“İnkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün
bütün başkadır.”
Bediüzzaman
Genellikle, bildiğimiz şeyleri gerçekleştirememekten, nazariyât ya da teorideki hakikatları pratiğe dökememekten yakınır, sıkıntıların ve dertlerin ana sebebi olarak uygulamadaki zaaflarımızı nazara veririz. Gerçekten öyle mi? Bildiklerimizi uygulayamamaktan mı, yoksa yeteri kadar bilmemekten mi?
Evet, ihtiyacımız olan şeyleri gerektiği kadar biliyor muyuz, yeterince hazmettik ve kabullendik mi? Ya da önem sırasına göre sıraladığımızda ebedî saadetimizi ilgilendiren konularda, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlı olan meselelerin esasını dem ve damarlarımıza işleyecek kadar öğrendik mi? Yoksa bildiğimizi zannettiğimiz şeyler genel kültür şeklindeki umumi ifadeler ya da ezberler mi? Eğer gerçekten öyleyse, esasa inmeyen bilgiler uygulamada ne kadar başarılı olabilir?
Bugün gerek iç dünyamızda gerekse İslâm dünyasındaki önemli problemlere baktığımızda pek çok konunun gelip temelde birkaç konuya kilitlendiğini görürüz. Aslında başarı, çoklukta boğulmakta değil; vahdette ve tekliktedir. Bir avuç sahabenin bütün imkânsızlıklara rağmen, dünyaya meydan okuyup neticeye ulaşmasındaki sır da burada gizlidir. Kâinatın mutlak hâkimi olan ve O’nun emri dışında bir yaprağın bile kıpırdamadığı bir Yaratıcıya ve onun Sevgili Resûlüne (asm) karşı muazzam bir iman ve sadakat, her zorluğu ve her engeli aşmanın anahtarı olmuştur.
İnsanın en mühim vazifesi Cenâb-ı Hakkı tanımak ve O’na iman etmektir. İman etmek denilince aslında çok geniş ve derin bir mânâ kastediliyor. Gerçekte imanın mertebeleri hadsizdir. Risâle-i Nur’da da ifade edildiği gibi bir bitkinin, küçük bir çekirdekten koca bir ağaca kadar nasıl bir çok mertebesi varsa; sıradan bir mü’minin imanından, cihana meydan okuyan bir sahabenin imanına kadar bir çok mertebeleri vardır. Sadece “iman ettik” deyip, dal ve budakları semaları katedecek ve cennet gibi muazzam bir meyveyi netice verecek istidat ve hususiyetteki bir çekirdeği, kuru bir çekirdek olarak bırakmak, onun bir gün çürüyerek dağılıp gitmesine sebep olmak demektir. Uygulamada karşılaşılan zorlukların aşılması ve hayatımıza aksetmesi ve kabre imanla girmek için imanın, mutlaka kökleşip, dal budak salacak ve meyve verecek seviyeye gelmesi gerekiyor.
Emre itaat ve tatbik etmedeki hassasiyet, emir veren makamın büyüklüğü, yeteri kadar tanınması, kabul ve tasdikine bağlıdır. Cenâb-ı Hak, kendisine isyan eden ya da emirlerine itaatte ihmalkârlık gösterenler için Hacc Sûresinde şöyle buyurur: “Onlar Allah’ı gereğince tanıyamadılar.” Evet, gereğince tanısalardı; insana şah damarından daha yakın, kalplerdeki en ince sırları bilen, semadaki ateş parçası dev küreleri sapan taşı gibi çeviren yer ve göğün sahibine ve kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Resûlüne (asm) karşı başka hesaplar içinde olabilirler miydi? Yada Cenâb-ı Hakkın şefkat ve merhametini içine alan cemâlî isimlerinin yanında, saltanat ve hâkimiyetinin gereği olan; âsileri cezalandırmak ve mazlumların haklarını korumak gibi celâlî isimlerinin de olduğunu; zerre miskal hayır ve şerrin karşılıksız kalmayacağını gereği gibi bilselerdi, isyan ve ihmale mecalleri kalır mıydı? Cenâb-ı Hakkı hem celâlî, hem de cemalî isimleriyle hakkalyakîn mertebesinde tanıyan sahabe, gazap âyetleri okunurken, titrerdi. Onun için isyan ve ihmalkârlık kokusu olan her türlü davranıştan şiddetle kaçınırlardı ve onun için de ubudiyet ve sâlih ameldeki gayret ve şevklerine sınır yoktu.
Bilindiği gibi imanın ihsan mertebesi vardır. Peygamberimizin (asm) ifadesiyle ihsan “görüyor gibi kulluk etmektir”. Nitekim Hz. Ali (ra) “gayb perdesi kalksa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyerek imanın hakkalyakîn mertebesine işaret etmiştir.
Elbette, ehl-i sünnetin “günahkâr olmanın, isyan ve inkâra delil olmadığı” görüşü ihmal edilmemeli. Ancak gaflet ve nisyanın ve kalbî hastalıkların da iman zaafından kaynaklandığı unutulmamalı. Yine bunun çaresi de Cenâb-ı Hakkın Nisa Sûresinde: “Ey iman edenler! İman edin!” fermanında olduğu gibi sürekli olarak imanı tazelemek, takviye etmek ve Cenâb-ı Hakkı, isim ve sıfatlarıyla tanıyarak marifetullahta mertebeler katetmektir.
Hucurat Sûresindeki: “‘İman ettik’ demeyin; ‘Teslim olduk’ deyin. İman, henüz kalplerinize yerleşmedi” âyeti de konumuz açısından dikkat çekicidir. Âyetin nüzûl sebebi olarak bilinen; çeşitli vesilelerle yeni Müslüman olmuş bir grup, ilk muhatap olmakla birlikte; mânânın umumî olması ve özellikle de imanın temellerinin sarsıntıya maruz kaldığı bu zamanda bugünün Müslüman’ı da bu âyetin önemli bir muhatabıdır. Müslüman bir memleket ve Müslüman bir aile gibi hasbelkader bir çok sebeple İslâm’a dahil olmak gibi taklidî ve sathî bir iman; Cenâb-ı Hakkın istediği tarzda bir mümin olmak için yeterli değildir, sadece bir başlangıçtır. İman, sürekli bir takviye ve tazelemeyle kalplere yerleşip kökleşmeli ve her bir fiilimize merkez olacak ve hayat verecek şekilde güçlülüğü ve canlılığı muhafaza edilmelidir.
20.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|