Ona (asm) koşmak, onu dinlemek lâzım
On Birinci Reşha: Böyle acîb ve muammââlûd şu kâinatın perde-i zâhiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acâib bizi bekliyor. Böyle acâibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu’ciznümâ bir zât lâzımdır.
Hem, bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o, görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor. Hem, “Bizi ni’metleriyle perverde eden şu semâvât ve arzın İlâhı, bizden ne istiyor, marziyâtı nedir?” pek sağlam olarak bize ders veriyor.
Hem bunlar gibi daha pek çok merakâver, lüzumlu hakàikı ders veren bu zâta karşı her şeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divâne olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?
On İkinci Reşha: İşte şu zât, şu mevcudât Hàlıkının vahdâniyetinin hakkàniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kàtıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zât, hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesîle-i vüsûlüdür. Öyle de; duâsıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesîle-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münâsebetiyle tekrar ederiz.
İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda duâ ediyor ki, güyâ şu cezîre, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güyâ benîâdem’in zaman-ı Âdem’den asrımıza, Kıyâmete kadar bütün nurânî kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duâsına âmin diyorlar.
Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudât, niyazına, “Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar.
Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştâkàne, öyle tazarrûkârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duâsına iştirak ettiriyor.
Bak, hem öyle bir maksad, öyle bir gàye için duâ ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekàya, ulvî vazifeye çıkarıyor.
Bak, hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdâdkârâne ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güyâ bütün mevcudâta ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duâsına “Âmin, Allahümme âmin” dedirtiyor.
Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîr’den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm’den hâcetini istiyor ki, bilmüşâhede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü, istediğini—velev lisân-ı hal ile olsun—verir ve öyle bir sûret-i Hakîmâne, Basîrâne, Rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbîr, öyle bir Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîm’e hastır.
Sözler, 19. Söz, s. 217 (yeni baskı, s. 377-79)
hâcet-i âmme: Umumî ihtiyaç.
muammââlûd: Anlaşılmaz ve bilinmez iş.
perverde: terbiye etme, besleme.
bürhan-ı nâtık: Konuşan delil.
bürhan-ı kàtı: Keskin delil.
delil-i sâtı: Parlak delil.
sebeb-i husûlü: Ortaya çıkmasına sebep.
vesîle-i vüsûlü: Kavuşmaya vesile.
salât-ı kübrâ: En büyük namaz.
cezîre: Yarımada.
fîzâr-ı istimdâdkârâne: Yardım isteyerek inleyip, ağlamak.
perde-i zâhiriye: Zahirî ve görünüşteki perde.
mu’ciznümâ: Mu'cizeli, mu'cize gösteren.
marziyât: Razı olunacak şeyler, arzular.
Hàlık: Yaratıcı, her şeyi yoktan yaratan Allah.
vahdâniyet: Allah'ın tek ve benzersiz olması.
|
Yaşama ihtimali ve kadere rıza
Öğrenciyken istatistik dersini bir türlü sevememiştim. En çok zorlandığım dersler arasındaydı. “İki adet madenî paranın peş peşe atılışlarından birincisinin ve ya ikincisinin tura gelme ihtimâli nedir?” gibi soruların günlük hayatta ne işime yarayacağını düşündüğüm bir zamanda, Üstadın mühim bir zatı günlük hayattan verdiği bir ihtimal hesabı ile iknâ metodu istatistiğe bakış açımı değiştirmişti. Hatta sevdirmişti.
Bu zat, kayığa binmekten korkuyordu. Üstad Bediüzzaman ise, soru-cevap ve istatistiksel bir yöntemle o zâtın korkusunu izale ediyor ve kayığa binmeye razı ediyordu.
“Korkuyorum belki batacağız” diyen bu zata Üstad “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?” diye soruyor. O da “Belki bin var” cevabını veriyor. Yine soruyor “Senede kaç kayık gark olur?” “Bir iki tane. Bazı sene de hiç batmaz” cevabını veriyor. Üstad bu defa “Sene kaç gündür?” diye soruyor. O muhterem de “Üç yüz altmış gündür” diyor. “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz” diyor Üstad.
Sonra yine soruyor: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?” “Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır” diyor. Üstadın verdiği ihtimal hesabı ise hepimiz için geçerli bir örnektir: “Ecel gizli olduğundan, her bir günde ölmek ihtimali var. Öyleyse, üç bin altı yüz günde, her gün vefatın muhtemel. İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla, vasiyet et” dedim.
“Her bir günde ölmek ihtimali” var sözünü duyduğumda, yaşamanın yazı olduğunu, ölümün de tura olduğunu düşünüp irkilmiştim. Her gün yazı gelmiş ve ben hayattaydım, ama ya bir gün tura gelirse? Başka bir ihtimal daha yoktu, ya hayattayız ya da kabirde. Anladım ki, Cenâb-ı Allah bizi ihtimallerin eline bırakmıyor, sürekli bir koruma altındayız.
Oysa günlük hayatımızda ne kadar çok yersiz korkularla ve vehimlerle kendimizi meşgul ediyoruz. Acaba hangi atılımları ve hizmetleri yaparken, endişeler elimizi tutuyor ve bize engel oluyor? Dünyamıza bir zarar gelme ihtimâli yüzünden, ahirete ait işlerimizi ihmâl etmek, sineğin ısırmasından kaçıp, ejderhanın ağzına düşmek değil midir?
Bir Müslüman, imanının gösterdiği yoldan yürürken, “Başıma şöyle bir iş gelir, ben bundan zarar görürüm” diye düşünmez. Her adımında Allah’ın rızasını düşünmekle, kulluk görevini îfâ etme gayreti ile aklını ve kalbini meşgul eder. Yoksa, nefis ve şeytanın önüne çıkardığı evham ve vesvese ile meşgul olursa, hem korktuğu şeye uğrama ihtimâli artar, hem de Allah’ın rızasından uzaklaşmış olur.
Hem anlaşılır ki, binlerce olumsuz ihtimaller arasında kâinattaki kusursuz sistem devam ediyorsa, biz her gün yaşıyorsak, hayattaysak bir İlm-i Ezelî ile her şey önceden tayin edilmiştir. Ve O'nun idaresi ve terbiyesi altındadır. Öyleyse, kadere rıza gösterip, yolumuza devam etmeliyiz. Zaten kadere rıza göstermeyen başını örse vurur, kırar.
|