Bediüzzaman, her musibetin içinde bir nimet bulunduğunu bildirerek “daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti” görmemiz gerektiğini söyler.
Eğer “Ben ne için bu hale giriftar oldum, bu sıkıntı bana niçin verildi?” diye isyan eder bir hâle girersek, belâ ve musibetler daha da büyür. Özellikle hastalık gibi hallerde merak ettikçe dert büyür, adeta şişer. Psikosomatik hastalıklar denilen rahatsızlıklara yol açar ki, böyle bir hâl dertlerin daha da derinleşmesine, acıların daha da artmasına yol açar.
İnsan musibetlerle karşı karşıya kaldığında bunu bir “İlâhî iltifat” olarak kabul etmelidir. Zira Rabbimiz bizi terbiye ediyor. Bazen imtihan dünyasında yaşadığımızı unutuveriyoruz. Hâlbuki “emanet-i kübra” adı verilen ve büyük varlıkların tahammülünden aciz kaldıkları imtihan ile karşı karşıyayız.
Cennet ucuz olmadığı gibi Cehennem de lüzumsuz değildir. Cennete gidebilmek için sabretmeye mecburuz.
Eğer bir musibet isabet ederse, “Allah için yaratıldık ve yine O’na döneceğiz” hakikatini unutmamalıyız. Başa gelen belâların hepsinin daha büyükleri olduğunu düşünüp “Bu da geçer ya hu” demek zorundayız. Bir kolu kırılan, iki kolu kırık olanı görmeli; tek gözü görmeyen, iki gözü görmeyene bakıp şükretmelidir.
Anne ve babalar çocuklarına bazen ceza verirler. Niçin? Onlara eziyet etmek için mi? Elbette hayır, yapmış oldukları yanlışı tekrarlamamaları için. İşte başımıza gelen musibetlere daima bu gözle bakmalıyız. Bizleri terbiye eden Rabbimize asla isyan etmemeliyiz. Zira mülk O’nundur, dilediği gibi hükmetmek yine O’na aittir.
Zaten lezzetler geçip gider, ardında elem izleri bırakırlar. Hâlbuki geçmiş elemler insana “oh” dedirtirler. “Gençken şöyle iyiydik, böyle eğlenirdik” diyen herkeste bir burukluk, “Eskiden şöyle belâlara maruz kaldık, şöyle sıkıntı çektik, böyle cefa gördük” diyenlerde ise ferahlık vardır. Zaman akıp gittiğine göre eğer sabredilirse başımıza gelen bu musibet de aynı sonucu verecektir. “Oh, iyi ki sabretmişim, işte elemi gitti lezzeti kaldı” diyebilmek için sabretmeli ve imtihan olunduğumuz şuurunu daima hissetmeliyiz.
Sadece kendimiz için değil bütün varlıklar için durum bu şekildedir. Taş, toprak, “Ben neden canlı değilim” veya bitkiler, “Ben neden hareket edemiyorum” demeye hakları yoktur. Zira her şeyi yoktan var eden Allah, kimseye borçlu değildir.
Her varlık, kendinden bir alt derecedeki varlığa bakıp şükretmelidir. Çünkü kendi kendilerine olmadılar. Sebepler de kendilerini yaratmaktan acizdir. O halde her şeyin yaratıcısı olan Allah’a daima şükretmeli, verdiği nimete nankörlük etmemeliyiz.
Hassaten, biz insanlar bütün varlıklardan daha çok şükretmek zorundayız. Yokluk karanlıklarından gelip var olduk. Taş toprak gibi cansız olarak değil, canlı olarak yaratıldık. Bitki ve hayvanlar gibi değil, düşünen bir şuurlu varlık olarak doğduk. Ama hepsinden daha önemlisi Müslüman bir anne ve babanın çocukları olarak gözlerimizi açtık. Nereden gelip nereye gittiğimizi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Peygamber’den (asm) duyduk. Milyarlarca insanın mahrum kaldığı güzel duygu ve hasletleri dinimizden öğrendik.
Şimdi ise küçücük bir sıkıntıdan, basit bir musibetten vaveylâ ediyoruz. İnsanları Rabbimize şikâyet etmemiz gerekirken, hâşâ, Rabbimizi bizi imtihan ettiği için insanlara şikâyet ediyoruz. Böyle bir davranış bir insana, hele hele bir Müslüman’a asla yakışmaz.
Evet, her daim Allah’a şükretmek zorundayız. Eğer şükreder isek, Allah daha âlâsını verir. Yok, eğer nankörlük edersek dünyada elem, ahirette ise azap çekeriz.
Bakın atalarımız nasıl demiş:
Hak belâ vermez, kul azmayınca.
Kul belâ görmez, Hak yazmayınca.
Demek ki her şeyin sahibi Allah’tır. Dilediğine bu dünyada sıkıntı verir “keffâretü’z-zünub” olup ahirete bir şey kalmasın diye. Dilediğine nimet verir, şükrünü görüp ziyadeleştirsin diye.
Rabbimizden altından kalkamayacağımız yükleri, zayıf vücudumuza yüklememesini ve şükür ile imtihan edilmeyi niyaz ediyoruz…
18.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|