Kastamonu’da lise talebesi iken Bediüzzaman’dan ilk iman dersini alıp Nur’un has talebesi olduktan sonra, dünya hayatı onun için “oyun ve oyalanma” yeri olmaktan çıkmış, beşikten mezara kadar öğrenme yeri ve mektep haline gelmiştir. Liseden sonra tahsiline çalıştığı fen bilimleri de, Risâlelerden kazandığı iman dersleri sayesinde, Allah’ı tanıtan, hak ve hakikati bildiren dersler haline gelmiştir. Nur’un ve Nursî’nin pervanesi olduktan sonra, nice ömürleri heder ettiren ve insanı aslî gayesinden uzaklaştıran, ahirzamanın fitne ve fesat cenderesindeki günlük ve günübirlik hayatına dönmemiş, iltifat etmemiş, her saniyesini Beka âlemi hesabına işlettiren Nur yolunun sevdalısı olmuştur.
Sevgili Üstad’ının onu 1951’de Urfa’ya göndererek, “Sen orda kal, ben de geleceğim” demesiyle, askerlik hariç tam sekiz yıl orada kalması, Üstad’ın vefatından sonra da Gaziantep ve Adana illerinde hizmetlerle meşgul olması, nerede ne kadar kalacağını bilememiş olması ve yine “iman kurtarma” dâvâsına bağlılık derecesinin, bir dünya evine girmeye fırsat tanımıyacak boyutta olması gibi bilinen sebeplerin yanında, daha bilmediğimiz başka sebeplerle “mücerred” ve biraz da “münzevî” denebilecek bir hayat tarzını sürdürmüştür. Ancak onun münzevîliği, bilinen klâsik mânâsının ötesinde seyreden, manevî cihadı ve hizmeti hep ön plana alan müstesna bir münzevîliktir. Risâlelerin Almancaya çevrilmesini ve Berlin’deki matbaada basım çalışmalarını yakından takip etmeye engel olmayan bir münzevîlik.. Üstad’la alâkalı yurt içinde ve dışında yapılan faaliyetlerde, sempozyumlarda hissiyatını dile getirmek ve hatıralarını anlatmak üzere çağrıldığı kürsülerde kelâm sarf etmekten geri bırakmayan bin münzevîlik. Halet-i ruhîyesinin reddine rağmen, hizmet meydanında koşan ve koşturan bir münzevîlik.. Yurt içinde daha çok Adana’da ve yurt dışında daha çok Berlin’de hizmet etmekle beraber, onun hizmet gezileri anayurdu bir uçtan bir uca taramakla kalmamış, yabancı ülkeleri de kapsamıştır. Naçizane kanaatim odur ki; onun münzevîliği, iç içe Nur dairelerinden halet-i ruhîyesine uyanını tercih ederek, her şeye rağmen kendine has üslûp ve duruşunu devam ettirmiş olmasıdır.
Her şeye rağmen, diyorum. Bu “her şeye rağmen” babından söylenecek belki çok şey olabilir. Ama biz sadece Üstad Said Nursî’nin, içtimaî ve siyasî meselelere yeniden bakıp yön veren Üçüncü Said’e dönüşünün işaretini veren şu sözlerine bakalım:
“Evet, büyük kusurlarımdan bir tek suçum, vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil etmediğine şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.” (Şuâlar, YAY. s. 340)
İşte Meyve Risâlesinin Altıncı Meselesine sebep olan mühim sualin sahibi olma bahtiyarlığına eren ve Üstad’ın hizmetkârı olarak “ağabeyler” arasında kendine has duruş ve üslûbuyla yerine alan bu zat, 14 Mart akşamı Viyana’da ders kürsüsündeydi. Artık 80’lerle telâffuz edilen ilerlemiş yaşına, nuranî çehresine pek de yakışan beyaz sakalına, sarığına ve cübbesine rağmen o, kendini sevgiyle dinleyen muhataplarının nazarında hâla Kastamonu’da 1940 yılında Bedüzzaman’a “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar, bize Hâlıkımızı tanıttır” diyen lise talebesi Abdullah Yeğin'di
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|