Nisan ayı, Nurun saff-ı evvellerinden ve hâdimlerinden çok önemli rükûn ve kahramanlarının Rahmet-i Rahman’a kavuştukları bir aydır. Kaderin bu konudaki hükmünü bilmiyoruz ama sanki Nurun istikbaldeki fütuhatının sebebi olarak bir çekirdek gibi toprağa düşmelerinin işaretleriydi.
Bu önemli şahsiyetler:
Nur dâvâsının istikamet kahramanı, asrın müceddidinin de sadakat kahramanı Ermenekli Zübeyir Gündüzalp. Vefat tarihi: 2 Nisan 1971.
Takvada birinci sıradaki, Ağroslu (Atabeyli) olan Tahiri Mutlu. Vefat tarihi: 3 Nisan 1977.
Namaz konusundaki tavizsiz çizgisiyle neşriyat alperenlerinden Mehmet Emin Birinci. Vefat tarihi: 3 Nisan 2007.
Evet, Nurun unutulmaz kahramanları bu mübarek ve muhterem ağabeyler, Nisan ayının ilk günlerinde Hakk’a yürüdüler. Rahmet-i Rahmanlarına kavuştular.
Bu müstesna ağabeylerin ve değerli insanların aziz hatıraları, onları sevenler tarafından bir çok mekânda yâd edilecek; hatimler, Kur’ânlar ve Fatihalarla idrak ve tes’id edilecektir.
Bu münasebetle, Fatihalara sebep olması dilek ve temennilerimle, onlara vefa borcumu ödeme düşüncesiyle bu yazıyı yazıyor ve ağabeylerimiz için rahmete vesile olmasını dilerken, geride kalan onu seven ve takdir edenler olarak bizler için de aşk, şevk ve yeni ufuklar açmasını temenni ediyorum.
Bu satırları, Nurun Büyük kahramanı Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin memleketi olan Ermenek’ten yazıyorum. Onun Nur Câmiasına son emaneti olan küçük kardeşi Haydar Gündüzalp Ağabeyle Nur sohbetinde beraberdik. Zübeyir Ağabeyin ismi her anıldığında hüzünlenen ve kendini tutamayarak ağlayan Haydar Ağabeyi üzmemek için Zübeyir Ağabeyden bahsedemedim. Ancak hakkında yazı yazarak, bir borcu yerine getirmek istedim.
***
Gerçek bir dâvâ adamı olan Zübeyir (Ziver) Gündüzalp; 1920 yılında Ermenek Yaylasında dünyaya teşrif etmiş ve 2 Nisan 1971’de bir Cuma günü İstanbul’da vefat ederek aramızdan ebediyetlere intikal etmişti. İstanbul Fatih Camii’nde on bini aşan insanın kıldığı cenaze namazından sonra Eyüb Sultan Kabristanı’na defnedilmişti. Onun vefatının Cuma gününe tevafukunun da, Hz. Peygamberin (asm): “Cuma günü veya gecesi ölen kimse, kabir azabından korunur” ifadeleriyle ayrı bir anlam kazandığını zikretmiş olalım.
Kısa sayılacak semeredar hayatı boyunca, ecdadına ve geçmişine bağlı kalarak, Ermenek Yaylalarından Malazgirt’e, Niğbolu’ya, Mohaç’a gider gibi Anadolu’nun önemli merkezlerinden Konya, Akşehir, Islâhiye ve Urfa’ya gitmiş, buraların dostluk iklimlerinde yaşamış, daha sonraları Isparta’nın güller, Emirdağ’ın nur dünyasında hayat sürmüştü. Üstadımızın âhirete teşrifinden sonra Urfa’da kalmıştı. 27 Mayıs’tan sonra mecburen çıkarıldığı Urfa’dan Ankara’ya gitmiş, bilâhare son on yılını İstanbul’da geçirmişti. Yavuz bakışlı, çelik iradeli, kumandan edalı bu aziz zat, hayatının baharında bütün varlığıyla, bütün benliği ile Kur’ân’ın hizmetine koşmuştu. Nur yolunun dertlisi ve kara sevdalısı olmuştu.
Bu müstesna Kur’ân talebesi Ermenekli Mehmed Ziver Gündüzalp’in, nüfustaki, süs mânâsındaki “Ziver” ismini, Üstad Bediüzzaman, büyük sahabelerden Zübeyir b. Avvam Hazretlerinin mukaddes ve mübarek ismiyle değiştirmişti.
Mehmed Zübeyir Gündüzalp, Nur dâvâsının yılmaz bir alpereniydi. Ateşîn bakışları, gür bıyıkları ile, Kafkas Kartalı İmam Şamil’in ruh ve edâsı ile dolu bahadır bir İslâm fedâisi idi. Çoğu Nur talebesi tarafından neseben Kafkasyalı olarak bilinen; ama kardeşi Haydar Gündüzalp Ağabeyin kendisinden bizzat dinlediğim hatıralarına göre, Üstad’la mülâki olduğu anda “Kafkas ve Çerkez” olduğunu beyanı üzerine Üstadın kendisine: “Sen Seyyidsin kardeşim!” dediği bir zat.
O, ciddiyet ve vakar dolu bir sima, gülmeyen fakat gülümseyen bir çehreye sahipti.
O, tane tane, sert ve yol gösteren konuşmalarıyla dikkati çeken bir mizaçtaydı.
O, İslâm tarihindeki meseleleri, Nurlardaki bahislerle birleştirebilen müstesna bir şahsiyetti.
O, İslâm’ın dertlisi, feragat ve fedakârlığın doruk noktasını ifade eden bir müstesna dâvâ adamının farklılıklarını kendi kahramanlığıyla telif ve tevhid eden, kudsî Kur’ân ve iman dâvâsının takipçisi olan dâvâ adamları için örnek bir şahsiyetti.
O, kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara: “Ben Risâle-i Nur’larla insanların ve İslâmların imanını kurtarmaları için gece-gündüz çalışma diye bir kara sevda hastalığına tutulmuştum. Sizin tıbbiyenizde, doktorluğunuzda ‘kara sevda’ hastalığının ilacı ve tedavisi var mıdır?” diye soran bir istikamet kahramanydı.
O, her zaman sefere hazır akıncıların ruh halinde bir fedâiydi.
O, daima düşünen, Nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadırdı.
O, düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç sallayan Osmanlı paşaları gibi cevvaliyet ve hareket dolu bir irade ve duruş sahibiydi.
O, gençliğinin baharını, hayatının canlı zamanlarını, sıhhatinin en gürbüz günlerini, varını, yoğunu, hülâsa her şeyini muazzez ve misilsiz bir İslâm dertlisinin derdine fedâ eden bir fedaiydi.
O, aziz ve muazzez Üstadla ilk karşılaşmaları, diğerlerine göre çok farklılık arz eden seçkin bir hadim-i Kur’ân’dı.
O; Üstad Hazretleri, Pakistan devlet adamlarından Ali Ekber Şah’ı Emirdağ’da yolcu ettikten sonra; kendisi başka bir arabadan indiğinde Üstadın “Biz bir veziri uğurlamaya geldik, başka genç bir veziri de karşılamaya gelmişiz!” dediği bir şahsiyetti.
Onun, İstanbul-Süleymaniye’de Kirazlı Mescid’de yaptığı ateşli ve âhenkli ders ve sohbetleriyle öyle kırıksız ve müstakim bir duruşu vardı ki, gelen yabancılar bile—Türkçe bilmedikleri ve tercümanlar da daha tercüme etmedikleri halde—gülerek, onun anlatmak istediği mânâları anladıklarını, tercümeye lüzum kalmadığını ifade edeceklerdi.
O, en ümitsiz günlerde ve zamanlarda kendisiyle görüşen İslâm âlimlerine de ümit ve şevk veren bir şevk adamıydı.
O, Kur’ân hakikatlerini öyle ifade ederdi ki; içindeki iman ateşini karşısındaki de duyardı.
O, kalbindeki iman ateşiyle, konuştuğu kimseleri hemen yakan bir karakter sahibiydi.
O, hayatını İslâmın dert ve çilesine feda etmiş, dâvâsı yolunda birçok meşakkatler çekmiş, sabırlı bir çilekeşti.
O, meşakkatler karşısında yılmayan bir bahadırdı. Kur’ân dâvâsına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.
O, “Anam, babam ve nefsim sana feda olsun Ya Resûlallah!” diyen Sahabelerin bu asırda fedakâr bir vârisi, onlar gibi her şeyini Resûlullah’ın nuruna ve bu nurun yayılmasına hizmet için fedâ eden, gözü pek bir alperendi.
Genç yaşında ölmesine rağmen, mahkemede yaptığı müdafaa ve notlarından derlenen kitap ve kitapçıklar, onun muhteşem şahsiyetini gösteren aynalardır. Kendisine zulmeden zalimler bile, onun “Vur! Vur!” diye haykırışından korkarak, vurmalarını bırakırlardı. O, iman ve Kur’ân yolunda hizmet etmek isteyenlere her şeyiyle yardımcı olan farklı bir rehberdi.
O, kendi nefsine “Tahkikî iman ilmini oku. Hakkı ve hakikatı öğren. Cahil kalma. Münevver ol. Aydın ol. Cahil insan, cahil bir genç, cahil bir kadın, ne kadar varlıklı da olsa yine fakirdir, geridedir, aşağıdadır. Okuyan erkek ve kadın, genç ve ihtiyar daima ileride, daima yükseklerdedir. Bütün fenalıkların, hayattaki bütün bedbahtlıkların vasıtası cehalettir. Bütün iyilik ve güzelliklerin, bütün saadet ve huzurun tek çaresi ilm-i iman bilgisiyle aydınlanmak ve nurlanmaktır” diyenlerdendi.
O, dikkatte, merhamette, sabırda, rıfkta, fazilette ve hilmde sebat etmeyi gerekli gören farklı bir gönül adamıydı.
O, “müşterek bir işte çalışan şahısların, dinî veya dünyevî bir müessese mensuplarının, müdavele-i efkâr yaparlarken, herkesin kendi fikrini mutlak bir isabet bilerek diğer arkadaşlarının fikirlerini daima isabetsiz görmesinin, müessese arkadaşlarının reylerini hakir bulmasının en büyük gaflet örneklerinden olduğu” fikrini savunanlardandı.
O, kişinin, müdavele-i efkârda bir işi isabetsiz veya zararlı bulduğunu arkadaşına söylerken, edep, terbiye, hürmet gibi yüksek ahlâkı çiğneyerek tehevvürle, şiddetle söylemesinin, karşısındakinin izzetini kırmasının İslâmî terbiye ve ahlâka sırt çevirmek olduğunu söyleyenlerdendi.
O, kişilerin mesaî arkadaşlarına hürmetle mukabele edip, kendi fikirlerinin isabetsiz olabileceğine ihtimâl vererek, yirmi meselede hiç olmazsa on adedini arkadaşlarının kanaatlerine münasip bulup iş yapmasıyla, fikirlere menfî hislerin karışmadığını göstermek gerektiğine inananlardandı.
O, her iş ve hizmet için meşveret ve müdavele-i efkârı devam ettirmenin öneminin şuurunda olanlardandı.
O, münakaşa ve kavganın hiçbir zaman yanında olanlardan değildi.
O, hiçbir zaman hislerin, heyecanın, hakaretli sözler sarf edenlerin yanında olmamıştı.
O, hakaret edenlerin, misilleme yapanların, kalb kıranların safında asla olmayanlardandı.
O, küskünlüğe, soğukluğa, gıyabda yapılan konuşmalara asla ve kat’â taraftar olmamıştı.
Vefat yıldönümleri münasebetiyle başta Zübeyir Gündüzalp, Tahirî Mutlu, Mehmet Emin Birinci Ağabeyler olmak üzere, Üstadımız Bediüzzaman ve bütün Nur talebesi ağabey, abla ve kardeşlerin ruhları şâd, makamları Cennet olsun. Taksiratlarını Cenâb-ı Hak affetsin. Bizleri de istikamet, sadakat, ihlâs ve samimiyette devam ettirsin inşaallah. (Âmin)
05.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|