Onsuz bir “an” yok ki, bir haftada nasıl anlayalım ve nasıl anlatalım onu? Elest meclisinde “belâ” cevabıyla mahlûkatı yokluktan kurtaran, hamd zikriyle yaratılan kâinatın her zerresine, zamanın bütün “an”larına sinen nurunu anlamaya “an” gibi geçen bir hafta yeter mi?
Cebrail’in (as) geçemediğinin ötesine geçerek Kab-ı Kavseyn’de “Evvel, Ahir, Zahir, Batın” isimlerine mazhar olmuş “Âlemlere Rahmet” Peygamber’i (asm) ifade edebilmeye hangi zaman, hangi mekân yeter? Allah’la arasındaki sırrı kim bilebilir ki anlatsın?
Ormanları bir haftada anlatabilirsiniz, trafiği bir haftada öğretebilirsiniz, anne-baba sevgisini bir günlük tüketimle savuşturabilirsiniz… Âlemlerin varlık sebebini, klişeleşmiş cümlelerle, gül dağıtarak, bir haftada paneller konferanslar düzenleyerek, birkaç kitap yayınlayarak nasıl geçiştirirsiniz? Günün 24 saatinde, haftanın 7 gününde, yılın 365 gününde her an, o salâvatla anılsa, yaşayışı hayatlara taşınsa yeri değil mi ve lâyık değil mi?
Bir zamanlar tenkit ettiğimiz şeyleri kendimiz mi yapıyoruz artık? Modernizme kurban mı olduk, popülizm kuşatmasında mahsur mu kaldık? Bizim değerlerimize, bizim kavramlarımıza ne oldu? Ne farkımız kaldı onlardan, her değere bir gün veya hafta vererek savuşturmak ve tüketmek; onların işi değil mi? Onları kopyalayacak kadar düşünce dinamiğimiz darlaştı, idrak açılımımız sığlaştı mı?
Açan her çiçekte, kayan her bulutta, yağan her yağmur damlasında, otların savrulmasında, ağaçların hışırtısında, rüzgârın sesinde, ayın aydınlığında, güneşin yedi renginde, toprağın bütün katmanlarında, suyun sükûnunda, şefkatin bütün reşhalarında, sevginin bütün ışıklarında, zamanın ve mekânın evvelinde âhirinde zahirinde bâtınında, kâinatın kalbinde, kalplerin kandilinde onun “Rahmet”ten yansıyan nurunu bulmak ve o nurla aklı, kalbi, sırrı, ruhu doldurmak; hayatın bütün karelerine o nuru taşımak; kutlu doğum bu değil mi?
Devrilmez, evrilmez, değişmez bir değer ve hakikat okyanusunu bir kaba sığıştırmaya çalışmak; sığ bir bakış, dar bir düşünüş… Yeryüzünde yaşıyor olduğumuz sıkıntılar, onun nurundan uzaklaşmamızdan değil mi? Sahabe soluğu ile onu arasak ve bulsak nurunu, halimiz ve hayatımızla neşretsek sünnetini; arafta olan milletler kıt'alarla İslâmiyet’e dâhil olmaz mı? Bunun için kaç hafta, kaç ay, kaç yıl veya kaç an, kaç lâhza lâzım?
Bize lüzum olan onun sünnetini, Kur’ânî yaşayışını yaşayarak örnek olmak… Her günde ondan uzak olmanın hüznüyle salâvatlar getirmek, ona uzanmak, ona tutunmak, ona yaklaşmak; şefkatinin celbine çalışmak, şefaatinin dilencisi olmak… Her sıkıntıda ondan ayrı olmanın en büyük sıkıntı ve keder olduğunu hissedebilmek, onun sünnetini diriltmeyi en büyük sevinç ve hayat gayesi bilmek… Bir gölgelik bilmek dünya hayatını, ona göre hazırlanmak hüzünsüz kavuşmaya; bana ne getirdin dediğinde ne cevap vereceğim derdiyle yaşamak bir “an”lık ömrü…
Bir haftalık anma ve kutlama; sıkıcı ve dar… Zaman denizinde yelken açıp Ceziretü’l-Arab’a gitmek, nuruyla serinlemek, hakikatiyle dolmak, şefkatiyle coşmak… Ne çare ki modernizme mahpusuz, zamanın kölesi, mekânın esiriyiz… Uçakla mı gidilir o diyarlara, bir haftalık turlar mı düzenlenir onu anlamak ve ona yaklaşmak için?
Bu halden hürriyete kavuşmak için yine onun “Rahmet”ten yansıyan şefkatini şefaatçi kılıyor ve istiyoruz; dünya çölünde, zaman gurbetinde, ahiret yurdunda—berzahta, sıratta—yol göstericimiz ve şefîimiz sen ol Ya Resûlallah (asm)! Çünkü sen Âlemlere Rahmetsin, çünkü sen Habibullahsın (asm).
22.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|