Gerek Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşması ve gerekse Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un bir toplantıda dile getirdiği tesbitler, ‘iki ciddî uyarı’ olarak anlaşılmalı.
Belki ‘uyarı’ yerine, ‘uyandırıcı tesbitler’ demek daha doğru olur. Elbette bu tesbitler ilk defa dile getirilmiyor. Zaman zaman gerçek hukukçular bu ve benzeri tesbitleri yapıyorlar. Fakat bu güzel tesbitlerin henüz uygulama sahasına çıkamadığı da bir gerçek.
Önce, Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk’un tesbitlerini hatırlamakta fayda var. Selçuk, Adapazarı’nda düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşmada; demokrasiye kavuşmak için 12 Eylül hukukunun bütünüyle ortadan kaldırılması gerektiğini söyleyerek, Türkiye’nin çağa uygun ve demokrasi muhtevası zengin bir hukukla dünyanın önüne çıkmak zorunda olduğunu ifade etmiş. Selçuk, ayrıca yürürlükteki Siyasî Partiler Kanunu’nun, 12 Eylül hukukunun devamı olduğuna dikkat çekmiş ve söz konusu yasanın Türkiye’yi dış dünyada mahçup eden bir yasa olduğunu bildirmiş.
Selçuk şöyle sormuş: “Türk demokrasisi, demokrasinin bütün boyutlarını yaşayabiliyor mu? Bu soruya olumlu yanıt vermekte güçlük çekiyorum. 1999 ve 2006 yıllarında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde verilmiş olan 235 karardan 125’i Türkiye’ye ait, düşünceyi ihlâlden dolayı. Demokrasinin özgürlükçü boyutu ülkemizde zayıf.”
12 Eylül Anayasası ve onun ürünü olan ‘yasa’larla Türkiye’nin ‘iyi bir yer’e gitmesinin mümkün olmadığı herkes tarafından görülüyor. Görülüyor, ancak ne hikmetse çeyrek asrı aşan yanlış uygulamalar devam ediyor...
Anayasa Mahkemesi’nin 46. kuruluş yıldönümü dolayısıyla düzenlenen törende konuşan Başkan Haşim Kılıç da önemli tesbitlerde bulunmuş. Kılıç, toplumu kendi içinde ayrıştıran, onu devletine karşı soğutan yönetim anlayışının çağdaş dünyada yer bulamayacağını ifade ederek; ‘’Hukuk dışı yollardan güç alarak, rejimi ya da ülkeyi kurtarma girişimlerinin, ülkenin batışını hızlandırmaktan başka işe yaramayacağı bilinmelidir’’ şeklinde konuşmuş.
Haşim Kılıç’ın diğer tesbitleri de şöyle özetlenebilir:
* Bürokratik yapıyı özgürlükçü, demokratik işleyişe engel olmaktan çıkarıp (...), devletin bütün işlem ve eylemlerini tarafsız ve bağımsız yargı denetimine tabi kılan, yargı organları üzerinde demokratik bir denetim kuran, bir anayasa hazırlanmalı.
*Mahkeme kararları elbette tartışılabilir ve eleştirilebilir. Demokratik hukuk devletinde bunun aksi düşünülemez. Yargı kararlarının eleştirilmediği yerde yargının kendisini yenilemesi ve geliştirmesi mümkün değildir.
*Hukukun üstünlüğü yargıcın üstünlüğü anlamına gelmez. Anayasa ve yasaların bağlayıcılığı vatandaşlardan önce devlet organları ve yargı mercileri için geçerlidir.
*Adalet mülkün temelidir sözü bu anlamda sadece adliye saraylarına değil her yargıcın vicdanına kazınmalıdır.
Bu beyanlar da gösteriyor ki, Türkiye’nin ‘dertleri’ bellidir, biliniyor. İş, bu dertleri, problemleri çözebilmekte. Bu yolu da cesur siyasetçiler açabilir. Bu yapılmadığı sürece, ‘ciddî ikaz’ları duymaya ve dinlemeye devam ederiz.
Lütfen, ikazları dikkate alalım ve gereğini yapalım...
26.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|