde zimmeti yoktur. Kılarsak sünnet sevap ve feyzi kazanmış, şefaate bir adım daha yaklaşmış oluruz. Kılmazsak sevaptan ve sünnet feyzinden mahrumiyet söz konusu olmakla beraber; günah, azap ve mahşere dönük bir suâl durumu söz konusu olmaz.
Bu açıdan; kılmadığımızda sünnet kazaya kalmıyor; düşüyor. Fakat vitir namazı vacip bir namaz olduğundan, hükmü farza yakındır ve kazası yapılır.
Dipnotlar:
1- Kâfirun Sûresi
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
İlk İstİkamet şehİdİ |
|
“Envâr-ı Kur’âniye mizan ve bürhanlarından ve kıymeti takdir edilemeyen Sözler namındaki risâle-i şerifler fakiri ihya ediyor, kalbimi nurlandırıyor. ‘Bu Rabbimin fazlındandır.’ Çoktan beri aramakta iken, lehül’hamd Cenâb-ı Hak Sözleri bu fakire ihsan buyurdu. Kalp ve gönlüme âciz kalemim ve kâlim tercüman olamıyor.”
ir tenevvürün terennümü bu ifadeler.
Kalem ve kelâm, okuduğu hakikatlerle mutmain olan bir kalbin tecessüslerine ve müsterih gönlün inşirahlarına tercüman olmaya çalışınca bu cümleler teşekkül etmiş.
Paragraf zahiren küçük, cümleler şekil itibariyle kısa da olsa, anlatılmak istenen hakikat büyük, hissedilen iştiyak coşkun, duyulan sevinç sonsuz, yaşanan sürûr ebedî.
Kelimelerde, mânen ihya olmaya müheyya asil bir ruhun, uzun süren arayışların neticesinde bulduğu hakikatler karşısında hissettiği sevinç, sürûr, iştiyak ve hayranlık hislerinin in’ikası var.
Lâkin beşerî zaafların neticesi olan ve böyle zamanlarda tezahür eden riya, his, heves, gösteriş, tasannû temayülü sayılabilecek hâllerden, hareketlerden hiçbirinin en ufak bir emaresi bile yok.
Zîra bu ifadeler umuma hitap eden bir kitapta, gazetedeki makalede, dergideki yazıda, internetteki mesajda geçmiyor. Radyo mikrofonlarında veya televizyon ekranlarında da söylenmiyor.
Gönül ehli bir insanın, mürşidine yaptığı hususî hitabında geçiyor.
Binbaşı Âsım Beyin, Bediüzzaman Said Nursî’ye yazdığı mektupta.
***
Ahmed Âsım Önerdem…
1877 senesinde İzmit’te dünyaya geldi. Çocukluğunun geçtiği yollar maddî, içtimâî ve siyasî yönden bir insanın yetişmesine pek müsait olmamasına rağmen ailesinin itinası sayesinde iyi bir eğitim aldı.
Teşebbüs edeceği her işi başarı ile yapacak bilgi birikimi, istidat ve kabiliyetlere sahip olduğu hâlde, memleketin parçalanmaya yüz tutan vaziyetini nazara alarak o da pek çok akranı gibi meslek olarak askerliği seçti.
Askerî okullardan mezun olup kıta eğitimini başarı ile tamamladıktan sonra genç yaşta muvazzaf subay olarak Osmanlı Ordusuna katıldı ve Birinci Cihan Harbi yıllarında Trablusgarp’ta, Şam’da bulundu.
Osmanlı Devletinin yıkılıp Cumhuriyetin kurulmasından sonra da ordudaki vazifesine devam etti ve Muğla, Manisa gibi şehirlerdeki askerî birliklerde yıllarca çalıştı.
Bu zaman içinde askerliğin bütün icaplarını yerine getirmesinin yanı sıra, sair istidatlarını da ihmal etmedi ve gittiği yerlerde mahallin âlimleri ile tanışarak ilmini, irfanını, hattını geliştirmeye gayret etti.
Nitekim bu merakı ve hasleti sayesinde, binbaşı rütbesi ile Burdur’da vazife yaptığı yıllarda önce Şeyh Mehmed Efendi ile tanıştı. Onun delâleti ve tavassutu ile orada sürgünde bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi tanıdı.
Askerlerin sürgünlerle görüşmesi pek hoş karşılanmadığı hâlde ‘kâinatın muamma-yı tılsımını açan anahtarın’ onda olduğunu anlayınca sık sık yanına giderek o anahtarı almaya çalıştı.
Bediüzzaman onun hattının güzel olduğunu görünce, ‘Eski Said’le Yeni Said’in birbiriyle münâzara edip nefs-i emmareyi susturan ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın âyetlerinin, âynelyakîne yakın şuhud derecesindeki hakikatlerini ihtiva eden on üç dersten’ müteşekkil Nur’un İlk Kapısı adlı eserini yazdırdı.
Onu tanıdıkça meftun olan ve yazdığı her dersten ayrı bir feyiz alan Binbaşı Asım Bey, Bediüzzaman Burdur’dan Isparta’ya sürgün edildikten sonra da sık sık ona hâlini anlatıp himmetini isteyen mektuplar yazarak irtibatını devam ettirdi.
Ondan aldığı müşfik mektuplardan ve yanından gelen insanlardan, Burdur’da başladığı telifâtına “Risâle-i Nur’un tarlası olan Barla’da” Sözler adını verdiği eserlerle devam ettiğini öğrenince büyük bir sevinç ve sürur duydu.
Çeşitli vesilelerle temin ettiği risâleleri okudukça ruhunu saran karanlıkların dağıldığını, kalbinin nurlandığını, gönlünün aydınlandığını hissederek daha çok yazmaya ve okumaya başladı.
İstinsah ettiği risâleleri tashih için Said Nursî’ye gönderirken duygularını, “Bir gülistan-ı ferahfezâ, gayet nâdide ve hoş bu ezhâr-ı lâtife gûna-gûn bulunur bunda. Hangisini koparmaya, koklamaya, tercih etmeye mütehayyir kalıp da neticede hepsinden bir deste, bir demet yapmaya karar verdiği gibi; bu risâle-i şerifler de yazanı, okuyanı, dinleyeni nur bahçesine, nur deryasına gark edip de mütefekkir, mütehayyir edip hepsinden bir çiçek demeti yapmaz da ne yapar” sözleri ile dile getirdi.
Risâle-i Nur’un intişarına vesile olmak maksadıyla yaptığı çalışmalarda eşi Nigâr Hanımdan büyük destek ve yardım gördü. Telif edilen her risâleyi onunla birlikte günler, geceler boyu hem yazdılar, hem okudular.
Risâle-i Nurlarla meşgul olmaktan o kadar büyük haz aldılar ki, eşinin hastalanıp yatağa düştüğü ve uzun zaman kalkamadığı zamanlarda bile ‘Hakikat-i Kur’âniye olan risâle-i şeriflerin’ imdatlarına yetiştiğini hissederek hizmetlerine ara vermediler.
Bilhassa Bediüzzaman’dan, “Hizmet-i Kur’âniyede kuvvetli arkadaşım ve tarîk-ı hakta ve ebed yolunda enîs yoldaşım” gibi mültefit hitaplarla başlayan müşfik mektuplar aldıkça daha da şevke geldiler.
Nigâr Hanım biraz iyileşip ayağa kalkınca evlerini bir medrese-i nuriye hâline getirdiler ve istinsah çalışmalarının yanında Nurları daha çok okuyup daha fazla insana duyurma gayreti içine girdiler.
Bu derslere iştirak eden insanların, âdetâ mânen ihya olduklarını gören Âsım Bey, bir mektupta “Bütün okuduğum arkadaş ve kardeşlerin hepsi hep takdir ve tahsin ve tasdik ediyorlar ve kanaat-ı kâmilede bulunuyorlar. Hizmet-i Kur’ân’a şevk ve gayretleri tezayüd ediyor ve bu kafilede ve bu dairedekilere gıpta ediyorlar” diyerek mutluluğunu Üstadı ile paylaşmak istedi.
Bediüzzaman, cevâbî mektubunda onları tebrik ettikten sonra “Ben öldüğümde sizi arkamda vâris bırakarak ferah ile kedersiz kabrime girmek Rahmet-i İlâhiyeden ümid ederim” dedi.
Bazı mânevî sırlar taşıdığını hissettiği bu ifadelerin tesirinde kalan Âsım Bey; Bediüzzaman’a vâris olmalarının, kendisi gibi insanları mesrur etse de beşeriyete pek bir şey kazandırmayacağını, ama onun yaşadıkça yazacağı eserlerin insanlığı ihyâ edeceğini düşünerek hemen kaleme kâğıda sarıldı.
“Bu fakir, Üstadımdan evvel kabre girsin ve siz, dâr-ı bekânın ilk kapısına gelinceye kadar dâr-ı dünyada bulununuz ki, bu fakir ve muhtaç olan talebenize arkasından göndereceğiniz duâ ve hediyenizle mütenaim, şâd ve mesrur olsun. Ve sizin teşrifinizle - ki erhamürrahimîn olan Rabbü’l-âleminden duâ ve niyazım budur - ruhum sizi istikbal etmek şerefi ile müşerref olabilmek gibi gönül arzu ve hayatı hâsıl oluyor” diyerek tecessüslerini terennüm etti.
Hâlis bir niyetle yaptığı bu duâ, ruhunu harekete geçirmeye yetti. Hem Üstadının kendisine atfen söylediği sıfatlara lâyık olabilmek, hem de daha çok insanın imanının kurtulmasını sağlamak için Cuma günleri evinde mutad dersler yapmaya başladı.
O derslerden birinde evine baskın yapan polisler, derse gelenleri dağıttılar, evi arayıp bütün risâleleri topladılar, Binbaşı Âsım Beyi de yanlarına aldılar ve Isparta’ya götürdüler.
Hapishâneye girdiğinde yalnız kendisinin değil, Bediüzzaman Said Nursî ile birlikte pek çok Nur Talebesinin de ilkelere, inkılâplara, cumhuriyete karşı çıkma, dini siyasete âlet etme, izinsiz neşriyat yapma, asayişi bozma gibi iddiâlarla hapsedildiklerini görünce şaşırdı.
Sorgulama başlayınca, kendilerinin vereceği ifadenin, Bediüzzaman’a isnat edilen suçların delili sayılacağını ve cezasının o nisbette artacağını hisseden Âsım Bey çok üzüldü.
Bilhassa devlete hâkim olan zihniyetlerin, ona karşı sinsi bir suikast hazırlığı içinde olduklarını, verecekleri ifadeyi bahane ederek menfur emellerini gerçekleştirmeye çalışacaklarını anlayınca tereddüt etmeye başladı.
Çünkü sorgu hakiminin sorularına doğru cevap vererek Bediüzzaman’dan ders aldığını, ondan aldığı mektupların teşvikiyle Risâle-i Nurları okuyup yazdığını söylese, uğrunda her an can vermeye hazır olduğu Üstadına zarar gelebileceğini düşündü.
Ona zarar vermelerine mâni olmak için her şeyi olduğu gibi söylemeyip çeşitli tevillerle bazı hadiseleri gizlemeyi de kırk yıllık askerlik mesleğinin şerefine ve mert fıtratına yakıştıramadı.
Zihni o tereddüt noktasında düğümlenip kalınca, ölmekten korktuğundan dolayı öyle düşündüğünü zannederek endişelendi ise de o anda hareketlenen ruhunun iştiyakla bu uğurda ölmeyi beklediğini fark edince rahatladı.
Said Nursî’nin ve Nur Talebelerinin, tağûtların hazırladığı bu dehşetli girdaptan sağ salim kurtularak iman, Kur’ân hizmetine devam edebilmeleri için bir kişinin, onun bedeline kendisini feda etmesi gerektiğini düşündüğü zaman içinde farklı bir ferahlık hissetti.
“Yâ Rabbi, canımı al!” dedi sorgulama sırası kendisine geldiği esnada.
Adâletin tecellîgâhı olması gereken mahkeme salonunu mezalim meydanı hâline getirmeye çalışan sorgu hakimi; ona doğru dönerek hiddetle, gazapla, öfkeyle ithamlarını sıralamaya hazırlanırken o yavaşça öne doğru eğildi ve secde edercesine yere kapaklandı.
“Lâ ilâhe illallah!...” diyerek ruhunu Rahman’a teslim etti.
Ve, Nur’un ilk ‘istikamet şehidi’ oldu.
***
7 Mayıs 1935 tarihinde vuku bulmuştu bu hâdise.
Aynı gün orada, daha elim bir başka hadise daha yaşandı.
Isparta havalisindeki Nur Talebelerinin hepsi hapiste olduğu, din görevlileri de hükümetin emriyle Ankara’dan gelerek şehri abluka altına alan emniyet kuvvetlerinin hışmından korkarak gelmedikleri için cenaze işlerini yapacak kimse çıkmadı.
Bunun üzerine Nigâr Hanım, şehid eşine yakışır bir cesaret, metânet ve vakarla Binbaşı Âsım Beyin nâşını güzelce yıkayıp itina ile kefenledi, ferâset sahibi yedi sekiz kişinin kıldığı cenaze namazını müteakip onların da yardımı ile götürüp Isparta’daki Alaaddin Mezarlığına defnetti.
Aradan tam yetmiş üç yıl geçti.
O gün, Isparta’da cenazesine ancak beş altı kişinin katılabildiği istikamet şehidi Binbaşı Âsım Bey, bu gün yalnız orada değil, memleketin her yerinde ve dünyanın pek çok ülkesinde milyonlarca Nur Talebesi tarafından rahmetle anılıyor.
Zîra hepsi onun kalbi ile ikrar, dili ile terennüm ve hayatı ile tasdik ettiği hakikati yaşıyor:
“Kasem ederim doğrudur, sözü özüyle beraber.
Bu hakikati kabul ve tasdik etmeyen bedmâyeler,
Kalır dalâlet ve vadi-i hüsranda nice seneler.
Bunları irşad edip kurtarmaktır hüner;
Hidayet erişse eğer, o vakit boyun eğer.
Cümlenin ıslahına niyet edip Hâlık’a yalvaralım,
Hep envâr-ı Kur’âniye olan Sözler’i okuyup anlatalım,
Bu yolda bizler de feyz alıp dilşâd olalım,
Fenâyı bekâya tebdilde rıza-i Bârî’ye kavuşalım.”
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
42 yıldır değişmeyen “heyhat!”ımız... |
|
Geride bıraktığımız seçim sonuçlarıyla beraber gündeme oturan “göbeğini kaşıyan adam” aşağılamasından, “ayaklar-başlar” karmaşasına kadar öyle kavram saptırmalarıyla, öyle kafa bulandırma yarışıyla karşı karşıyayız ki… Kimin neyi neden söylediği belli değil…
Ama belli olan bir şey var.
Bu ülkenin gerçek kültürüne kim sahip çıkıyor, kim gerçekten dinî (elbette İslâm dini) literatürden beslenerek konuşup yazıyorsa, belirli kaynaklar tarafından hedefe konuluyor…
Hoş “İslâm-cı” sıfatını kimselere vermeyen kimileri de yedikleri herzelerle bir tutam sakız isteyenlere kenger tarlası bağışlıyorlar ama… Konumuz o kirlilik değil…
Dertleşmeye başladığımızda, kaynaklarımızdan yeterince istifade edemediğimizden girer, çarpıtılan bilgilerden çıkarız…
Bugün sizlere bir çarpıtma gerçeğini aktarmak istiyorum.
Sevgili dostum Mustafa Doğan, kısa bir süre önce yer sergilerinden birinde birkaç kitap görüp aldığını anlatmıştı. Birkaç gün sonra da heyecanla, içlerinden bir kitabı öncelikle bitirdiğini ve çok önemli bilgiler öğrendiğini anlattı…
“Ehli Beyt ve 12 İmam “isimli bu kitap, Yakup Kenan Necef Zade imzasıyla, Neşriyat Yurdu Yeni Şark Maarif Kütüphanesi M. Hüseyin Tutya tarafından 1966’da yayınlanmış…
Yazar, “69 yıllık ömrümün tecrübelerimin mahsulü” dediği ve “Allah’ın huzuruna da bu kitabımla çıkacağım” dediği kitabının sonlarına doğru, “Çok ince üç nokta” başlıklı bölümde üzerinde samimiyetle durmamız gereken iki olay naklediyor bizlere.
İbretlik bu iki olayın anlatımıyla baş başa bırakıyorum sizleri… Kaynaklara inmenin, titiz olmanın, her olayda ve daima “Müslüman feraseti” ile hareket etmemiz gerektiğini hatırlatan anlatımla baş başa bırakıyorum sizleri… Buyurun:
“Aziz yurttaşlarım ve sevgili dindaşlarım,
Bizzat şahit olduğum ve karşılaştığım iki acı müşahedeyi buraya nakletmeden geçemiyeceğim:
1 — Bu yılın ilkbaharında Safiye Ünüvar adında ve Sultan Reşat zamanında Dolmabahçe Sarayı’nda hanedana mensup kız çocuklarına ders veren bir bayan öğretmen ‘Saray hâtıralarım’ adlı bir kitap çıkardı.
Kitabı basan Cağaloğlu Yayınevi. Bu bayan öğretmen merhum Sultan Reşat’ın kendisine verdiği hediyelerin resmini de bastırmış. Onlardan biri çerçeveli bir levha ve şu yazı :
‘Taleb-el ilm farizetün alâ küllü müslimün ve müslime.’ (Bütün Müslüman erkek ve kadınlara ilmi öğrenmek farzdır.)
Fakat ne görsem beğenirsiniz? Nasıl tercüme edilmiş bilir misiniz’? Levhanın altında şu cümle var :
‘Bütün Müslüman erkek ve kadınlara din ilmini öğrenmek farzdır.’
‘Din’ kelimesi burada fazlalık. Vakıa Îslâm dininde ilim de var ve Müslümanlık yalnız oruç tutmak, namaz kılmaktan ibaret değildir. Yani din ilmini öğrenmekle insan ilim de öğrenir. İlk nazil olan âyet de ilme verilen önemi belirtiyor.
Ne de olsa bu çevirme yanlış. Tam ve doğru bir tercüme değil. Kitabı yazan bayan öğretmenin belki de bundan haberi yok.
Bastıranı bir ahbabım tanıyormuş. Onunla haber yolladım. ‘Niçin böyle yanlış tercüme edilmiş?’ dedim. Bastıranın şu aşağıdaki cevabı bu yanlışlığın kasten yapıldığını ispat ediyor: ‘Evet ben de biliyorum. Fakat İslâmiyeti kötülemek için kasten böyle yaptım. Okuyan Müslümanlığın bir yobazlık ve gericilik olduğunu sansın diye!’
Ey benim değerli okuyucularım;
Şimdi sorarım size: Bu mudur İslâmiyet, bu mudur Müslümanlık?
Demek ki hadîsi tahrif eden bir ilerici ve bizler gerici.
Tevekkeli şair şu güzel sözü boşuna söylememiş:
‘Ey hired bahş-i asfiya-i ibâd
Ne tuhaf bendeler yaratmadasın.’
İşte bizde Laizizm’in yanlış anlaşılmasının ve yanlış tatbik edilmesinin kötü sonuçları.
2—Yine bu yıl Haziran ayının son günlerinde 20 yıllık dost, ahbap ve arkadaşlarımı dünya gözü ile bir daha görmek ve 20 senelik hasreti gidermek için İzmir’e gittim ve Basmahane istasyonunun karşısındaki otellerden birinde bir aile dostumuzun misafiri olarak bir kaç gün kaldım.
İzmir’e vardığım akşam bindiğim vasıta geç kalmış, yatsı namazının vakti geçmiş ve Basmahane Cami’inin kapısı kapanmıştı.
Otelin İdare Müdüründen, odamda namaz kılmak üzere seccade gibi bir şey istedim. ‘Bizde böyle bir şey arama, yok!’ dedi.
Kendisine şu sözleri söyledim :
‘Ben bir kaç yıl önce tedavi için ve yatmak üzere İstanbul’daki Alman Hastahanesi’nde tahsis edilen odaya girdiğim zaman namaz kılmam için Alman hemşireden seccade gibi bir şey istedim; hemen getirdiler.
Orası bir Hıristiyan sağlık müessesesi olduğu hâlde hemen arzumu yerine getirdiler. Burası bir Müslüman memleketi, Müslüman şehri ve bir Müslüman, Türk oteli. Burada böyle bir şey niçin bulundur muyorsunuz?’
Ertesi gün tam öğle vakti otelin kapısının önünde duruyordum. Ezan okunmaya başladı. Tam ‘Hayye alel felâh’ derken otelin îdare müdürüne dedim ki :
‘Eğer biz Türkler ve Müslümanlar yalnız ezandaki bu (Hayye alel felâh) sözünün anlamına tam mânasiyle nüfuz ve hulûl ederek o anlamı kavrayıp vazifemizi yapsak memleketlerimiz dünyanın en ma’mur ülkeleri ve milletlerimiz de cihanın en bahtiyar ulusları olurlar.’
Otelde 5 gün kaldım. Son kaldığım gün orayı temizlemeye gelen köylü kadına bu olayı anlattım, bana şu cevabı verdi:
‘Bana söyleseydiniz ben hemen gider, namaz kılacağınız şeyi bulup getirir ve verirdim.’
Eh, şimdi o saf, temiz, dindar Anadolu köylü kadın gerici ve otelci ilerici öyle mi?
Alman hemşireye de ‘gâvur’ diyeceğiz değil mi?
Heyhat!”
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Tesettür Risâlesi keşfedilirken (4) ŞEFKAT KAHRAMANI ANNELER |
|
Bediüzzaman Hazretlerinin eseri olan Tesettür Risâlesinin Dört Hikmetinden birincisinin yorumlarına devam ediyoruz.
Eser, benzerlerinden farklı olarak sadece kadının fıtratı üzerine temellendirildiğinden gerçekten son derece orijinal, aktüel, gündemden hiç düşmeyen konuları satır aralarında barındırıyor. Bu açıdan her bir kelime ve kavramının adeta didik didik edilmesinde büyük faydalar var.
Özellikle semâvî emirlerin temellerine hücum edildiği günümüz şartlarında kendi hür iradesiyle Kur’ân’ın tesettür emrini benimseyen, hayat modeli olarak tercih eden, Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerini başucu kitabı yapan hanımların şahsen ya da toplu olarak bu eseri dikkatli bir tefekkürle müzakere etmeleri, eserlerin sayfaları arasında keşif yolculuğuna çıkmaları şüphesiz büyük açılımlara vesile olacaktır. Hele de böyle bir ortamda…
KADINLAR KORKAK MIDIR?
Bediüzzaman Hazretlerinin Birinci Hikmet’te üzerinde durduğu hususiyetlerden bir tanesi de kadınların fıtraten korkaklığıdır. Bu yüzden kadın kendini gizlemeye, setretmeye meyleder. Kendisine haram olanların iştahını açmamaya, tecavüzüne meydan vermemeye büyük gayret eder. Aksi takdirde sekiz dokuz dakikalık bir zevki cidden acılaştıracak sekiz dokuz aylık hamilelik meşakkatini, ardından sekiz dokuz yıl (en azından!) himayesiz o çocuğun terbiyesi için uğraşacağını, dolayısıyla yıllarca o gayrimeşrû sekiz dokuz dakikalık zevkin belâsını çekeceğini belirtir.
Bediüzzaman Hazretleri bu tesbitlerinde haksız mıdır?
İşte bu yazımız sorunun cevabı üzerine olacak.
Aslında bütün kadınlar en değerli varlıkları olan hayatlarını, evlâtları için rahatlıkla fedâ edebilecek kadar cesurdur, kahramandırlar. Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur’un başka yerlerinde hususan Hanımlar Rehberi’nde sık sık bu hakikatin altını çizer. Hatta hayvanlar âleminde korkaklığı ile meşhur tavuk bile yavrusunu köpeğe kaptırmamak için başını fedâ etmekten çekinmez. Bu açıdan bütün anneler şefkat kahramanıdır!
KADIN YOL AYRIMINDA
Bu hakikatle birlikte kadın için en büyük zorluklardan, korkulardan bir tanesi himayesiz bir evlâdı yetiştirme gayretidir. Hele bu evlât gayrimeşrû ilişkiden dünyaya gelmişse… Zira, gayrimeşrû ilişkiyi (İslâmî tabiriyle zinâyı) göze alan bir erkek genel itibarıyla sorumluluktan kaçar, bir çocuğun mesuliyetini, himayesini üzerine almaz, hayvânî duygularının esareti altındadır.
İşte kadınların kendilerini haram nazarlardan gizlemesi Ahzab Sûresinin ilgili âyetinde de söylendiği gibi “eziyete uğramamaları” yani yine kendi selâmetleri için uygundur.
Bu inanan bütün kadınları ilerde olacaklardan korumaya yönelik Kur’ânî bir tavsiyedir. Tesettür önerisini dikkate almak ya da almamak kadının kendi tercihidir.
Kadın tercihini Kur’ân’dan yana yapar kendini haram nazarlardan gizlerse zahiren (sözgelimi yaz sıcaklarında örtünmek gibi) bir eziyet çeker, ama gönlü gül gülistandır. Aksi takdirde en azından haram nazarların göz hapsinde esarete maruz kalır. (Geçen yazımızda taciz konusu üzerinde çok durmuştuk.)
ADİ VE ALÇAK OLMAK
Bu tabirler Bediüzzaman Hazretlerinin Birinci Hikmet’te satır aralarından sarkıntılık yapan erkeklere perdeli olarak taktığı sıfatlardır. Avrupa’daki hemcinslerimiz bu adamları “Alçaklar!” diye polise suç duyurusunda bulunmuşlardır.
Bediüzzaman Hazretlerinin “Dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık yapan adi kundura boyacısı” tabiri kundura boyacısının bu hareketinin “adi” olduğunu belirtmektedir. Yoksa Handan Koç’un ifade ettiği gibi “sınıfsal eşitlik fikrine kapalı olmak” ya da üst-ast ilişkisi” kast edilmemektedir. Mesleği değil, yaptığı harekettir âdîce olan. (Radikal, 13 Nisan 2008)
Nitekim, bu tâbir azdır bile. Taciz edilen kadınlar bunun kat be kat fazlasını muhataplarına ifade etmektedirler.
Ayrıca kundura boyacısının bu âdîce hareketi yaparken korkusu da yoktur. Köyde kasabada da değil Başşehirde, gece de değil gündüz vakti, ıssız bir yerde de değil çarşı içinde, kalabalığın gözleri önünde dünyaca rütbeten büyük bir adamın karısına sarkıntılık edecek kadar pervasızdır.
İşin enteresan yanı, Bediüzzaman Hazretlerinin Birinci Hikmet’teki bu satırlar yüzünden Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde arkadaşlarıyla birlikte yargılanması ve suç unsuru bulunmadığı halde “kanaat-i vicdaniye” ile mahkûm olmasıdır.
KADINLARIN “KORKU SİGORTASI”
Kadının fıtratındaki korku duygusu onun tecavüze uğramaması için koruyucu sigortası hükmündedir. Hani aydınlanmanın sağlıklı olarak gerçekleşmesi için “sigorta” olarak isimlendirilen ana elektrik düğmeleri vardır ya, “sigorta attığı” zaman her yer karanlığa gömülür, aynen onun gibidir korku kadın için.
Korku sigortası kadını ilerde olacaklara karşı korunmasını hatırlatır hep. Bu çerçeve içerisinde kadın için korku duygusu iyi bir özelliktir. Kadını mânen süsler, utanma, haya gibi ahlâkî güzellikleri de beraberinde getirir.
İşte, sefih medeniyetin bütün gayreti bu “korku sigortası”nı iptal ettirmeye, attırmaya yöneliktir.
HAYDİ KADINLAR BİRAZ CESARET!
Sefih medeniyetin kadınları esir etmekte kullandığı temel düşüncelerden bir tanesidir bu. Modasıyla, TV dizileriyle, sinemasıyla, defileleriyle, reklâmlarıyla, klipleriyle, müziğiyle, düşünürleriyle aklınıza gelen her vesileyle kadınların fıtratındaki tesettür meyli tahrip edilmeye çalışılır.
“Bu kıyafeti giymek cesaret ister!” denir gazetelerde, “Geceleri de sokaklar bizim olmalı” der kadın yazarlar… Nihayetinde “Asıl erkekler korksun bizden!” der kimi kadınlar ve tarihteki kadın savaşçılar olan Amazonlar günümüzde adeta yeniden hayat bulur.
Erkeklerin iştahını açmaktan kaçınmayan kadınların bu hareketi istenmeyen hamilelikleri gündeme getirir. Sefih medeniyetin ona da çözümü hazırdır: Başta kürtaj olmak üzere diğer doğum kontrol yöntemleri…
Gelişen bilim ve teknoloji doğum kontrol yöntemlerini kolaylaştırmakla birlikte yan etkilerini de tesbitte gecikmez. Kadının ruh ve beden sağlığını alt üst eden bu yöntemlerin zararlı etkileri hakkında hemen her gün gazetelerde yer alan araştırmaları okumak mümkündür.
CİNSEL ÖZGÜRLÜK DEĞİL, CİNSEL ESARET!
Evet, tedbirlere rağmen(!) gayrimeşrû ilişki neticesinde doğan çocuklar bugün bütün dünyada toplum hayatının dengelerini alt üst etmektedir. Son yapılan araştırmalara göre Fransa’da her iki çocuktan birinin gayrimeşrû olması “cinsel özgürlük” rüzgârının ibretli meyvelerindendir.
Boşanmalar, tecavüzler, sokak çocukları, annesi babası belli olmayan çocukların barındığı yuvalardaki türlü problemler, çocuk suçluların sayısındaki artış, AIDS, Herpes, Frengi gibi ölümcül bulaşıcı cinsel hastalıklar, homoseksüellik, lezbiyenlik gibi daha bir çok problem sınır tanımayan cinsel özgürlük, daha doğru bir tabirle “cinsel esaretin” zehirli meyvelerindendir.
Bugün “cinsel devrim”in beşiklerinden olan İsveç’te zinanın kanunen yasaklanması, fuhuş ve benzeri ahlâksızlıkların zararlarının okullarda ders olarak okutulması ilginç bir gelişme değil midir?
Kadınların dünyası ile ilgilenen bütün insanlar bu anlattıklarımızın farkındadır.
NE İSA'YI, NE MUSA'YI DİNLEMEK…
Bütün semâvî dinlerde gayrimeşrû ilişki yani zina yasaktır.
Hatta dinimizde “Zinaya yaklaşmayın!” (İsra Sûresi, 32.) âyetiyle gayrimeşrû ilişkiye yakınlaştıracak hayal, düşünce, tasavvur gibi hallerden bile mü’minlere ikaz vardır. Bu konuda onların zihinlerindeki kırmızı çizgi netleştirilir.
Üstelik dinimizde nikâhlı beraberliklerde bile doğum kontrol yöntemlerinin meşrû sınırları bellidir. Merak edenler bu konudaki fıkhî ölçüleri araştırabilir.
Asr-ı Saadette kadınlar İslâma girdiğinde, Peygamberimizin onlardan aldığı sözler arasında zina yapmamak ve çocuklarını öldürmemek de vardır.
Onların şahsında kıyamete kadar bütün mü’mine kadınlar için bu söz geçerlidir. Zaten İslâm teslim olmak, iman ise kalben Allah’ı tasdik etmek ve her şeyde O'nun rızasını aramak değil midir?
Evet, günümüzde adeta bir çöp paketi imiş çöplüklerde ölüme terk edilen masum bebekler, dinimizin ve bütün semâvî dinlerin ısrarla vurguladığı zina yasağının doğruluğunun şahitleri hükmünde.
Görüldüğü gibi inanan bir insanın hayatının her safhasında nasıl davranması gerektiği son derece net şekilde Kur’ân ve Sünnette belirtilmiştir. Bu konuda toplumda hâlâ bazı kuşkular varsa, bu dindar insanların inancını yaşantısına aktarmadaki şahsî kusurlarındandır.
SON SÖZ
Tesettür Risâlesine dair dört yazımızda Birinci Hikmet’te yer alan tesettürsüzlüğün kadınları incitmesine dair tesbitleri açmaya çalıştık. Bediüzzaman Hazretleri aynı risâlenin İkinci, Üçüncü ve Dördüncü Hikmetlerinde nikâh bağı ile Allah’a ve birbirine söz veren, aile kurma mes’uliyetini üzerine alan kadın ve erkeğin tesettürsüzlükten nasıl etkilendiklerini anlatmakta.
Bir sonraki yazımızda da onları açmaya çalışalım mı?
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İçki reklâmları engellenemez mi? |
|
“Bir kısım medya” bugünlerde üzgün görünüyor. Bu üzüntünün çok ‘basit’ bir sebebi var: İçki satılan restoranların sayısı azalmış. Haberler doğru ise, yıllık ‘rakı’ tüketimi de 75 milyon litreden 50 milyon litreye gerilemiş...
Gerek içki ve gerekse sigara kullanımıyla ilgili rakamların ne ölçüde gerçeği yansıttığı tartışılabilir. Rakamlar bazen abartılarak, bazen de görülmeyerek iş bu noktalara geldi. Her şey bir yana, medyanın; ‘içkili restoran sayısının azalmış’ olmasından üzüntü ile bahsetmesini anlamak mümkün değil. (Hürriyet, 9 Mayıs 2008)
“İçki”nin bütün kötülüklerin anası olduğu hususunda ihtilâf var mı? İlmen ve tıbben böyle bir ihtilâf yok, ancak yanlış anlaşılan ve anlatılan ‘çağdaş’lık anlayışıyla ihtilâf olabilir. Bu haberi üzüntü ile veren gazetelerin ‘3’üncü sayfaları’nda sıklıkla ‘iç-ki’nin sebep olduğu ölümlü trafik kazalarıyla ilgili haberler de yer alıyor!
Tekrarlamakta fayda var: Bu haber doğru ise üzülmek değil sevinmek lâzım. Nihayetinde ‘zararlı’ olduğu konusunda ihtilâf olmayan alkollü içkilerin kullanılması azalmış. Bunun bir faydası da, trafik kazalarının azalması konusunda kendisini hissettirebilir.
Aslında Türkiye gibi büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede, alkollü içki kullanma alışkanlığının olmaması tercih sebebidir. Son yıllarda bilhassa gençler arasında ‘şuurlanma’ hissedilir şekilde arttığına göre, buna paralel olarak alkollü içki kullananların da azalması gerekir. Bu bakımdan, bu haberin ‘doğru’ olduğuna inanıyorum. Aksi bir netice, Türkiye gerçeklerine ters olurdu. Öyle ya, bu millet daha ‘şuurlu ve dinine daha bağlı’ oluyorsa, içki tüketimi niçin ve nasıl artsın?
Alkollü içki bahsi açılınca, gazetelerde devam eden reklâmları da hatırlamamak olmaz. Her imkân ve fırsatta, devam eden büyük bir yanlışa dikkat çekmeye çalışıyoruz, ancak Türkiye’yi idare edenlerin şimdilik bu tehlike ile ilgilendiği söylenemez. Gazetelerin, bilhassa hafta sonu ekleri, alkollü içki reklâmlarıyla dolu. Lütfen bir karar verilsin: Alkollü içki ilmen ve tıbben en azından insan sağlığına zararlı değil mi? Zararlı ise, nasıl oluyor da bu ‘zararlı ürün’ün reklâmı kolayca ve hoyratça yapılabiliyor?
Bakınız, ‘sigara’nın reklâmının yapılması yasak. Ama daha zararlı olan alkollü içkilerin reklâmının yapılması ‘fiilen’ serbest! Böyle çelişki, böyle uygulama olur mu? Gençleri ‘zararlı alışkanlıklar’dan korumak Anayasa’nın da âmir bir hükmü değil mi? Her konuda ‘kanunlar’dan bahsedenler, Anayasanın ilgili maddelerinden habersiz mi?
“Alkol tüketimi azaldı” ‘üst manşet’leriyle yapılmak istenen şeyin de elbette farkındayız. Bu manşetleri atanlar, “Türkiye’nin irticaya teslim olduğuna” delil üretmenin peşindeler. Birileri bu manşetleri görecek ve “Bakın işte, içkili restoranlar azaldı, yarın bir gün evimizde de içemeyeceğiz” şeklinde paranoya üretecekler. Sonra da kendilerinin ileri sürdüğü bu temelsiz iddiaya ‘delik’ adını verecekler...
Öyle de olsa, böyle de olsa gerçekler ilelebed perdelenemez. Bütün dünya alkolün zararları konusunda gençliği uyarmakta yarışırken, Türkiye’de ‘içki’ reklâmlarının sorumsuz bir şekilde gazete sayfalarını işgal etmesine ‘kökten karşı’yız. Hedefi, gençler, aile ve ‘değerler’i korumak olan bütün STK’ları da bu konuda daha duyarlı olmaya, tepki göstermeye davet ediyoruz.
Türkiye’yi idare edenler, lütfen bu yanlışa ‘dur’ diyelim. ‘Bugün’den itibaren!
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Canavar canlanıyor |
|
Ekonomide sıkıntılar büyüyor. Enflasyon çift haneli rakamları geçti. Vatandaşın enflasyonunun resmî rakamların çok üzerinde olduğu da ortada... Pirinçte yaşanan sıkıntılar had safhaya yükselmiş, yüzde 100-150’lik artışlar yaşanmıştı. Benzinde ve elektrikte zamlar ardı ardına geliyor. Zamların Anasollu hükümetlerde olduğu gibi otomatiğe bağlanacağı seslendirilmeye başlandı. Memur, işçi, çiftçi kesimleri hükümeti uyarıyor. İşsizlik artıyor.
Ekonomide TOBB’un verilerine göre, 2008’ın ilk dört ayında geçen yılın ilk dört ayına göre açılan şirket sayısında yüzde 1.08 artış olurken, yine aynı dönemde kapanan şirket sayısında yüzde 22.22’lik bir artış olduğu görülüyor. Carî açık, Mart ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 37 artarak 4 milyar 157 milyon dolara yükseldi.
Memurlar, maaşlarına yıllık yüzde 4 enflasyon hedefini esas alıp yılın ilk yarısı için yüzde 2 zam yapan hükümetin, Ocak-Nisan dönemi yıllık tüketici enflasyonunun yüzde 9,66’yı geçmesi sebebiyle enflasyon farkını vermesini istiyor, bekliyor. Hükümet içinde ekonomi iyi yolda diyen de var, ekonominin gidişatından endişelerini dile getiren de…
Şu anda ortalama bir memurun maaşı 800-850 YTL, asgarî ücretin asgari geçim indirimi dahil yaklaşık 500 YTL olduğu, büyükşehirlerin en ücra köşelerde bile kiraların 400 YTL, belediye otobüslerinin bilet fiyatının 1.5 YTL, ekmeğin 300-400 YKRŞ’un altında olmadığı göz önüne alındığında çalışanların sıkıntılarını anlamak zor değil. Tabiî bunların üstüne bir de zarurî ihtiyaçlar olan gıda, giyecek fiyatları, su, elektrik, doğalgaz, telefon faturalarını koyunca bu paralarla geçinmenin imkânsız olduğu görülüyor.
* * *
BEM-BİR-SEN tarafından Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileri baz alınarak yapılan 2008 Nisan ayına ait “Asgari Geçim Sınırı” ile “Asgari Gıda Harcaması Sonuçları”na bakıldığında milletin hali ortaya çıkıyor. Çalışan, eşi, (0-6) ve (6-15) yaş gruplarından iki çocuğun Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği asgarî kalori miktarı dikkate alınarak tesbit edilen 2008 Nisan ayında 4 kişilik bir ailenin tüketmesi zorunlu olan gıdalar için harcaması gereken tutar 745,32 YTL olarak belirlenmiş. Dört Kişilik bir ailenin asgarî geçim sınırı, gıda, giyim, sağlık, barınma ve eğitim başta olmak üzere, vazgeçilmesi mümkün olmayan 14 zorunlu harcama kalıpları esas alınarak belirlenen araştırmada ise 2008 Nisan ayında 4 kişilik bir ailenin asgarî şartlarda geçinebilmesi için harcaması gereken tutarın 2.163.40 YTL olduğunu ortaya koyuyor.
Başka bir araştırmayı da Türkiye Kamu-Sen yayınladı. Bu hesaplamalara göre de, çalışan tek kişinin yoksulluk sınırı 1.266,42 YTL, dört kişilik bir ailenin asgari geçim haddi ise 2.537,94 YTL... Çalışan tek kişinin açlık sınırı ise bir önceki aya göre yüzde 0,84 oranında artarak, 961.92 YTL oldu. Yine, aynı hesaplamaya göre, Türkiye’de 4 kişilik bir ailenin ortalama gıda ve barınma harcamaları toplamı 2008 yılı Nisan ayında 993,75 YTL olarak tahmin edildi.
Demokrat Parti AR-GE Başkanı Sabri Erdil’in verdiği bilgilere göre ise, milletin son dört ay için mutfakta ortalama yüzde 23 ve günlük hayatta, giyim kuşam gibi temel harcamalarda karşılaştığı enflasyon ortalama yüzde 18 düzeyinde. Yine, sanayi sektörünün ana girdisi olan metal sanayinde ve enerji sektöründe bu rakamlar ortalama yüzde 21 düzeyinde gerçekleşti. Erdil, uzun bir süredir ekonomiye ilişkin hükümetin dikkatini çekmeye çalıştıklarından, ama başaramadıklarından yakınıyor.
* * *
Yılbaşından itibaren ekonomiden anlayan çevreler hükümetin dikkatini çekmeye çalıştı. Ama hükümet bu uyarılara dikkate almadan “ekonomi doğru yolda” diyerek bildiği gibi devam etti. Enflasyondaki kıpırdanmalardan ders çıkarıp tedbir almakta yavaş kaldı. Ve bu günlere geldik.
Ekonomist değiliz, ancak içinde yaşadığımız ortamda ekonominin gidişatındaki göstergelere bakarak da hâl-ü pür melalimizi anlayabiliyoruz. Esas olarak yapılması gereken “yatırım, üretim ve istihdam” eksenli politikalar uygulamaktır. Üretim ve ihracat odaklı bir ekonomi hem carî açığı azaltır hem de istihdamı arttırır.
Kapatma dâvâsı, 1 Mayıs olayları derken yine milletin asıl gündemi unutturuldu. Hükümetin acil olarak ekonomiyi öncelikli gündemine almak zorunda olduğu ortaya çıktı. Konuşmaktan, başkaları ile atışmaktan, ekonominin son 6 yılda nasıl iyiye gittiğini anlatmaktan vazgeçip icraat yapılmalı.
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Gazze’den Beyrut’a: Nasrallah’ların savaşı! |
|
Amerikalı gazeteci Thomas Friedman’ın ‘Beyrut’tan Kudüs’e’ diye bir kitabı var. Şimdi de son Beyrut olayları ve Hizbullah’ın Batı Beyrut’u büyük çapta ele geçirmesi Gazze hadiselerini hatırlatıyor. Dolayısıyla Beyrut-Kudüs ilişkisi maklup hâle gelmiş bulunuyor. Şimdi ‘Gazze’den Beyrut’a’ demek daha doğru. Beyrut’taki ‘yeni iç savaş’ her ne kadar Sünnîlerle Şiîler ve onların cephesindeki gruplar arasında seyeran ve deveran ediyorsa da savaşın esaslı iki sembol ismi var. Bunlardan birisi Hasan Nasrallah diğeri de Patrik Nasrallah Sufeyr. Bu açıdan, Beyrut savaşına da ‘Nasrallah’lar savaşı’ demek daha uygun. Bu arada 1860 ve 1975’te olduğu gibi bugün de olayların merkezindeki topluluklardan birisinin Dürziler olduğunu unutmamak gerekir.
Aslında, 1994 yılında yaşanan Yemen iç savaşı ‘Ali’ler savaşı’ olarak da anılıyordu. Bir tarafta Kuzey Yemen’in Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih diğer tarafta da Güney Yemen’in Cumhurbaşkanı Ali Nasır yer alıyordu. İç savaş onların çekişmesi şeklinde gelişti. Sudan’da da Hasan’lar taht kavgasına tutuşmuştu. Bir tarafta Ömer Hasan el-Beşir diğer tarafta Hasan Turabi. Lübnan’da da Nasrallah Sufeyr ile Hasan Nasrallah...
2006 Temmuz savaşından itibaren aslında Lübnan’da bir iç savaş bekleniyordu. Zaten Hariri’nin öldürülmesinden sonra Lübnan derin bir boşluğa yuvarlanmıştı. Onun boşluğunu kimse dolduramadı ve gerçekte Lübnan başbakansız kaldı. Dolayısıyla Lübnan’ın bugünkü hâli kimin işine geliyorsa güçlü Başbakan Refik Hariri’yi öldüren taraf da odur. Temmuz savaşında İsrail karşısında almış olduğu manevî moralle elini güçlendiren Hizbullah bundan yararlanarak içerideki mevkiini de güçlendirmek istedi. Bunun için Taif anlaşmasının tadilini istiyordu. Bu da ister istemez Sünnîlerin siyasî müktesebatını yok ediyor ve altlarındaki halıyı çekiyordu. Yaşananlar aslında, Hariri operasyonunun uzantısından başka bir şey değil. Hariri ile birlikte fiilî pozisyonları zayıflayan Sünnîlerin Taif anlaşmasının tadiliyle teorik zeminleri de zayıflatılmak isteniyordu. İsrail meselesi burada tahterevalliden başka bir şey değil. İmamı Ali’nin dediği gibi burada doğru gerekçe yanlış amaç için kullanılıyordu.
Esasen meselenin temelinde Sufeyr’in de belirttiği gibi Hizbullah’ın devlet içinde devlet görüntüsü vermesi yatıyor. Bu iç çekişme de yabancılara taraf olma imkânı ve ötesinde, kullanma malzemesi veriyor. Ve bu devlet içinde devlet durumu da mukavemet adı altında kudsiyete mazhar kılınıyor ve kutsallaştırılıyordu. Bunun sonucunda herşey mukavemet gerekçesi yapılıyordu. Sözgelimi, ‘direniş için’ mutabakatla tahsis edilen iletişim hattı genişletilmiş ve Hizbullah paralel bir iletişim ağı kurmuştu. Bunun keşfedilmesiyle veya ortaya çıkartılmasıyla birlikte kıyamet koptu ve kılıçlar çekildi. Hizbullah önce mukavemetin silâhına dokundurtmam diyordu şimdi ise iletişim ağına da dokundurtmam diyor. Bu da bölünmeyi beraberinde getiriyor. Bunun sonucunda havaalanları ayrılabileceği gibi iki cumhurbaşkanlı bir yapı da oluşabilir. Paralel telefon şebekesi, tıkanmayı kıvılcımla iç savaş ortamına taşıdı. Sinyora ve hükümet bunu kabul edemeyeceklerini deklare etti. Havaalanındaki bir görevlinin başbakan tarafından görevden alınması bile çekişme sebebiydi. Ve Hizbullah yetkilileri Fransız bir temsilciyi Nasrallah’ın ikametgâhının yakınından geçtiği için kısa bir süre gözaltına almışlardı. Bütün bunlar devlet içinde devlet görüntüsünü pekiştiren gelişmelerdi. Bunun sonucunda Canbolat bir açıklama yaptı ve İran’la diplomatik münasebetlerin kesilmesini ve Beyrut’taki İran büyükelçisinin de kovulmasını istedi. Bunun üzerine Hizbullah, Saad Hariri’nin zayıflığına gönderme yaparak ‘Başbakan Canbolat’ şeklinde küçümseyici bir ifade kullandı. Böylece hem Canbolat’ı hem de Hariri’yi aşağılamış oluyordu. Dolayısıyla bu tavırlardan sonra güç mücadelesi iyice açığa çıkmış ve iç savaş ihtimali fiiliyata dökülmüştü. Bu durumda, Rice, Hamas’ın Gazze’de Mahmut Abbas yönetimine karşı giriştiği fiilî duruma benzer Beyrut çekişmesinden de İran ve Suriye’yi sorumlu tuttu. Zalmay Halilzad da yine Sufeyr gibilerin tanımına katılarak Hizbullah’ın devlet içinde devlet olduğunu ileri sürdü. Saad Hariri de, Hasan Nasrallah’ın ‘devlet benim, ben de devletim’ havasında olduğunu ileri sürdü. Nasrallah ise hükümetin açıkladığı kararları geri almaması durumunda Beyrut’a uyguladıkları ablukayı kaldırmayacaklarını söyledi ve olan biteni darbeye benzetti. Hükümetin Amerikan ve İsrail ajandasını uyguladığını ileri sürdü. Gerçekten de Beyrut’ta bir darbe var ama soru şu: Darbeyi kim kime karşı yaptı?
Çok ilginç, İmad Muğniye’nin öldürülmesinin ardından Nasrallah, İsrail’e karşı açık bir savaştan sözetti. Ama İsrail’e karşı açık bir savaş gerçekleşmeden aynı açık savaş açıklamasını bu defa iç cepheye karşı kullandı. Hizbullah’ın Irak’taki yansıması da Mehdi Ordusu’ndan ibaret. Mehdi Ordusu Hizbullah’a göre nisbî olarak müstakil olsa da tavırlarının aynı olduğunu görüyoruz. Mukteda da Basra operasyonlarının ardından Amerikalılara karşı açık savaş tehdidinde bulunmuştu. Mehdi Ordusu ile Hizbullah’ın yöntem ve taktikleri birbirine benziyor. Her ikisi de tarihteki Arslan Besasiri kuvvetlerini andırıyor. Nasrallah ise hükümetin ve Canbolat’ın iç savaş için Amerikalılardan talimat aldığını ve bunun sonucunda düğmeye bastığını ileri sürüyor. Bu sefer de iç cepheye karşı ilâhî bir zafer bekliyor. Burada da Mukteda ile aralarında benzerlik var. Bunlar yaşanırken Ürdün’de yayınlanan Sebil gazetesinde bir haber yeraldı. Buna göre 6 Mayıs 2008 tarihinde İsrail İran’a karşı yapılacak saldırıya mukaddime ve Muğniye’nin öldürülmesine de bir ilâve olarak Hasan Nasrallah’a karşı bir suikast planı hazırlamış ama uygulamaya geçmeden deşifre olduğundan dolayı askıya alınmıştı. Aynı haberde, Muğniye’nin Şam’da öldürülmesine Canbolat’ın istihbaratla katkı sağladığı da ileri sürülüyor. Bununla birlikte, yakîn olan bir husus varsa o da Şam’ın Muğniye’nin katillerine Canbolat’tan daha yakın olduğudur. Şarku’l Avsat’a dayanarak Türkiye’de Suriye uzmanı olan bazı gazeteciler 2006 Temmuz’unda Türk istihbaratının Hasan Nasrallah’ın yerini İsrail’e bildirdiğini ileri sürmüşlerdi. Ahmet Davudoğlu bunu geçenlerde bir kez daha yalanladı. Dolayısıyla bu tarz haberler karşısında dikkatli olmak gerekiyor. Bilindiği gibi acılı bir evlât olan Velid Canbolat babasını Suriyelilerin Lübnan’a girmesinden sonra kaybetmişti. Kimi rivayetlere göre babasını Rıfat Esad öldürtmüştü. Nasrallah Sufeyr’e gelince: 1920 yılından beri benzeri görülmeyen Lübnan krizi için mekik ziyaretlerde bulunuyor. Katar’a gitti ve oradan ABD’ye gidecek ve belki de Bush’la görüşecek. El Cezire’de ‘Günün Konuşması’nda kendisini dinledim. Her şeyden önce karizmatik ve sorumlu bir kişilik sergilediğini teslim etmek gerekir. Hıristiyanların birliği ve bütünlüğü için çalıştığı gibi Lübnan’ın birliği ve bütünlüğü için de çalışıyor. Her zamanki gibi Lübnan uluslar arası ve bölgesel çekişmenin ve kutuplaşmanın ceremesini çekiyor, ateşiyle kavruluyor. 150 yıldan beridir de kaderi değişmedi.
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Kutlu Doğum Haftası Pdf
|
|
|
|
|