Mutat ders günü olmasa da dışarıdan misafir geldiğinde o akşam toplanıp ders yapmak, sohbette bulunmak âdettendi. Bir de gelen misafir sıradan hâdimlerin ötesinde bir ağırlığı olan, çevresinde temâyüz etmiş bir ağabey ise, işin mâhiyeti değişir; duyan herkes gelir, ders mekânı dolar, taşardı.
Bu defa ki misafirimiz, hizmetlerde epeyce emeği geçen, kıdemli olmanın yanında bir hayli birikimi olan, aynı zamanda kabiliyetli bir ağabeyimizdi. Dolayısıyla onu dinlemek üzere bir hayli kalabalık cemaat toplanmıştı. Gerçi cemaat ona âşinâ idi. Çünkü onun etkileyici, cezbedici sohbetlerini defalarca dinlemişti. Ama sanki bu defa husûsî mânâda veya çok daha önemli bazı mesajlar vermek için gelmişti.
12 Eylül darbesinin üzerinden bir miktar zaman geçmesine rağmen, darbenin gayesini, mahiyetini bir çok insan bilemiyordu. İnsanların ve bilhassa cemaatlerin kafası karışık idi. Gerçi, darbeyi meşrû kılacak hiçbir sebep yoktu. Çünkü darbeyi yapanlar, seçimle gelen bir hükûmeti alaşağı etmişlerdi. Ne var ki, darbeyi yapanların çok iyi hazırlandıkları belliydi. Ustaca döşenen tuzakları, hile ve yalanlarla hazırlanan senaryoları fark edebilecek ferâsetli insanların sayısı çok az idi. Ne yazık ki, Nur câmiası da çeşitli entrikalarla doğru olanı bulmakta zorluk çekiyordu.
Ve nihayet sohbet mekânı ağzına kadar dolmuştu. Bütün gözler ağabeyin üzerinde idi. Tatlı şakalaşmalar, hâl-hatır faslından sonra, kırmızı kaplı kitap ağabeye uzatıldı. Her zaman olduğu gibi kendini has bir tarzla teberrüken kısa ve etkileyici bir ders okuduktan sonra, tatlı hatıralarla bol nükteli konuşmalarla sohbete devam etti. Şöyle böyle derken sohbet bir saati geçmişti. Fatihadan sonra dinleyicilerden birisi, “Ağabey, biliyorsunuz, ihtilâl oldu, terör bitti... İyi mi oldu, kötü mü oldu bilmiyoruz. Kimimiz iyi oldu, kimimiz de iyi olmadı diyor. Gazetemiz Yeni Asya’nın yayınında, duruşunda bir değişiklik görmüyoruz. Hatta sanki ihtilâle karşıymış gibi bir durumu var. Ne yapacağımızı şaşırdık. Tam da bu sırada gelişiniz iyi bir tevafuk oldu. Bu konuda ne diyorsunuz?”
Böyle bir suâle muhatap olacağını düşündüğünden, kendinden emin ve kararlı bir ses tonuyla “Böyle bir suâli sorduğunuz iyi oldu kardeşlerim. Gittiğim hemen her yerde, bu ve benzeri suallere muhatap oluyorum. Anlaşılan, şakirtlerin kafaları karışık. Çünkü okuduğumuz eserlerde böyle durumlarda açık ve net cevaplar yok. Ama bizler tecrübelerimizle, ferâsetimizle doğru cevapları kolayca bulabiliriz. Biz de bunun için bu durumu, tecrübesi olan ağabeylerle istişare ettik. Oralardan da aldığım bilgiler ışığında şunları söyleyebilirim: Böyle bir ihtilâlin yapılmasını elbette istemeyiz. Gelin görün ki, biz istemesek de bu ihtilâl yapıldı. Yapanlar kim? Milletin bağrından çıkan ordumuz. Türk ordusu, bu milletin kötülüğünü ister mi? Onlar her şeyi bizden daha iyi bilir. Sonra bu millet terör belâsından çok çekti. Bizim bu derslerimiz, hizmetlerimiz de zarar gördü... Bakın şimdi terör bitti. Derslerimizi serbestçe yapıyoruz. Bütün bunları kim yaptı? Şanlı ordumuz... Şimdiye kadar askerimiz, komutanlarımız din aleyhindeymiş gibi gösterildi. Halbuki bu ihtilâl vesilesiyle öğrendik ki, hiç de öyle değil. Bizim gibi düşünen, inancı tam olan öyle komutanlar var ki...”
Tam bu sırada dinleyicilerden birisi söz alarak “Ağabey, siz böyle diyorsunuz, ama gazetemiz başka şeyler söylüyor” deyince, ağabey hemen söze girerek “Bakın arkadaşlar, bu gazeteyi belki bizler size tanıttık ve tavsiye ettik. Ama şimdi şartlar değişti. Kritik bir devreden geçiyoruz. İhtilâli yapanlar, gerek bu derslerimize, gerek şu kitaplarımıza katiyyen birşey demiyorlar. Ama gazete, dergi gibi neşriyâta müsaade etmiyorlar. Ne yapabiliriz? Bizim aslî vazifemiz zaten risâleleri okumak değil mi? Yüz elimiz de olsa ancak buna kâfî gelir? Gerisi olmasa da olur” derken sözünü daha tamamlamamıştı ki, kapı tekmelenircesine, aralıksız çalınmaya başlayınca bütün dikkatler kapıya yöneldi ve kapı açılır açılmaz içeriye silâhlı beş altı asker girerek, hızlı adımlarla sohbet odasına daldı... Dokuz-on kadar kişiyi alarak o akşam karakola götürdüler. İçlerinde dersi yapan ağabey de vardı.
Akşam sohbetten erken ayrılan Hüseyin, sabahleyin olup biteni öğrenir öğrenmez, doğruca, mahkemeye sevk edilen nur talebesi kardeşlerini görmek için adliyeye gider. Hüseyin’in geldiğini gören misafir ağabey, şaka ile karışık “Söyle bakalım kardeşim Hüseyin, akşam erken ayrıldığına göre, başımıza gelecekleri ya biliyordun veya sende bir kerâmet var” deyince, Hüseyin de ancak “Ağabey, bende ne kerâmet var, ne de bildiğim birşey. Olsa olsa kaderin bir cilvesidir denilebilir” diyebilmişti.
13.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|