|
|
Hüseyin EREN |
Zamanın bütün “an”larına sinen nurunu anlamaya “an” yetmez! |
|
Onsuz bir “an” yok ki, bir haftada nasıl anlayalım ve nasıl anlatalım onu? Elest meclisinde “belâ” cevabıyla mahlûkatı yokluktan kurtaran, hamd zikriyle yaratılan kâinatın her zerresine, zamanın bütün “an”larına sinen nurunu anlamaya “an” gibi geçen bir hafta yeter mi?
Cebrail’in (as) geçemediğinin ötesine geçerek Kab-ı Kavseyn’de “Evvel, Ahir, Zahir, Batın” isimlerine mazhar olmuş “Âlemlere Rahmet” Peygamber’i (asm) ifade edebilmeye hangi zaman, hangi mekân yeter? Allah’la arasındaki sırrı kim bilebilir ki anlatsın?
Ormanları bir haftada anlatabilirsiniz, trafiği bir haftada öğretebilirsiniz, anne-baba sevgisini bir günlük tüketimle savuşturabilirsiniz… Âlemlerin varlık sebebini, klişeleşmiş cümlelerle, gül dağıtarak, bir haftada paneller konferanslar düzenleyerek, birkaç kitap yayınlayarak nasıl geçiştirirsiniz? Günün 24 saatinde, haftanın 7 gününde, yılın 365 gününde her an, o salâvatla anılsa, yaşayışı hayatlara taşınsa yeri değil mi ve lâyık değil mi?
Bir zamanlar tenkit ettiğimiz şeyleri kendimiz mi yapıyoruz artık? Modernizme kurban mı olduk, popülizm kuşatmasında mahsur mu kaldık? Bizim değerlerimize, bizim kavramlarımıza ne oldu? Ne farkımız kaldı onlardan, her değere bir gün veya hafta vererek savuşturmak ve tüketmek; onların işi değil mi? Onları kopyalayacak kadar düşünce dinamiğimiz darlaştı, idrak açılımımız sığlaştı mı?
Açan her çiçekte, kayan her bulutta, yağan her yağmur damlasında, otların savrulmasında, ağaçların hışırtısında, rüzgârın sesinde, ayın aydınlığında, güneşin yedi renginde, toprağın bütün katmanlarında, suyun sükûnunda, şefkatin bütün reşhalarında, sevginin bütün ışıklarında, zamanın ve mekânın evvelinde âhirinde zahirinde bâtınında, kâinatın kalbinde, kalplerin kandilinde onun “Rahmet”ten yansıyan nurunu bulmak ve o nurla aklı, kalbi, sırrı, ruhu doldurmak; hayatın bütün karelerine o nuru taşımak; kutlu doğum bu değil mi?
Devrilmez, evrilmez, değişmez bir değer ve hakikat okyanusunu bir kaba sığıştırmaya çalışmak; sığ bir bakış, dar bir düşünüş… Yeryüzünde yaşıyor olduğumuz sıkıntılar, onun nurundan uzaklaşmamızdan değil mi? Sahabe soluğu ile onu arasak ve bulsak nurunu, halimiz ve hayatımızla neşretsek sünnetini; arafta olan milletler kıt'alarla İslâmiyet’e dâhil olmaz mı? Bunun için kaç hafta, kaç ay, kaç yıl veya kaç an, kaç lâhza lâzım?
Bize lüzum olan onun sünnetini, Kur’ânî yaşayışını yaşayarak örnek olmak… Her günde ondan uzak olmanın hüznüyle salâvatlar getirmek, ona uzanmak, ona tutunmak, ona yaklaşmak; şefkatinin celbine çalışmak, şefaatinin dilencisi olmak… Her sıkıntıda ondan ayrı olmanın en büyük sıkıntı ve keder olduğunu hissedebilmek, onun sünnetini diriltmeyi en büyük sevinç ve hayat gayesi bilmek… Bir gölgelik bilmek dünya hayatını, ona göre hazırlanmak hüzünsüz kavuşmaya; bana ne getirdin dediğinde ne cevap vereceğim derdiyle yaşamak bir “an”lık ömrü…
Bir haftalık anma ve kutlama; sıkıcı ve dar… Zaman denizinde yelken açıp Ceziretü’l-Arab’a gitmek, nuruyla serinlemek, hakikatiyle dolmak, şefkatiyle coşmak… Ne çare ki modernizme mahpusuz, zamanın kölesi, mekânın esiriyiz… Uçakla mı gidilir o diyarlara, bir haftalık turlar mı düzenlenir onu anlamak ve ona yaklaşmak için?
Bu halden hürriyete kavuşmak için yine onun “Rahmet”ten yansıyan şefkatini şefaatçi kılıyor ve istiyoruz; dünya çölünde, zaman gurbetinde, ahiret yurdunda—berzahta, sıratta—yol göstericimiz ve şefîimiz sen ol Ya Resûlallah (asm)! Çünkü sen Âlemlere Rahmetsin, çünkü sen Habibullahsın (asm).
22.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yine ABD-AB farkı |
|
Bush’un başyardımcısı sıfatıyla gerçekte Amerika'yı yöneten gölge başkan olarak nitelenen, ayrıca neocon çetesinin başı olarak bilinen ve Irak savaşının da “işini bilir” mimarı olarak şöhret bulan Dick Cheney’nin Türkiye ziyareti geride kalalı epeyce zaman geçti.
Ziyaretteki görüşmelerde neler konuşulduğu bilinmiyor. Gündemde “Türkiye’nin Afganistan’a muharip asker göndermesi” gibi, konuşulmadığı belirtilen maddeler olduğu da biliniyor.
Ama “dünyanın en tehlikeli politikacısı” olarak şöhret bulan ve “tekin değil” gözüyle bakılan Cheney’nin ülkemize şöyle bir uğramış olması bile dikkatli gözlemcileri tedirgin etmeye yetti.
Öyle ki, ikili görüşmelerinden sonra Başbakanın “Afganistan’a asker konusu gündeme gelmedi” açıklamasını dahi “Eğer Cheney asker istemediyse, demek ki AKP’yi gözden çıkardılar” şeklinde değerlendirenler olduğunu gördük.
Bu yorumu yapanlar, Cheney’nin bundan önceki Türkiye ziyaretinde Başbakanlık koltuğunda Ecevit’in oturduğunu, ama geziden kısa bir süre sonra iktidardan düştüğünü hatırlatıyorlar.
Bu yorumlar aşırı kuşkucu ve komplocu bir yaklaşımın ürünü olarak görülebilir. Normalde öyle görülmesi de icab eder. Ama normal kuralların geçerli olmadığı alanlarda, doğruluk payları olabileceği konusunda bir ihtiyat payı bırakmanın da herhalde sakıncası olmasa gerek.
Nitekim Cheney gelip gittikten bir ay sonra Türkiye’de nasıl bir atmosferin hakim olduğuna baktığımızda, hiç de iç açıcı olmayan, tam tersine giderek bulanan bir havayla karşılaşıyoruz.
Cheney geldiğinde, AKP hakkındaki kapatma dâvâsı açılalı bir hafta olmuştu. Ama gölge Amerikan Başkanının bu konuda tek bir kelime dahi sarf etmediğini biliyoruz. Buna karşılık, Erdoğan’ın Başsavcıyı ona şikâyet ettiğine dair iddianın anamuhalefet partisi liderince iyi bir malzeme olarak kullanıldığını hep birlikte gördük.
Öte yandan, kapatma dâvâsına ABD’nin verdiği resmî tepkilerin, tıpkı geçen yılki 27 Nisan muhtırasında ve 367 krizinde olduğu gibi “ortadan” giden; güya AKP’yi ve seçmen iradesini kollar gibi görünürken statükoya da kapıyı aralık tutan “ikili” bir tavrı yansıttığına şahit olduk.
Son olarak bizzat Dışişleri Bakanı Rice’ın, kapatma krizinin çözümüyle ilgili olarak laikliği önceleyip demokrasiyi ikinci sıraya alan kurallara atıf yapması ise, ABD yönetiminin gözettiği dengede ibrenin hangi tarafa kaydığını gösteren dikkate değer bir önemli ipucu olarak algılandı.
Bu noktada Mümtaz Soysal’ın, Brookings Institute’de yapılan bir tartışma toplantısında ABD’nin kapatma dâvâsını Avrupa’dan “çok daha anlayışlı” şekilde takip ettiğini belirterek, Avrupa Birliğini Türkiye’deki sistemin “yumuşak işleyişi”nden rahatsız olmakla ve “dâvâyı Türkiye’yi tam üye yapmamak için bahane olarak kullanmak”la suçlaması ilginç. (Zaman, 19.4.08)
Prof. Soysal’ın bu değerlendirmesi, Avrupa Birliği-ABD farkını bir defa daha netleştiriyor.
Öteden beri Türkiye’deki darbelerin en önemli dış destekçisi, hattâ bazılarının bizzat ve bilfiil organizatörü olan ABD’nin, bizdeki son gelişmelere ilişkin tavrı da eski bilinen çizgisinin daha farklı formatlarda devamı olarak şekillenirken, AB ise bir kez daha kendisine vücut verip bugünlere gelmesini sağlayan demokratik prensiplere tavizsiz bağlılığın gereğini yapıyor.
Ve sonuçta Cheney kapatma dâvâsı için ağzını bile açmazken, AB Konseyinin Başkanı sırf bu krizde demokrasimize destek vermek için Türkiye’ye özel ziyarette bulunuyor, parazit yapan muhalefet partileriyle görüşerek onlara da demokrasi mesajları veriyor, hattâ “Siz gerçekten Türkiye’nin AB üyeliğini istiyor musunuz?” sualiyle anamuhalefet liderini şaşkına çeviriyor. Ve “demokratik laiklik ve din özgürlüğü” diyerek, bizdeki laikçilerin bilinen ezberini bozuyor.
Buna rağmen AKP, AB sürecinin değerini bilip hakkını veremezse doğrusu çok yazık olur...
22.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
Konjonktürel İslâmcılık |
|
"İslâmın toplumun her yönüne (iktisadî, siyasî, sosyo-kültürel) hakim olmasını öngören bir siyasî anlayış” olan İslâmcılık, 19. yüzyılın, bugün de devamlılığı olan, temel fikirlerindendir. İslâm ahlâkını ve inanç prensiplerini ferdî ve sosyal hayata uygulamada problemler yaşadığımız bir ortamda, İslâmcılık siyasetinin ön gördüğü tarzda, problemleri siyaseten çözebilme iddiasıyla iktidara talip olma düşüncesi İslâm dünyasının kendi içinde yaşadığı en büyük iç çatışmalarından biridir.
İdeolojisi bir tarafa, İslâm ile özdeşleşen bu kavramın savunucularının her şeyden önce—en az bir Mehmet Âkif kadar—İslâm üzere olmaları ve bütün hayatlarını buna göre dizayn etmeleri beklenir. İslâmdan teberri etmiş, İslâmın bireysel ve sosyal hayata bakan prensiplerini özümseyememiş olanların siyaseten bir hayal ülkesi arzulamaları bana pek ütopik gelmektedir. Aynı şekilde, içselleştiremediğimiz adalet, hakka taraftar olma, hoşgörü gibi bazı temel prensiplerin iktidar yoluyla yaygınlaştırılmasını beklemek de bir o kadar problemlidir. Bu da başka bir yazının konusu olsun.
Yaşadığımız süreci tarihî derinliğiyle birlikte iyi okuyamadığımız takdirde gelenekselleşen jakobenist tavır ve uygulamaların tekerrürüne şahit olmaya devam edeceğiz. Son ‘parti kapatma’ dâvâsıyla bir kez daha ortaya çıktı ki, devlet merkezli kodlar bugün de belirleyici bir unsurdur. Otoriter eğilimler hak ve hürriyetlerin sürekli ötelenmesine yol açmaktadır. Bu hak ve hürriyetlerin önünü açacağını beyan eden iktidarın ülkemizi kaotik bir ortama sürükleyen böyle bir sürece girilmezden önce tedbirler alması gerekirdi.
Dillerde pelesenk olan “sivil anayasa”nın bir türlü gün yüzüne çıkamayışı otokratik anlayışın elini güçlendirdi. Demokrasi kavramının ifade ettiği anlama uygun şekilde uygulama sahalarını açması gereken düzenlemeler nedense bir türlü yapılamadı. Şu anda olduğu gibi, laiklik karşıtlığıyla ilgili suçlamaları bertaraf etmek için zaten sorunun temel kaynağı olan otoriter sisteme eklemlenme, ona şirin gözükme çabası ise Ömer Çaha’nın bir röportajında ifade ettiği “laik rejim 2000’li yıllarda, özellikle AKP’nin iktidara geldiği dönemde güçlü olduğu kadar, cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde bu kadar güçlü olmamıştır” tezini doğrulamakta.
Açıkçası, küresel bir mimarinin eseri olan AKP’nin Cumhuriyet tarihinin en güçlü iktidarlarından birini elde etmesine rağmen demokratik açılımlar sergileyebileceğine ihtimal vermiyordum. Zira AKP’nin genetik kodları “Değiştik, gömlek çıkardık” söylemleriyle değişecek kadar kolay çözümlenebilir değil. AKP cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramların İslâmda yerinin olmadığını, bunların tamamen Batı kültürünün bir sonucu olduğunu söyleyen Siyasal İslâmcı bir gelenekten geliyor. Bu algılayış, ülkemizde demokrasinin yerleşmesindeki en büyük engellerden biri olmuştur. Bu anlayışın, tersinden bir okumayla, İslâmı cumhuriyete ve demokrasiye lâyık görmeyen bir algılama biçiminden farklı bir yanı yoktur. Üçüncü bir yorum, cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramların esasen İslâmî olduğunu, İslâmın ilk devirlerindeki pratiklerin bunun delili sayılabileceğini savunan bir algılama biçimine aittir. Bediüzzaman’ın Meşrutiyet’ten itibaren savunduğu, İslâm toplumlarında demokrasi kültürünün ve hukuk değerlerinin yerleşmesi açısından önemli olan bu bakış açısına ve tecrübeye ilk iki görüş ne yazık ki pek itibar etmemişlerdir.
Geçmişte İslâm adına demokrasiye karşı çıkanların bugün bu kavramlardan medet ummaları gelinen nokta açısından önemlidir; ancak benim dikkat çekmek istediğim asıl husus şudur:
İslâm, hayatın bütün alanlarını kuşatan bir değerler sistemi sunmuştur. Bu sebeple İslâm hakikatleri şartlara, zemine, şuna buna göre değişkenlik göstermez. Şartlara ve zemine göre bir İslâmcılık algısı da her şeyden önce İslâmla bağdaşmaz.
Beni üzen ve endişelendiren; özünde adalet, doğruluk, sadakat gibi olguların; sevgi, şefkat ve hoşgörü gibi hasletlerin yer aldığı İslâm düşüncesinin siyasallaştırılarak konjonktürel hale getirilmesidir. Bulunduğu konumu koruyabilmek için taviz vermek, olduğundan farklı gibi görünmeye çalışmak, temelinde fikirlere karşı hoşgörü ve insan haklarına saygı olan demokrasiyi lâzım olduğunda hatırlamak dindar kimliğini taşıyanlara yakışır mıydı?
Siyaset, “İslâm” algısını değiştirebilecek davranışların sergilendiği bir sahne oldu ne yazık ki! Yaşananlar karşısında “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınma” sebeplerini insan daha iyi anlıyor.
22.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sonsuz sevgiye lâyık olan ancak Allah’tır |
|
Nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.”1
Evet, insan iyilik sahibini sever, güzelliklere hayran kalır; üstünlüklere, mükemmelliklere karşı büyülenir âdetâ.
Bütün iyilikler, güzellikler, mükemmellikler Esmâ-i Hüsnâ, yani bütün güzel isimlerin sahibi Allah’ın isimlerinin birer aynasıdır, görüntü yeridir, deyim yerindeyse birer gölgesidir.
Açıkçası insan cömert, şefkatli, merhametli, iyiliksever, yardımsever, adaletli, ilim sahibi, sevgi dolu kemalât ehli kimseleri sever.
Oysa cömertlik sonsuz cömert olan Cevvad’dan gelir. Güzellik, sonsuz güzel olan Cemil’e işaret eder. Şefkat ve merhamet, sonsuz rahmet sahibi Rahman ve Rahim’in eseridir. Adalet, sonsuz adalet sahibi Adl’i gösterir. İlim, her şeyi bilen bir Âlim’in armağanıdır. Sevgi, yaratıklarını seven ve onlar tarafından sevilen Vedûd’la vücut bulur. Ne kadar kemal, üstünlük varsa, hepsi de kemal sıfatlara sahip bir Kâmil-i Mutlak’tan gelir.
Öyleyse bütün yaratıkları birer ayna, birer tecelligâh [görüntü yeri] yapan Allah, sevgiye en lâyık olandır. Onun için inanan kişi önce Allah’ı sever, hem de her şeyden çok sever. Bu sevginin yerini hiçbir sevgi tutamaz.
Allah’ı sevmek zorundayız. İçinden çıkılmaz sıkıntıların içinde miyiz? Ancak O'na yönelmekle sıkıntılardan kurtulabiliriz. Çünkü, “Allah melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence O’dur.”
Yok olmaktan, sevdiklerimizden ayrılmaktan, ayrı kalmaktan; lezzetlerimizin sona ermesinden mi korkuyoruz? Bâkî olan Allah’a yönelmek gerekir. Çünkü, “Allah bâkîdir; âlemin bekası ancak O'nun bekasıyladır.”
Elimizdekiler yok olup gidecek, her şey bitecek diye mi üzülüyoruz? Mahzun olma, “Allah, Malik’tir; sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor.”
Yoksulluktan, arzu ve emellerimize ulaşamamaktan mı dert yanıyoruz? “Allah, Ganî-i Muğnî’dir [Zengin ve Zenginleştiricidir]; her şeyin anahtarı Ondadır. Bir insan Allah’a halis bir abd [kul] olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.”2
Allah sevgisi en yüce, en büyük, en üstün sevgidir. Kalbde önce O’nun sevgisi yerleşir, sevilenler de O’nun adına ve O’nun istediği şekilde sevilir. Sonsuz sevgiye lâyık olan ancak Allah’tır. Kur’ân inananla inanmayanın farkını anlatırken, “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başkalarını O'na denk tutarlar ve onları, tıpkı Allah’ı sever gibi severler. Mü’minlerin Allah’a olan sevgileri ise çok daha kuvvetlidir”3 buyurarak Allah’tan başkalarının, O’ndan fazla sevilerek putlaştırılmamalarını, o sevginin yerine geçmemesini hatırlatır.
Evet, önce Allah’ı seveceğiz; sonra da diğer sevdiklerimizi.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 322.
2- Mesnevî-i Nuriye, s. 111.
3- Bakara Sûresi: 165.
22.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Tiryakilik ve obezite esaretine son: Oruç |
|
Oruç, tiryakilik ve obezite esaretine nasıl son verebilir, diye düşünülebilir. Fakat, ilmî verilerin sonuçlarına bakıldığında, herkes orucun harika koruyucu hekimlik işlevi gördüğünü ve sağlıklı hayatın özünü teşkil ettiğini anlar. Şöyle ki:
Aslında çok yeme-içmeye mecbur ve muhtaç değiliz. Ne var ki, yemeyi alışkanlık ve tiryakilik haline getirip bağımlısı oluyoruz. Ve yemekleri kendimiz için hastalığa çeviriyor ve krizlere giriyoruz…
Kaliforniya Üniversitesi’nden Gerontoloji (Yaşlılık bilimi) uzmanı Longo ekibi araştırmacıları, açlığın sağlıklı hücreleri koruduğunu ve açlığın, kemoterapinin zararlı etkisine karşı sağlıklı hücrelerin korunmasına yardımcı olabileceğini bildirdi. Makale, Amerikan Bilimler Akademisi yıllığında yayımlandı.
Konya Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi İç Hastalıkları Anabilimdalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sait Gönen ise, 32 yıl süren ve 12 bin kişinin izlendiği bir araştırmada, insanların birbirinden etkilenerek obez olduklarının ortaya çıktığını söyledi.
Artık içinde yaşadığımız yüzyılın bulaşıcı bir hastalığı olarak kabul edilen obezitede yüzde 50 oranında genetik geçiş varsa yüzde 50 çevre etkisi olduğunu belirten Doç. Dr. Sait Gönen, “Onun için çocukların bilinçli eğitilmesi son derece önemli. Burada ailelere ve Millî Eğitim’e büyük görevler düşüyor. Ailelerin çocuklarını sağlıklı beslenmeye yönlendirmesi gerekiyor. Obezite ile ilgili mücadelede birinci basamak eğitim olduğu için ilk öğretim çağında bu eğitime başlanması gerekiyor. Bunun ilk öğretim çağında obezitenin ders olarak okutulması gerekiyor. Çünkü gelecekte obezite bütün toplumun birinci maddesi haline gelecek” dedi.
Obezite ile ilgili rakamlar da veren Doç. Dr. Gönen, “Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı çalışma toplumların yüzde 25’inin normal kilolu, yüzde 25’inin normal kilolu ama obeziteye eğilimli, yüzde 25’inin obez, yüzde 15’inin morbit obez olduğunu gösteriyor. Türkiye’de ise 40 ve 60 yaşlarında obezite olma ihtimali çok yüksek. Türkiye’de yüzde 24.6 kişinin obez olduğu ve kadınlarda obezitenin daha fazla görüldüğü yapılan araştırmalarda ortaya çıkıyor” dedi.
Oruç, yemek bağımlılığı ve esaretine son verir. Tutanları, obezite ve benzeri hastalıklardan kurtarır. Bu ve buna benzer hikmetlerine binâen Yüce Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuşlardır: “Oruç tutun, sağlık bulun.”1
Bediüzzaman, henüz yukarıdaki ilmî ve tıbbî keşif ve tesbitler yapılmadan seneler önce, naklettiğimiz hadisin bir yönünü şöyle yorumlar:
“İnsana en mühim bir ilâç nev'înden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rastgelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.”2
Orucun pek çok hikmetleri vardır. Ferd ve toplum hayatında önemli fonksiyonlar icrâ eder. Mide dolu iken diğer duygular, fonksiyonlarını kolay kolay icra edemezler. Obur olanların akıl ve dikkatleri midelerinde, yiyeceklerde ve nefsî arzuların etrafında dolanır. Oruç ile bir nev'î perhize girilir. Akıl, kalb ve vicdân gibi duygu ve lâtifeler ulvî meselelere yönelir. Oruç ile, duygu ve hislerine gem vuranlar, başkalarının maddî esâretleri altına girmezler.
Dipnot:
1- Keşfü’l-Hafâ, 1: 445.; 2- Mektubat, s. 392.
22.04.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Eski İttihatçıların yeni Türk Ocakları |
|
Resmî olarak kurulduğu 1912'den bu yana birkaç kez açılıp kapanan Türk Ocakları, 22 Nisan 1924'te tekrar açıldı. Bir gün sonra I. Kurultayı yapılan yeni Türk Ocaklarının başkanlığına "Türkçü" kimliğiyle öne çıkan meşhûr hatip ve siyasetçi Hamdullah Suphi Tanrıöver getirildi. Hamdullah Suphi, Meşrûtiyet döneminde de (1913) aynı teşkilâtın başkanlığını yapmıştı.
Türk Ocaklarının fikrî/ideolojik zemini, 1909'da Hareket Ordusunun yönetime hakim olmasından sonra sür'atle şekillendirilmeye başlandı. Çeşitli konferanslarla, üniversitede ve basın yoluyla yapılan neşriyat ve propaganda faaliyetleriyle "Türkçülük hareket" olgunlaştırılmaya çalışıldı.
Dör yıl müddetle aralıksız şekilde sürdürülen bu tarz faaliyetlerin içinde bulunan ve aynı zamanda 25 Mart 1912'de resmî kuruluşu gerçekleşen Türk Ocakları'nın kurucular listesinde yer alan tanınmış şahsiyetlerin isimleri şöyle: Yusuf Akçura, Hamdullah Suphi, Ziya Gökalp, M. Emin Yurdakul, Halide Edip, A. Adnan Adıvar, A. Ferit Tek, M. Fuat Köprülü, Ahmet Ağaoğlu.
* * *
Yukarıda ismi zikredilen şahısların bazı ortak özellikleri var:
I) Bunların çoğu "hakikî Türk" olmadığı halde, kamuoyu nazarında ırkçılık sınırına kadar gelip dayanan Türkçü ve milliyetçi kimseler olarak bilinirler.
II) Hiç istisnasız şekilde bunların tamamı eski İttihat–Terakki hareketinin içinde yer almışlar, hatta aktif görevlerde bulunmuşlar, sonradan da yollarını ayırır gibi yapmışlardır. Ne var ki, dem ve damarlarına işleyen İttihatçılık huy ve karakteri, son nefeslerine kadar kendini bir şekilde göstermiş veya hissettirmiştir.
III) Yıllarca Türk Ocakları hareket veya fikriyatı içinde bulunanların bir kısmı, özellikle 1925'ten sonra CHP ile yollarını ayırma cihetine gitmiştir. M. Kemal ile ters düşenler ise, siyaseti bırakmış veya Türkiye'yi terk etmek zorunda kalmıştır. Bu Türkçülerin hayatta kalan önemli isimleri 1946'dan sonra kurulan DP ile yakın temasa geçmiş ve hatta bu partinin listesinden milletvekili dahi seçilmişlerdir. Ancak, nimetinden çok istifade ettikleri bu partiye fayda yerine zarar vermişlerdir. Hiç umulmadık bir anda DP'yi terk edip gitmişlerdir.
IV) İşte, 1946'dan sonra DP'nin sırtından Meclis'e giren, ancak ilk fırsatta gemiyi terk ederek başka yere giden meşhûr "Türkçüler"in listesi:
1) Fevzi Paşa: 1946'da DP listesinden bağımsız seçildi. Bu partinin cumhurbaşkanı adayı oldu. 1948'de DP'yi bölmek için kurulan ve 1950'ye kadar DP'li mebusların yarısını koparan Millet Partisinin fahrî başkanlığını yaptı. 1950 Nisan'ında öldü.
2) H. Suphi Tanrıöver: 1950 ve 1954 seçimlerinde DP listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1957'de DP'yi bölmek için kurulan Hürriyet Partisine girdi, milletvekili adayı oldu, ancak bu kez seçilemedi. Hayatının sonuna (1966) kadar Türk Ocakları Merkez Heyetinin başkanlığını yürüttü.
3) Halide Edip Adıvar: Babası, Selânik dönmelerinden Edip Beydir. Türk Ocaklarının en ateşli hatiplerinden biridir. 1917'de Adnan Adıvar'la ikinci evliliğini yaptı. Kurtuluş Savaşında "Halide Onbaşı" olarak cepheye gitti. 1925'te CHP ile zıtlaştı. Kocasıyla birlikte ülkeyi terk etti. M. Kemal'in ölümünden sonra döndü. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili olarak Meclis'e girdi. 1954'te partiden ayrılarak inzivaya çekildi.
4) A. Adnan Adıvar: 1917'den sonra evlendiği Halide Edip'le aynı siyasî kaderi paylaştı... 1950'de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi, 1954'e kadar bağımsız milletvekili olarak TBMM'de yer aldı.
5) M. Fuat Köprülü: Türkçülük hareketine akademik çalışmalarla destek verdi. 1946'da DP'nin kurucuları arasında yer aldı. 15 Nisan 1955'e kadar yürütmüş olduğu Dışişleri Bakanlığı görevinden, 7 Eylül 1957'de ise partisinden resmen istifa etti. Aynı yıl yapılan genel seçimde DP'yi bölmek için kurdurulan Hürriyet Partisine girdi. Seçimi kaybeden parti kendini fesih ile CHP'ye katıldı.
* * *
84 yıl evvel bugün (22 Nisan 1924) yeniden kurulan Türk Ocaklarının başkanlığına getirilen Hamdullah Suphi, kurultayda yaptığı konuşmada "Yeni Türk Ocağının, yapılan ve yapılması planlanan inkılâpların bekçisi olacağını" dile getirdi. (Dağyolu–I, s. 140–149)
Aradan geçen zaman, elhak bu sözlerin doğruluğunu gösterdi. Bir müddet "Halk Evleri"ne de dönüştürülen Türk Ocakları, o tarihten bugüne kadar Türkiye'de yapılagelen gayr–ı millî "Avrupaî inkılâplar"ın hep bekçiliğini, hatta zaman zaman borazanlığını yapmıştır.
Hatta öyle ki, bugün "ulusalcılar" diye bilinen kesimin, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı gelmesinin altında yatan en önemli sebep, seksen yıldır devam eden işte bu "bekçilik misyonu"yla alâkalıdır.
Zira, şimdiki AB kriterleri, seksen yıl önceki "Avrupaî moda"ya ters düşüyor, hatta reddediyor. Haliyle, bu da "asırlık bekçiler"in ağırına gidiyor.
22.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Dinde ihlâsı korumak |
|
Mersin’den Yaşar Kılıç:
*“İhlâs Risâlesinin başında yer alan, ‘İnsanlar helâk olur; ancak âlimler hariç. Âlimler helâk olur; ancak ilmiyle amel edenler hariç. İlmiyle amel edenler helâk olur; ancak ihlâslı olanlar hariç. İhlâslı olanlar da her an onu kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar’ hadisini açıklar mısınız? Ayrıca bu risâleyi her on beş günde bir okumak için pratik bir yol önerilebilir mi? Meselâ derslerin öncesinde on beş günde bir bitirilecek şekilde birer düstur okumak tavsiye edilir mi?”
Dinde, inançta, ibadette, her türlü dinî hizmet ve hareketlerde ihlâs isteyen, içtenlik isteyen, samimiyet isteyen bizzat Cenâb-ı Allah’tır. “Onlar ancak dinde ihlâsla ve dosdoğru biçimde ibadet etsinler, namazı dosdoğru kılsınlar ve zekâtı versinler diye emrolundular”1 buyuran Kur’ân, bizden ihlâs istiyor.
Din hizmetlerinde ihlâs ve içtenlik, olmazsa olmaz şarttır. Bu, din hizmetlerinin hiçbir şeye âlet edilmeden, sırf Allah rızası için yapılması demektir. Yukarıda zikredilen hadis, ihlâsı hayatın her alanında şart görüyor. Öncelikle, insanın helâk olmaması için ilim sahibi olması gerektiğini, ilim sahiplerinin helâk olmaktan kurtulmak için bildiklerini yaşamaları gerektiğini, bildiklerini yaşayanların helâk olmaktan kurtulmak için ihlâslı ve samimî olmaları gerektiğini, ihlâslı ve samimî olanların da ölünceye kadar sürekli imtihanda olma haliyle, ihlâsı bozan binlerce sebebe karşı sürekli ihlâslı olma yükümlülüğüyle bıçak sırtında bir tehlike yaşadıklarını Sevgili Peygamberimiz (asm) bu hadislerinde bildiriyor.
İnsanın ebedî kurtuluşa ermesi için bilmesi şarttır. Çünkü bilmek aklın sıfatıdır, vasfıdır, hakkıdır, işidir. İnsan akıl sahibi olarak yaratılmış ve ebediyet noktasında kendisine lâzım olacak bilgileri elde etmek için aklına ehliyet verilmiştir. İnsan bu ehliyetini kullanmalıdır. Kur’ân bu açıdan insana “Oku!”2 diye emreder; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”3 diye sorar ve insanı kayıtsız şartsız bilmeye davet eder. Bilenlerin, bilmeyenleri Allah katında da geçeceği böylece bildirilmiş olur.
Fakat bilenleri bir tehlike bekliyor: Peygamber Efendimiz’in (asm) uyarısı bundandır. Bilenler, bildiklerini yaşamak ve bunda da ihlâslı olmakla yükümlüdürler. İhlâs yoksa kurtuluş yoktur. Yani bilgi ve amel insanı kurtarmıyor. Cenâb-ı Allah ne için yaşadığımıza bakıyor. Bu anlamda ihlâsın tanımı, bildiğini Allah için yaşamak oluyor.
Peygamber Efendimiz (asm), Allah için amel etmeyi bıçak sırtında bir iş olarak niteliyor. Öyle ki, insan her tecellîde Allah için olup olmama imtihanındadır. Dolayısıyla insan öfkesinde, sevgisinde, acısında, sevincinde, başarısında, iflâsında, gafletinde, hastalığında, sağlığında, iyi halinde, kötü halinde hep Allah için olma vizyonunu korumalıdır. Meselâ, Kur’ân başımıza bir şey isabet ettiğinde (İnnâ Lillah ve innâ ileyhi raciun) ‘Biz Allah için yaşıyoruz ve Allah’a döneceğiz’ dememiz gerektiğini bize öğretiyor.4 Bu âyeti sadece ölümlerde okuyup diğer tecellilerde Allah’ı unutmak kâmil mânâda ihlâsı yaşamakla bağdaşmaz. Esas olan her tecellîde, her musibette bu âyeti okuyarak Allah’ı hatırlamaktır. Bilmelidir ki Allah hatırlanmazsa hüzün de, hastalık da musibet olduğu gibi; Allah’ı unutturan sağlık da, mutluluk da musibettir.
İhlâslı olanın büyük tehlike içinde olmasından murad, bir meselede Allah için olmayı başaran insanın, diğer bir meselede Allah’ı unutmaması yükümlülüğüdür. Hastalığında Allah’a sığınıp, sağlığında Allah’ı unutması veya iyi günde Allah’a şükredip kötü günde isyan etmesi ya da sevindiğinde Allah’ı hatırlayıp öfkelendiğinde Allah’ı unutarak cinayet işlemesi yahut sıkıntı yokken dindar gözüküp, zora düştüğünde dinini dünya, siyaset, iktidar, hâkim zihniyet, hâkim rejim menfaatine satması imtihan noktasında ihlâs karnesine binlerce kırıklar doldurur.
Anlaşılıyor ki, her tecellide, her işte, her meselede ihlâsı korumak ateşten gömlek giymek gibi zordur. Bundan dolayıdır ki Sevgili ve Müşfik Peygamberimiz (asm) uyarıyor: “İhlâslı olanlar da her an ihlâsı kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıyadır.”
İşte bu tehlikeyi bertaraf etmek için Bediüzzaman, İhlâs Risâlesini on beş günde bir okumamızı tavsiye ediyor. Okuma biçimini sınırlandırmak taraflısı değiliz. Fakat tarz olarak, bir defada okuyup kaldırmak yerine, on beş günde bitirecek şekilde bir plânlama ve süreç içerisinde okumak, mümkünse üzerinde müzakereler yapmak hiç şüphesiz tavsiye edilebilir.
Dipnotlar:
1- Beyine Sûresi, 5; 2- Alak Sûresi: 1; 3- Zümer Sûresi: 9; 4- Bakara Sûresi: 156;
22.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Sevdim seni, Mâbuduma cânan diye sevdim... |
|
Bir ben değil âlem sana, hayran diye sevdim... diye başlıyor bir Peygamber aşığı şiirine ve sonra şöyle devam ediyor:
“Mahşerde nebîler bile Senden meded ister,
Gül yüzlü melekler sana hayran diye sevdim.’’
Ne mümkün onu sevmemek? Hem de annemizden, babamızdan, eşimizden çocuğumuzdan daha fazla? Yoksa kâmil mü’min nasıl oluruz! İnsan sevdiğine bir şeyler söylemek, anlatmak istediğinde dili dolaşır, duygularını tarifte zorlanır ya. Söz sultanları da o sevgiliye muhabbetini arz ederken kelimeleri bir dantela gibi işleyip, duygularıyla süsleyip örmüşler. Buyrun Yunus’a kulak verelim:
“Canım kurban olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Gel şefaat eyle kemter kuluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed.’’
Yunus böyle der de Zekai Dede gibi muhteşem bir bestekâr Beyati makamında seslenmez mi asırlar ötesinden?
“Ey risâlet tahtının şâhı cihan peygamberi
Vey nübüvvet tâcının dürrü sedefle gevheri
Zâtı pâkindir cihanın misk ü bûy-i anberi
Ey enbiyalar serveri hem evliyalar rehberi
Esselatü vesselâm ey hâdi-i cümle ümem
Essalatü vesselâm ey sahib-i lütf-u kerem.’’
Ya Seyyid Seyfullah’ın aşkına ne demeli acaba?
Bağrımdaki biten başlar Muhammed’in (a.s.m) aşkındandır.
Bu akan yaşlar Muhammed’in ( a.s.m) aşkındandır.
Hakkı Efendi gibi meded isteyenler onun dilinden şöyle yalvarıyor O Sultan’a;
Bahr-i aşkda bî kararım ya Resulallah meded
Âşık-ı bî ihtiyarım ya Resulallah meded
Hakkiya dil hastedir göster cemalin ey tabib
Bu recada muzdaribe ya Resulallah meded
Şeyh Galip ise Dellalzade Hacı İsmail’in Irak makamındaki bestesinde ise duyduğu hürmeti şöyle izhar ediyor;
Sultan-ı rüsûl şâh-ı mümeccedsin efendim
Bîçarelere devlet-i sermedsin Efendim
Divan-ı İlahide seramedsin Efendim
Menşur-i “Leamrük’’ le müeyyedsin Efendim.
Sen Ahmed ü Mahmud ü Muhammedsin Efendim
Hakkdan bize Sultan-ı müeyyedsin Efendim.
1847 yılında vefat etmiş bir hanım şair olan Leyla Hanım sevgili Peygamberinden bakın ne istiyor:
Alil-i derdi isyana devasın ya Resulallah
Bize sûy-i cinane rehnümasın ya Resulallah
Ne yüzle varacak Leyla huzura ruz-i mahşerde
Ona rahm eyle şah-ı enbiyasın ya Resulallah.
1847-1930 yılları arasında yaşamış Şeyh Erbilli Es’ad Efendi de Leyla Hanım gibi niyaz ediyor:
Yetiş imdade ey Şah-ı Risalet, rûz-ı mahşerde
Ki, derd-i bî devayı masiyyet senden şifa ister.
Sarıldım dâmen-i ihsanına ey şâfi-i ümmet,
Dahilek ya Muhammmed (a.s.m) hasta canım bir deva ister.
N’ola bir kerre şâd olsun cemâl-i bâ kemalinle,
Ki, kemter bendeniz Es’ad sana olmak feda ister.
Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi’ye de bir kulak verelim:
Vücudundur senin timsal-i hikmet ya Resulallah
Kudümün kâinata verdi nüzhet ya Resulallah
Günahkârım peşiman bir kulum gayet perişanım
Niyaz etmeyim senden şefaat ya Resulallah
Gelin bu faslı hem bir söz sultanı hemde Osmanlı Sultanı Sultan III. Ahmed Han’ın dizeleriyle bitirelim:
Zat-ı pâk-i Mustafa’ya aşıkım,
Can ile Fahr’u-l verâya aşıkım,
Muksim-i feyz-i nevadır ol şerif,
Menba-ı cûd ü atâya aşıkım.
Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle Rabbimizden duâmız bizi O Sultanlar Sultanının şefaatine nail eylemesidir. Amin.
Mevlîd’den...
Cümle huri vü melek idüp sada
Zemzemeyle didiler kim merhaba
Merhaba ey bülbül-i bağ-ı cemâl
Merhaba ey aşinâ-yi Zü’l-Celâl
Merhaba ey can-ı bâki merhaba
Merhaba uşşaka sâki merhaba.
Merhaba ey Rahmeten li’l-âlemîn
Merhaba sensin şefî’ül-müznibîn
Merhaba ey padişah-ı dü cihan
Senin için oldu kevn ile mekân.
Süleyman Çelebi
Gönülden Dile...
“Ben sözlerimle Muhammed’i (a.s.m) övmüş, güzel göstermiş olmadım; aksine Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan bahsetmekle sözlerimi güzelleştirmiş oldum.’’ ( İmam-ı Rabbani, Mektubat, 1:58) Evet, şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir.
Sözler, 19. Söz.
22.04.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Taş’ı bile yediler! |
|
Her ne kadar ‘güzellik’ izafi olsa da, dünyanın pek çok yerinde geniş kitleler tarafından ‘güzel’ kabul edilen yerler, bölgeler ve şehirler vardır. Karadeniz de ‘güzel’ kabul edilen bölgelerimizden biri. Bu güzellik, sadece Türkiye’nin değil, belki de dünyanın dilinde.
Karadeniz’in güzel illerinden biri de Rize. Denizi ve yeşili ile, dereleri ve yaylaları ile bu güzellik herkesin ilgisini çekiyor. İlgisini çekiyor, ama öte yandan bu güzellikler çeşitli tehdit ve tehlikelerle de karşı karşıya. Teknolojinin nimetleri yanında, külfeti de oluyor.
Son günlerde, Çayeli ilçesinde yapılmakta olan bazı projeler, çevreyi tahrip ettiği gerekçesiyle protesto edilmekte. Geçmişte turistik bölge Ayder’in de bulunduğu ‘Fırtına Vadisi’nde yapılmak istenenler, bugün maalesef Çayeli’nin ‘Senoz Vadisi’nde tekrarlanıyor. ‘Fırtına Vadisi’ Ayder’in ‘meşhur’ olması sebebiyle kolayca gündeme taşındı ve orada yapılmak istenen hatadan vazgeçildi. Bugün benzer bir tehlike Çayeli’ndeki vadide tekrarlanıyor, ancak bu vadi, fazla ‘meşhur’ olmadığı için sesini duyanlar çıkmıyor...
Nasıl ki, İstanbul’a kar yağmadan ‘kış’ haberleri medyada yer alamaz, aynı şekilde İstanbul’a uzak olan ve ‘meşhur’ olmayan bölgelerdeki ‘çevre kıyımı’ da medyanın ilgisini çekmez, çekemez. Çayeli’nin ‘Senoz Vadisi’nde ne yapılıyor? Yapılan şu: Vadide, yaylalara yakın köylerde akan dereler üzerinde çok sayıda ‘tünel tipi HES’ projesi başlatıldı.
İyi de, bu devirde elektriğe, teknolojiye karşı mı çıkıyoruz? Hayır, karşı çıktığımız ‘ürkütülen kurbağaya değmeyen’ çevre tahribatıdır! Su ve çevre, en az ‘teknoloji’ kadar önemli değil midir? Teknoloji uğruna çevreyi ve suyu feda etmek doğru mudur?
Yapılan yanlışlardan biri de, bölgede bunca çalışma yapılırken köylüye, yöre halkına ‘bilgi’ vermemektir. Şahsen, proje başlamadan önce ‘yetkililer’den bilgi almaya çalıştık. Ne var ki kimse ‘iknâ edici bilgi’ vermedi. Resmî zevat, ‘Bu özel bir proje, devlet yapmıyor, dolayısı ile biz bilemeyiz’ derken, projeyi yapacağı ilan edilen firma da çalışmalarını ‘gizlilik’ içerisinde yürüttü. Böyle olunca, yöre köylerinde yaşayan vatandaşlar projeye tepki göstermeye başladı.
Nitekim, geçen Cuma günü Senoz Vadisi’ndeki çalışmalar, vadide faaliyet gösteren ‘taş ocakları’ bölgesinde (Seslidere) protesto edildi.
Şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: Elektrik enerjisi için gerektiğinde köyler, hatta Samsat ve Hasankeyf gibi ‘tarihî ilçeler’ bile feda edilirken, gözden uzak ve gönülden ırak ‘Senoz Vadisi’ne kim sahip çıkar? Doğrudur, ama gerektiğinde o tarihî ilçelerin feda edilmesi de tartışılmalı değil midir? Türkiye, daha az zararlı olan ya da zararsız olan rüzgâr ve güneş enerjisi metodlarını niçin tercih etmez? Bütün bunlar yapıldıktan sonra, yine de ihtiyaç karşılanmıyorsa ‘çevre’ ve ‘su’ o zaman feda edilsin!
Bunların hiçbirini yapmadan, kolay yoldan ‘kâr’ elde etmek için ‘Senoz Vadisi’nin feda edilmesi yanlıştır, itiraz da zaten bu noktadan yükseliyor.
Senoz Vadisi’nde toplananların elinde taşıdıkları bir ‘afiş’te şöyle yazıyordu: “Bize uysal dediler/ ‘Taş’ı bile yediler.” Yaşananları anlatan başka bir söze ihtiyaç var mı? (Gözden uzak ve gönülden ırak ‘Senoz Vadisi’nde yaşananlarla ilgili olarak şu internet sitelerine bakılabilir: www.senozderesi.com, www.haber53.com)
Menfaati için ‘taş’ları yiyenlerin kısa sürede ‘doymasını’ temenni edelim...
22.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Sabo ile Hako |
|
Hayatın her evresinde, devresinde ve aşamasında ve kademesinde pişman olanlar, geçmişlerinden nedamet getirenler ve tövbe-i nasuh geçirenler eksik olmamıştır. Kötülükten tövbe edenler olduğu gibi iyilikten tövbe edenler dahi vardır. Makdisî gibi alimler müspet manada nedamet getirenlerin yani Tevvabun/tövbekârların hayat hikâyelerini yazmıştır. Ama bu tek yanlı bir tövbenin hikayesidir. Bir de tersinden tövbe edenler var. Bunlara Irak’tan misal vermek gerekirse, Mecalis’s Sahve’yi takdim edebiliriz. Kaide’nin kaidesizliklerine veya kuralsızlıklarına takılarak saf değiştirip Amerikalıların yanına geçmişler. Pişmanlıkları sonucu Bin Ladin’in çadırından ayrılarak Bush’un çadırına geçmişler. Türkiye’de de bir zamanlar PKK saflarını katılmış ve orada sonu gelmeyen bıktırıcı atmosferden dolayı pişmanlık geçirenler vardı. Bunlardan bir kısmı daha sonra ‘itirafçı-tetikçi’ sıfatıyla anılmaya başlandı. Ve kirli işler yapmaya başladılar. Kum fırtınasına tutulmuş kum tepecikleri gibiydiler. Oradan oraya sarkıyorlardı. Dolayısıyla bu tür pişmanlıklarda insanlar tövbelerini Allah’a değil kullara yaparlar. Bundan dolayı tövbeleri, tövbeye benzemez daha ziyade günah çıkartmayı andırır. Bundan dolayı da tövbekâr değil itirafçı olurlar. Gerçekten de, önce pişman sonra da itirafçı oldular. 12 Eylül ve komünizmin bitme sürecinde de sol içinde kimi itirafçılar türedi. Farklı bir kulvarda, Hasan Cemal de bir Cumhuriyet veya darbe itirafçısı sayılabilir. 28 Şubat sürecinde de bizim camiada kimi itirafçılar türedi ve daha sonra karşı cephede muharip olarak yerlerini aldılar. Aslında, bunlar her zaman tetikçiydiler. Meslekleri değil sadece tarafları değişti.
***
28 Şubat sürecinden sonra ilginç bir şekilde karşımıza çıkanlardan bir ikisi de Sabo ile Hako oldu. Bunları cinaslı olarak yazarken sakın ola Ahmed-i Hani’nin Memozin veya Sadık Albayrak’ın Maho Deresi ile karıştırmayın. Bu ikili vaktiyle İslâmî kesimlerin öncü silahşörleri idi. Camianın gazetelerinde önemli postları işgal ediyorlardı. Sonra ne olduysa pişman oldular ve saf değiştirdiler. İtirafçı devşiren ve bu bağlamda kimi zaman pişmanlık yasaları çıkartan sistemin teşvikler ağına (incentives) takıldılar veya yakalandılar. ‘Medya tower’lerin üst katlarına taşındılar. Yeni postları eskisinden de kıyaktı. Saf ve taraf değiştirdiler. Geçmişleriyle de her kademede hesaplaşmaya girdiler. Sabo geçmişini yazarak para ve ün kazanmaya başladı. Tekmili birden itiraflarda bulundu. Mahrem sırları ifşa etti. Geçmişte cemaatlar içinde yaşadığı olumsuzlukları ve tezadları deşifre etti. Bunun üzerine reyting üzerine reyting kırmaya başladı. Hesap tutmuştu. İtirafçılığın getirisi iyiydi. Nedense bütün cemaatları gezmiş ama kendisine bir çatı bulamamıştı. Aralarında istediği standartta marka cemaat yokmuş. Hepsi birbirinin aleyhinde bulunuyor ve gıyaplarında birbirlerinin gölgesine ateş ediyorlarmış. O da yeni mevzisinde veya cephesinde eski İslâmcı veya yeni itirafçı olarak hepsini sıraya diziyor. Önce kirli çamaşırlarını ortaya döküyor ardından da onları ateşe veriyor. Kimbilir! Sabo da kendisine göre haklıdır. ‘Hiçbirimiz masum değiliz şu dünyada’ sırrıyla herkes başkasanının yanlışı üzerinde hayat sürebilir veya kendisine yer edinebilir.
***
Hako’ya gelince. O da benzeri bir hikâye. O da itirafçılığın para ettiği devirde rantını bu yolla sağlıyor. Bu kardeşimiz de yeni dönemde saf değiştiren ve sınıf atlayanlardan. Eski tetikçilerden. Bundan dolayı kalemini namlu gibi kullanıyor. Bu maharetinden dolayı Haşmet Babaoğlu ve Ahmet Taşgetiren gibiler hakkında: “Kalemi kıvrak, kalbi y...” gibi ifadeler kullanmışlardı. Geçmişe ve eskiye dair itiraflarını okudukça parmağımızı ısırıyoruz. O nedametten biz de hayretten olsa gerek. Meğer herif bütün sabrını tüketme pahasına Nurcular içinde bir hafta dayanamamış veya tutunamamış! Bunlar acaba Oğuz Atay’ın yazdığı gibi tutunamayanlardan mı yoksa dikiş tutturamayanlardan mı? Bunlar eğer Osmanlı döneminde tarikatlarda gerçek çilenin çıkarıldığı dönemlerde yaşasalardı İsmail Ağa’nın kaldırımından bile geçemezlerdi. İsmail Ağa’nın önünden teğet geçen zat Nurcular içinde bir hafta bile dayanamıyor. Sabo ona göre yine dayanıklı ve sabırlı adammış vesselam. 28 Şubat sürecinde Müslüm Baba faslından sonra Fadime Şahin de böyle itiraflarda bulunmuştu. Ali Rıza Demircan: “Kızım tövbekâr ol’ dedikçe o itirafçılıkta ısrar ediyordu. Nedense itirafçılık kıvamına erdikten sonra sahneden bir çekildi pir çekildi. Şimdi sahnede Sabo ile Hako var.
22.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ankara’da olup bitenler… |
|
Ankara’da olup bitenler, siyasî kararsızlığın turnusol kâğıdı olmakta; çekingen politikaların çözümsüzlüğünü açığa çıkarmakta…
Geçen hafta Meclis’te Sosyal Güvenlik Yasası geçti. Asgari ücretliler dahil bütün çalışanların sağlık katkı payı ödemelerine karşılık, milletvekili ve yakınlarının gaziler gibi genel sağlık sigortası kapsamı dışına alınıp sağlık katkı payından muaf tutulmaları, yasayı gölgede bıraktı.
CHP, Anayasa Mahkemesi’ne “iptal” dâvâsı açması, yasanın özellikle “sosyal sigortalar” ve “genel sigorta” yönüyle çok tartışılacağının ilk sinyallerini vermekte.
Diğer yandan üzerinden 53 gün geçtiği halde Anayasa Mahkemesi raportörünün hâlâ başörtüsü yasağına karşı anayasanın iki maddesinin iptaliyle ilgili raporu bitirememesi, dikkat çekici.
Kulislerde bu konudaki kararın “kapatma dâvâsı”nı doğrudan etkileyeceği, bu yüzden büyük önem taşıdığı belirtilmekte. Ancak bu durum, belirsizliklere yenilerini eklemekte…
Keza Meclis Adalet Komisyonu’nda Türk Ceza Kanununun 301. maddesi tasarısındaki değişiklik, siyasî iktidarın kısıtlı demokratikleşme paketinde dahi tereddütlü oluşunu su yüzüne çıkardı. Başbakan’ın açıkça ifâde etmesine rağmen 12.5 saatlik gerilimli ve kavgalı oturumda, “kovuşturma”nın “soruşturma”ya çevrilerek yetkinin “Cumhurbaşkanı”ndan alınıp “Adalet Bakanı”na verilmesi, bunun göstergesi…
Oysa ifâde özgürlüğü önündeki tek engel 301 değil. Ankara’nın bu hususta AB müktesebatını üstlenmesi için daha bir dizi yasayı çıkarması gerekiyor. Siyasî partiler ve seçim yasası bunların başında geliyor.
Ne var ki, demokratikleşmeye dair uyum yasalarının kararlılıkla kapsamlı bir paket halinde getirilmeyip tek tek yalpalı bir şekilde gündeme getirilmesi gevşekliğine bakıldıkça, Ankara’nın daha çok oyalanacağı anlaşılıyor.
Kırılganlıklar bununla da kalmıyor. Global gıda krizinin Türkiye’de bir tek “pirinç sorunu”na indirgenmesine karşı, işin iç yüzünün hiç de öyle olmadığı ortaya çıkıyor.
Türkiye Süt, Et, Gıda Sanayicileri ve Üreticileri Birliği Başkanı Erdal Bahçıvan, gıdanın artık yüzyılın altını haline dönüşen stratejik ürün olduğunu belirtiyor. Küresel kıtlığın basitleştirilmeyeceğini, önümüzdeki en büyük fâcianın, toprağı insanları doyurmak için değil, araçlara yakıt temininde kullanmak olduğunu belirten Bahçıvan’ın, “Bir yandan dünya nüfusunun dörtte biri açlık çekiyor; diğer taraftan dev fonlar gıda ürünleri üzerinde oyun oynuyor” tespiti, meselenin hassasiyetini ortaya koyuyor.
Küresel hegemonya ve çıkarlarla dünyayı sera gazlarla, sanayi atıklarıyla kirleten zengin ülkelerin gözü dönmüş menfaat ve hırsı, dünyanın başını yiyor. Aslında “doğa öç almıyor”; küresel zâlim güçlerin zulüm ve çevreyi sorumsuzca tahribi, dönüp yine kendilerini buluyor…
Bu açıdan Tarım Bakanı’nın “birkaç gün pirinç yemeyin” diyerek problemi geçiştirmeye çalışması, pek de inandırıcı gelmiyor. Oysa dünyada ciddî bir ekonomik darboğazın eşiğinde; büyük bir gıda krizi var. Dünya Bankası ve IMF’nin “uyarısı”yla Türkiye bu krizden etkilenecek ülkelerin önünde yer alıyor.
Tüm dünyada gıdada kendi kendine yeten 7 ülkeden biri olan Türkiye, son yıllarda özellikle IMF’nin tarıma yönelik politikalarıyla köylü ve çiftçiye destek kesildi; üretim düştü. Türkiye tarım ürünü ve gıda ihraç eden ülkeler listesinden çıktı; ithal eden ülke oldu. Buğday gibi Anadolu’nun en baş ürettiği hububatı satın alan ülkeler arasına girdi…
Bütün bunlar olurken, hükümetin iki arada bir derede kararsız kaldığı bir başka konu var. Washington mahreçli tek paragraflık “sürpriz haber”de, “Türkiye’nin Afganistan’a ek asker göndereceği” belirtildi.
Amerikan Dışişleri Bakanı Rice, Amerikan petrol şirketleri ortağı kukla “Karzai hükümetinin güçlendirilmesi ve Taliban’ın ortadan kaldırılması” için Türkiye ile Irak’ta olduğu gibi Afganistan’da da “aynı amaçları paylaştığı”nı söylemeye devam etti. Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Şensoy ise, Türkiye - ABD ilişkilerini “çıkar evliliği”ne benzeterek anlamlı bir ifâde ile buna âdeta onayladı. Habere göre, “uyanık Amerikalılar” bir “yeni formül” bulmuşlar; Türk subay ve askerleri, ecnebilerle birlikte operasyonlara katılıp danışmanlık ve irtibat hizmeti sunacakmış!..
Afganistan’da zaten 730 Türk askeri var. Arkadan dolanarak “ek asker”le Mehmetçiği conilerin “kalkan”ı yapmak, ABD’nin NATO’yu istismarıyla işgal ve çıkarlarını korumak, Türkiye’nin “görevi” mi?
Genelkurmay Başkanı “haberim yok” diyor; hükümetten hâlâ ses seda yok; bu yüzden spekülasyonların ardı arkası kesilmiyor.
Ve kamuoyu, Ankara’dan bu haberin doğruluğunun cevaplanmasını bekliyor…
22.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|