Kader, olmuş ve olacak her şeyin yazılması, planlanması, programlanmasıdır. Cüz’î irade ise, sorumlu olduğumuz bütün konularda tamamen serbest olduğumuzu ifade eder. Şu halde kadere iman, hür iradeyi gerektirir.
Eğer hür irademiz olmasaydı, imtihanın sırrı kalmazdı! O takdirde, “sevap ve mükâfat, suç ve ceza” da söz konusu olmazdı. Kader ve hür iradenin püf noktası, fiillerimizin iki türlü olduğu noktasında ortaya çıkar:
1- İrademizin hiçbir müdahalesinin olmadığı, mecburî olarak yaptığımız/kabullendiğimiz hususlar/fiiller/işler...
2- Hür irademizle yaptıklarımız…
Dünyaya erkek veya kız, Türk veya Arap olarak gelmemiz, bizim irademiz dâhilinde değildir. Dolayısıyla bunlar, “ıztırarî, mecburi” hâllerdir, irademiz dışında cereyan ederler. Ki, bu ve benzeri durumlardan zaten sorumlu değiliz... Yani “Niye sen Kürt doğdun, niye Türk oldun, neden şurada dünyaya geldin?” diye hiç kimse herhangi bir suâle muhatap olmayacak, bundan bir sevap veya günah da almayacak. Allah, dilediğini, istediği millet ve ırktan yaratır.
Diğer taraftan görmek, mecburî (buna ıztırari de denir) bir fiildir. Bakmak ise, ihtiyârî, yani irademiz içinde olan bir fiildir. Gören bir insan, görme fiilinden dolayı değil, bakma fiilinden sorumludur.
Kezâ bir insanın eğilip kalkma, elini kaldırıp indirme, istediği yere gidip gelebilme kabiliyetinde olması, ıztırarî fiillerdendir. Ve bundan dolayı herhangi bir soruyla karşılaşmayacaktır. Ancak “Belini namazda da mı eğdi büktü, yoksa başka kötü işlerde mi; elini iyilik için mi uzattı, kötülük için mi?” gibi fiillerden sigaya çekilecektir.
Allah, “sevap ve günah”a sebep olacak ve tercih edecek, “cüz’î irade” dediğimiz bir “hür irade” bize vermiştir. Hür irade, isteme, arzulama, düşünme, istediği gibi hareket edebilme, hayatımızı yönetebilme/yönlendirebilme serbestisi demektir. Ne istersek, ne arzularsak, neye inanırsak—derecesine göre—Allah onu yaratır, onu yazar, onu verir...
Hür iradeyi şu misâlle açıklayabiliriz: On katlı, asansörlü bir apartmanı düşünün... Beşinci kattan yukarısında iyilikler, güzellikler, olumlu davranışlar, sevaplar, meşrû yerler; aşağısında çirkinlikler, kötülükler, olumsuzluklar, günahlar, gayrimeşrû yerler bulunsun. Biz beşinci katındayız. Asansörde, hangi katta neyin bulunduğunu gösteren tarifnâme, levhalar, işaretler, ayrıca asansörü çalıştıran yetkili vardır. Asansöre biniyoruz... Asansör, elektrik sistemi vs. kaderdir ve küllî iradedir. Bizim istediğimiz düğmeye basmamız, “cüz’î irade” dediğimiz hür irademizdir. Biz hangi düğmeye basarsak ve asansör çalıştırıcısına nereye gitmek istediğimizi söylersek, asansör bizi oraya götürür. Düğmeye basarken herhangi bir zorlamaya tabi olmadığımızı vicdanen de biliyoruz. Asansörcü bizi dinlemezse, zaten ondan biz mes’ul değiliz...
Hür iradenin mahiyetini anlamamamız, olmamasına delil olmaz. Ve “cüz-i ihtiyarî” dediğimiz bu hareketlerde gayet serbest olduğumuzu ve hiçbir baskıya maruz kalmadığımızı, tam tarif edemesek de, serbest olduğumuzu, herhangi bir baskıya maruz kalmadığımızı aklen ve vicdanen biliriz.
Herkes yaptığı işlerde herhangi bir baskıya maruz kalmadığını bilir. Dolayısıyla “hür iradesi”yle yaptığı işlerden mes’uldür. Ki, onları yaparken, herhangi bir baskı altında kalmadığını gayet iyi bilmektedir... Meselâ insan yoldan giderken, önüne büyük bir çukur çıksa, “Ne yapayım, kaderimde bu da varmış!” deyip içine atlamamakta, yolunu değiştirmektedir.
Kötü işler yapıp, günah işleyip yoldan sapanlar, “Ben kaderin mahkûmuyum!” diyerek kendilerini mazur gösterirken iyi işleri kendilerine mal etmeleri, aslında hür iradelerinin varlığını kabul ettiklerini gösteriyor; ancak günah psikolojisi onlara kendilerini müdafaa ettiriyor ve mazur gösteriyor!
Oysa cinayet işleyen, hırsızlık yapan ve bir başka suçla günah irtikâp edenler vicdanen bilirler ki, mahkûm değiller; zorlanmamakta, herhangi bir baskıya maruz kalmamaktadırlar… Zira kendilerini öldürmeye teşebbüs edip mallarını çalmaya çalışanların, “Biz kaderin mahkûmuyuz, ne yapalım, alnımıza yazılmış!” gibi saçma sapan mazeretlerini kabul etmezler.
Konuyu şu örnekle açmaya çalışalım: Okul, kaderdir. Talebenin “okul” meselelerinde, yalnız “okumak” ve “hocalarla olan münasebeti” dâhilinde mes’uliyeti vardır. Dersine çalışmayan, vazifesini yerine getirmeyen bir öğrenci, suçu öğretmene ve okula yükleyemez! Hayrettir ki, hiçbir Cebriyeci, suratının ortasına yediği yumruk sahibine, “N’apalım, sen rüzgârın önüne kapılmış bir kuru yaprak gibisin!” demediği hâlde, işlediği günahları/kötülükleri kadere yükleme cehaletini gösterebiliyor!
04.04.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|