Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Çağdaş bir toplumsal uzlaşma modeli

2002 genel seçimlerinden sonra AKP iktidarında başlayan ve 2007 seçimlerinden sonra artarak şiddetlenen siyasî gerginlik, artık toplumun bütün kesimlerine de yayılmıştır. Bu gelişmeler sonucunda toplumun kanaat önderleri olarak çeşitli sivil toplum kuruluşları tarafından uzlaşma çağrıları yapılmıştır. Son günlerde uzlaşma ile ilgili çok sayıda teklif medyada yer almaktadır. Bu gelişmeler sorunun çözümü için sevindirici olmakla beraber, henüz tarafları tatmin edecek bir boyuta ulaşmamıştır. Yapılan uzlaşma çağrılarında bu ülkede yaşayan her vatandaşın sorumluluğu paylaşarak çözüm için sağduyu ile çaba göstermesi gerektiği ifade edilmiştir. Bir bilim adamı olarak toplumumuzda yaşanan bu çok tehlikeli “yüksek gerilim” başta olmak üzere bütün toplumsal problemlerin çözümü için düşüncelerimi kamuoyu ile paylaşmak zorunluluğunu hissettim. Türk toplumu olarak yaptığımız kamuoyuna açık tartışmalardaki gözlemlerim sonucunda tesbit ettiğim en önemli sorun, tartışmalarda maalesef doğru metot kullanılmamasıdır. Bu sebeple önce metotta uzlaşmak zorunludur.

***

İnsanlığın doğruyu yanlıştan ayırmak için tarih boyunca geliştirdiği en doğru yol “Bilimsel Metot”tur. Bilimsel metot sadece bilimsel problemlerin çözümünde değil, kişisel ve toplumsal bütün problemlerin çözümü için de en doğru metottur. Bilimsel Metodun basamakları şu şekilde sıralanır:

a. Önyargısız, objektif gözlemlerle problemin tesbiti,

b. Problemin çözümü için, alternatifli hipotezler geliştirilmesi,

c. Kuşkucu bir yaklaşımla kontrollü gözlem ve deneyler yaparak hipotezleri denemek suretiyle veriler elde edilmesi,

d. Verilerin analizi yapılarak problemin çözümüne ilişkin sonuçların elde edilmesi,

e. Varılan sonuçların yayınlanarak kamuoyuna sunulması.

***

Bilimsel çalışmalarda, uzmanlık alanlarına saygı duymak ve başka bir uzmanlık alanında görüş bildirmemek bilim etiği ve çağdaşlık açısından zorunlu bir davranıştır. Günümüzde gelişmiş ülkelerde, bilimsel araştırmalarda çok disiplinli çalışmalar revaçtadır. Çünkü bilim ve teknolojideki baş döndürücü gelişmeler sonucu, Ana Bilim Dalları çok sayıda alt Bilim Dallarına ayrılmış, hatta bu Bilim Dalları da kendi içinde alt dallara ayrılmıştır. Bir bilim adamının birçok alt bilim dalında uzmanlaşmasının mümkün olmaması sebebiyle, bilimsel araştırmalarda, konu ile ilgili çeşitli bilim dallarında uzman olan bilim adamlarının işbirliği yapması ve herkesin, problemin kendisini ilgilendiren kısmına çözüm üretmesi sonucu problemler daha kolay ve daha çabuk çözülebilmektedir.

Toplumsal problemler, toplumdaki herkesi ilgilendirdiği için daha karmaşık olup, problemin çözümü için de başta toplum bilimciler olmak üzere siyaset bilimciler, hukukçular ve ilahiyatçıların işbirliği yapmaları mutlak zorunluluktur.

***

Problemlerimizin çözümünde anahtar kelime kamuoyunda da kabul gördüğü üzere “uzlaşma”dır. Öncelikle uzlaşmanın ne olduğunu, insanlığın deneyimlerinin sonucunda kesinleşmiş doğruları içeren herhangi bir ansiklopediden öğrenmek mümkündür. Uzlaşma, hukukta, taraf olanların, dâvâyı sona erdirmek amacıyla aralarındaki sorunları anlaşma yoluyla çözmeleridir (AnaBritannica, Cilt 21, sayfa 457; Ana Yayıncılık Sanat Ürünlerini Pazarlama Sanayi ve Ticaret A.Ş.,).

Bu tanıma göre ilk olarak ülkemizde yaşanan siyasî gerilimin taraflarını belirlemek zorunludur. Uzlaşmadan söz ediyorsak taraflar belli olmadan uzlaşma mümkün olamayacağı açıktır.

Yakın tarihimize genel bir bakışla anlaşılacağı üzere siyasî gerilim Tanzimat’tan sonra yapılan Reformlarla başlamış, çok partili hayata geçtikten sonra ortaya çıkmış ve günümüze kadar artarak devam etmiştir. Bu gerilimin tarafları, (1) Kendilerini laikliği çağdaş bir hayat tarzı olarak benimsemiş olan kesimin temsilcisi olarak gören başta CHP olmak üzere Sol partiler, Yüksek Yargı, Üniversite Yönetimleri, TSK ve Bazı Medya kuruluşları, (2) Çok partili siyasî sisteme geçişten sonra laikliği din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak algılayan ve muhafazakâr bir hayat tarzını benimsemiş olan kesimin temsilcisi olarak başa geçen sağ iktidarlardır (DP, AP, DYP-ANAP ve AKP gibi). Bu kısa tesbitin sonucu olarak ülke-mizde yaşanan son siyasî gerilimin aslında Tanzimat’tan beri var olduğu tek partili Cumhuriyet döneminde varlığını sürdürdüğü, çok partili siyasî sisteme geçtikten sonra yapılan darbeler ve verilen muhtıralarla artarak devam ettiği ve günümüze kadar hâlâ çözülemediği görülmektedir.

***

Problemlerin Bilimsel Metotla çözülmesi, laik bir hayat tarzını benimseyen kesim tarafından kuşkusuz bir şekilde kabul edilmekle beraber, maalesef yaşadığımız gerilimlerin çözülmesinde bu kesimde problemlere Bilimsel Metotla yaklaşanlar azınlıkta olup, kamuoyunda ön plana çıkan temsilciler “ön yargılarını” bilimsel gerçekmiş gibi dayatmaktadır. Halbuki, bu iddiaların büyük bir çoğunluğu vehimden ibarettir. Öte yandan bu temsilciler insafsızcasına, problemlerin kaynağı olarak, muhafazakâr kesimin temsilcisi olan partilerin yaşanan toplumsal problemleri aslında “Dinin dogmatik kurallarına dayanarak” çözmek istediklerini, fakat takiyye yaparak bunu gizlemekle suçlamaktadırlar.

Ancak laikliği hayat tarzı olarak seçen kesimin de kabul ettiği üzere aslında “dinimiz İslâm, akıl ve mantık dini”dir. Gerçekte dinimizde diğer dinlerin aksine bilim ve teknoloji reddedilmemiş, teşvik edilmiştir. İslâm toplumunda gerek dinimizin iyi anlaşılmaması, gerekse çıkar gerekçeleri ile bilimsel gelişmelere yapılan “karşı duruş”ları diğer dinlere kıyasla dinimizin bir gereği gibi algılanmış ve “dinin Allah ile kul arasında kalması” gerektiği sonucuna varılmıştır. Halbuki, aklı yerinde olmayan kişiler dinimizce “mükellef”, yani sorumlu bile sayılmamaktadır. Aklı yerinde olan kişiler özgür iradeleriyle İslâm dinini seçtikleri takdirde Müslüman sayılmaktadırlar. Dinde zorlama yoktur prensibi, İslâm dininin en temel prensiplerinden biridir ve Asr-ı Saadette (Hz. Peygamberin zamanında) hiç kimse dine girmesi için zorlanmamıştır. Ayrıca Kur’ân'ı Kerim dikkatle incelendiğinde İslâm dininin insanlara, doğruya ulaşmada aslında bilimsel metodu kullanmalarını tavsiye etmekte olduğu açıkça görülecektir. Çünkü, bilimin temelinde ön yargısız olarak objektif gözlemler yer almaktadır. Kur’ân'ı Kerim’de bir âyette “Onlar ki, atalarının inandıklarına inanırlar. Ya ataları yanlış yolda iseler?” denilerek, Müslümanların da inandıkları iman esaslarına delilleriyle inanmaları istenmektedir. Ayrıca, yüzlerce âyette, Kâinattaki eşyada ve olaylarda dinin temeli olan iman esaslarının delillerinin olduğu bildirilerek, eşyayı ve olayları gözlemleyip düşündükten sonra iman esaslarının delillerini görerek inanmaları tavsiye edilmektedir. Ayrıca, Peygamber Efendimiz başta olmak üzere bütün Peygamberler hayatlarının bir bölümünde Kâinatı gözlemleyerek Allah’ın varlığını ve birliğini kavramaya yoğunlaşmakla beraber daha sonraları da bunu sürekli uygulamışlar ve sözlerini ispatlamak için mucizeler göstermişlerdir.. Öte yandan Peygamber Efendimiz birçok hadislerinde, Müslümanları ilim öğrenmeye teşvik ederek, ilmin (modern tabirle bilimin) Müslümanın yitik malı olduğunu ve nerede bulursa alması gerektiği tavsiye edilmiştir. İslâm tarihi boyunca bu tavsiyelere uyarak İbn-i Sina, Cabir bin Hayyan, Farabi gibi binlerce Müslüman bilim adamı, bilimde çok önemli buluşlara imza atarak Avrupalı bilim adamlarına öncülük etmişlerdir. Günümüzde de başta ABD olmak üzere bütün gelişmiş ülkelerdeki üniversitelerde ve ülkemizdeki üniversitelerde bilimle uğraşan binlerce Müslüman bilim adamı başarılı bilimsel çalışmalar yürütmektedirler. Bu sebeple muhafazakâr kesimin de yaşadığımız toplumsal problemlerin çözümünde Bilimsel Metodun kullanılmasına kesinlikle karşı çıkmayacağına inanıyorum.

***

Sonuç olarak, bütün toplumsal problemlerin de çözümü vardır. Yeter ki, taraflar problemlerin çözümü yönünde iradelerini ortaya koysunlar. Son yapılan uzlaşma çağrıları bu iradeyi ortaya çıkarmıştır. İkinci olarak, metot üzerinde anlaşmak zorunludur. Yukarıdaki tartışmada her iki tarafta da en doğru yol olan Bilimsel Metot üzerinde uzlaşma potansiyelinin mevcut olduğu görülmektedir. Eğer uygun zeminlerde her iki tarafın temsilcilerinin katılımıyla, karşılıklı saygı çerçevesinde, bilimsel araştırmaların ışığında yapılacak ön yargısız diyaloglar problemlerin çözümünü de beraberinde getirecektir. dr_yakupaslan@hotmail Harran Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Kimya Bölümü, Osmanbey Kampüsü, 63510, Şanlıurfa Tel : +90 (414) 552 30 67 Cep : +90 (533) 378 90 86 Faks : +90 (414) 552 30 67

YRD. DOÇ. DR. YAKUP ASLAN

22.04.2008


Ben William Willett değilim, ama…

Artık zamanla ilgili tasavvurlarımızı kâinattan alınma gerçek kavramlar beslemiyor. Güneşin doğuşu ve batışı gibi muhteşem manzaralar, ya bitmeyen “işlerimiz” ya da apartman blokları arasında kaybolup gidiyor. Nicedir imgelerimizden şafak, kuşluk, ikindi, alacakaranlık gibi kavramlar silindi.

Bundandır ki, saatin beşinde, güneşin batışına saatler varken ‘iyi akşamlar’ diyenlere rastladığımız gibi, güneşin doğuşuna bir saat varken ‘günaydın’ diyenlerimiz çıkıyor. Güneş batalı altı saat olmuş, söz gelişi bir akşamcımız ‘iyi geceler’ yerinde ‘iyi akşamlar’ diyebiliyor.

Oysa Kur’ân-ı Hakîm’de kendine yemin edilen zaman, bizden daha itinalı bir bakış bekliyor. Zira zamanı kaçıran her şeyi kaçırmıştır.

***

Her yarattığında sonsuz hikmetler bulunan Rabbimizin, karanlık olmasını dilediği geceleri gündüze çevirmeye—yerin kaynaklarını har vurup harman savurarak—çabaladığımızdan, bir Rabb-i Rahîm emaneti olan enerjiyi tasarruflu kullanamıyoruz. Tasarruf edelim diye de, geriye; birer gerçekliğe dayanmayan itibarî, farazî hususlara bina edilmiş saatlerle oynamak kalıyor.

Şimdi soralım, saatleri ileri geri almanın dişe dokunur bir faydası var mı, toplumun hangi ke-simine ne sağlar, mesaiyi tamamen yaz saatine göre düzenlemek derde derman olacak mıdır veya saatlerle oynamaksızın daha verimli bir mesai düzenlemesi mümkün müdür?

Şahsen, saatleri yaza kışa göre ayarlamanın kayda değer bir tasarrufu, iş verimini sağladığına inanamıyorum. Bu hususa önce toplumun değişik kesimleri açısından bakalım:

Bir kere hayatlarını ürünün ekim zamanına, hasadına ve bakımına odaklayanlar, ya da yaşayışlarını koyunun, kuzunun melemesine, kuşların cıvıltılarına göre ayarlayanlar için saatle oynamanın pek bir faydası yoktur.

Sekiz saat yerine günde üç vardiya ile çalışan iş-yerleri de saatle oynamaktan etkilenmezler. Güneş ışığı da olsa karanlık da olsa yirmi dört saat işçi çalıştıranlar için saat ayarlaması ile ne değişecektir?

Eğlence ve konaklama yerlerini içine alan hizmet sektörüne gelince; birer saat erken katılmalarını sağlayacak düzenlemeler yapmak çok mu zordur?

***

Mevcut uygulamayı daha detaylı ele alacak olursak: Normal saat uygulaması (Türkiye’de 30 derece doğu meridyenini esas alır) bir yerde ekinoks günlerinde güneşin saat 6.00’da doğması ve 18.00’de batmasına ayarlı bir uygulamadır. Bu da ancak millî saate esas olan meridyen ve çevresi için fıtrî bir durumdur. Bu meridyenden uzaklaşıldıkça, millî denilen saat uygulaması fıtrîliğini kaybeder.

Yaz ve kış saatlerine gelince: Uzun yıllardır yerleşik uygulama, Mart sonunda saati bir saat ileri almak, Ekim sonunda bir saat geri almak şeklindekidir. İtalyancadaki karşılığı ile yazın kullanılan ora legale (hukukî saat) kışın kullanılan ora solare’dir (güneş saati).

Aslında, mesaimizi güneşe göre ayar etmiyorsak, her ikisi de fıtrî değildir; gerçeklikten uzaktır, varsayımsaldır. Varsayımsal diyorum, zira kış mevsiminde 30 derece doğu meridyeninin saatini kullanan Türkiye yazın 45 derece doğu meridyeninin saatini kullanıyor. İster yazın olsun isterse kışın, bu meridyenlerden uzaklaşıldıkça saat ayarlamaları fıtrî, gerçek olmaktan çıkıyor. Fayda getirmekten, tasarruf sağlamaktan da u-zaklaşıyor.

Söz gelişi 30 derecenin saati kullanıldığında, güneşin kışın 3.30 suları battığı doğu illerinde bir buçuk saat güneşten mahrum, yapay ışıklar kullanarak mesai yapmış oluyoruz. Buna karşılık aynı insanlar, kışın güneş doğmuşken, ortalık aydınlıkken işe başlamamış oluyor.

Buna karşılık 45 derece boylamının saati, bu yıldan itibaren düşünüldüğü gibi, yaz kış bütün ülkeye yayılırsa zaten yanlışlarla dolu, yaza kışa göre saat ayarlama uygulamasının hataları derinleşecektir.

Neden mi?

Zira Türkiye nüfusunun çoğu Ankara ve onun batısındaki meridyenler içinde yaşıyor. İstanbul, İzmir, Bursa, Eskişehir, İzmit, Antalya, Zonguldak, Denizli ve Konya gibi şehirler bu kuşak içinde yer alıyor. Yaz saatinin Aralık ayında uygulanacağı düşünülürse, meselâ İstanbul’da güneş 8.30'da doğacak demektir. Yola çıkma hazırlığı 5.00 – 5.30 sularında başlayacağına göre insanları 3 saat yapay ışıklar içinde cebelleştirmenin neresi tasarruftur? Yaz saati kışın uygulandığında, trafiğin yoğun olmadığı doğu illerinde, insanları güneşe göre eve bir saat erken göndermenin getirdiği tasarruf, batıda sabahın karanlığında insanları mesaiye koşturmanın getirdiği maliyete kıyasla önemsizdir.

Çözüme gelince;

Şunu bilelim ki, Anadolu, gündüz uzunluğunun sekiz saatlik mesaiye yetmediği, kuzeyin güneşsiz ülkelerinden değildir. O sebeple bu tür yapay uygulamalara ihtiyaç duyan bir coğrafya değildir. Kışın en kuzeydeki Sinop’ta bile gündüz uzunluğu dokuz saati geçmektedir.

Buna göre, sekiz saatlik mesai, her ilin vali-liğinin kararına göre, her ay ya da iki ayda bir değiştirilmelidir. Yaz aylarında sekiz saatlik mesai süresi öne çekilmelidir. Söz gelişi, Haziran ayında güneşin yaklaşık 4.30’ (yaz saatinde 5.30’)da doğduğu İstanbul’da mesai 5.15’de veya en geç 5.30’da başlayabilmelidir.

İllere göre mesai saatleri bütün resmî ve özel kurumlara asılır ve haberleşme ve yazışmalar ona göre yapılabilir.

Bu düzenlemenin başka önemli bir sonucu da, yazın sıcak günlerinde, mesainin 13.00–14.00 gibi bitmesini sağlayacak olmasıdır. Bu sayede insanların öğle sonu sıcağında çalışmasındaki verim düşüklüğü önlenebilecektir. Eğer, varsa, küresel ısınma, zararları en aza indirilmiş olacaktır.

Kış aylarında ise, öğle saatlerini ortaya alıcı, güneşin doğuşundan en geç kırk beş dakika sonra işe başlamayı sağlayabilecek bir mesai saati uygulaması yürürlüğe konulmalıdır. Söz gelişi, Aralık ayında güneşin yaklaşık 7.15’de doğduğu İstanbul’da mesai 8.00’de başlatılabilir.

Aradaki aylarda da 15’er dakikalık ileriye veya geriye almalar uygulanarak çalışma saatleri düzenlenebilir.

Bu uygulamayı karışık bulanlar olacaktır. Hayır, karışıklık olmaz; bilâkis, bu sayede daha dinamik bir zaman anlayışı gelişir. Zaten, oy verme günlerinde buna benzer bir uygulama yapılmaktadır.

Saatle oynamamanın, bunun yerine fıtratı gözeterek mesai düzenlemenin şöyle bir faydası da olacaktır:

Bilindiği gibi saatler ileri alındığında batı illerindeki vatandaşlar, geri alındığında ise doğu bölgelerindeki insanlarımız mesai saati içinde kalan Cuma namazı için, bazen insafsız da olabilen amirlerinden izin istemek zorunda kalmaktadırlar. Öğle namazı saatini ortaya alıcı bir mesai anlayışı, böyle sürtüşmeleri de önleyeceğinden iç barışın tesisine de yardımcı olacaktır.

Nihayet, iyi bir at sürücüsü olan İngiliz William Willett’in (1) sabahın erken saatlerinde ata bi-nerken aklına geliveren yaz saati fikrinden çok daha elverişli ve verimli metotları içine alan bir kültür birikimimiz var. Şüphesi olanlar, Matematik Coğrafya ile ilişkili olarak, adına Ortaçağlar denilen dönemde yapılan çalışmalara bakabilirler.

Umarım, başta Sayın Bakan Hilmi Güler olmak üzere yetkililer bu yazdıklarımıza gülüp geçmez. Geçmez de mesailerin düzenlenmesinde fıtrata; yaratılışın gereğine uygun bir yol bulunur.

(1) Yaz saatinin, İngiliz deyişi ile Gün Işığından Tasarruf Saatinin babası. Bu hususta 1907 Yılında Waste of Daylight adlı bir broşür yayınlamış, fikirlerine önce Almanlar sahip çıkmış ve yaz saati uygulamasını İngilizlerden önce başlatmışlardır.

MEHMET BOYACIOĞLU

22.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri