Maksadımız ‘vaaz-u nasihat’ etmek değil elbette. Sağolsunlar, ‘mescid’leri de sayarsak 100 bine yakın yerde ‘imam-hatipler’imiz her hafta cemaate ‘vaaz’lar veriyorlar.
Yaşanan bazı hadiseler, insanları ümitsizliğe sevk edebilir. Nitekim, cemiyette şahit olunan bazı bozulma emareleri bu cümleden sayılabilir. Hatırlanmasını dahi istemediğimiz bazı ‘çirkin mi çirkin’ fiillerin işlendiğine dair haberler, hadiseler, tartışmalar duyuyoruz. Ancak bütün bu çirkinliklerin bir ‘netice’ olduğunun da farkındayız.
Hatırlatıldığında rahatsızlık duyanlar olabilir, ama bütün çirkinliklerin tedavisi, çaresi ve hâl yolu; insanlara “doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu” anlatmak ve fiilen göstermekle mümkün olur. Çirkin hadiseleri görüp göz yummak elbette çare değil. Fakat bu çirkinlikler sebebiyle ümitsizliğe de kapılmamak lâzım. Malum, dünya globalleşti ve küçük bir ‘köy’e döndü. Bu bakımdan, dünyanın en ücra köşesinde yaşanan her hangi bir hadiseden, kapı komşumuzda yaşanan hadise gibi haberdar oluyoruz. Geçmiş yıllarda yaşanmasına imkân ve ihtimal vermediğimiz ‘çirkin mi çirkin’ hadiseler, artık ülkemizde, belki de mahallemizde de yaşanıyor. Önemli olan bu hadiseleri inkâr etmek değil, sebebini ve çaresini teşhis etmektir.
Özelde Türkiye’nin ve genelde İslâm dünyasının ‘mânevî bir buhran’ geçirdiği malum. Bu buhranın bir sebebi de, sahip olduğumuz değerlerin farkına varamamak ve görenek belâsıyla çirkinlikleri taklit etmek olsa gerek.
Vak’ayı yorumlayan bir değerlendirmede şöyle denilmiş: “(...) Çeşitli meşreblere mensup Müslüman seçkinler bir türlü bir araya gelip asgarî müştereklerde birlikte çalışamıyor. Her şey paraya, ranta endekslenmiş. Zavallılar, korkularından yüksek sesle ağlayamıyorlar bile. Şuur yok, azim yok, sabır yok, plan ve program yok...” (Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 3 Mayıs 2008)
Bediüzzaman, asrın başında bu hastalığı teşhis etmiş ve şöyle ikaz etmişti: “İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçâre valideleri olduğunu, [ba’de harabi’l-Basra] anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor. İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. ‘Fa’tebirû’ (İbret alınız!) (...) Fıtrî meyelan, mukavemet-sûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa mâruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar. (...) Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir. Birgün olur elbette doğar şems-i hakikat / Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem?” (Sünûhat, s. 71-73 )
Risâle-i Nur, ‘hastalığa teşhis’ koyduğu gibi, çareleri de sıralıyor ve müjdeyi veriyor: “Ümitvâr olunuz: Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır.”
O halde, ümitsizliğin içimizde yer almasına izin vermemeliyiz: Ümitsizlik, başka kapıya!
06.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|