|
|
Ali OKTAY |
Nerede kalmıştık? |
|
En son sizlerle bu köşeyi 26 Eylül 2006 günü paylaşmışız. Tevekkeli boşuna değil parmaklar bilgisayarın tuşlarında kararsız, nereden nasıl başlayacağını bilmeden avare dolaşıp duruyor. İçimden eyvah diyorum. Sonra, bu uzun bir aradan sonra ilk yazın, sıkma canını düzelir İnşallah diye kendime moral vererek bir yandan da yazmaya devam ediyorum. Hem bizim okuyucularımız kadirşinastır. Halden anlar, heyecanına verir. Ayrıca onlar değil miydi her gördüklerinde “Ali Oktay kardeşim, neden yazmıyorsun artık. Müzikle ilgili böyle farklı konular, hatıralar, şiirler iyi oluyordu. Yine bekliyoruz” deyip samimi bir şekilde teşvik edenler. Bir yazımızdaki Dede Efendi konusunu çocuğunun ev ödevi için kullandığını söyleyen ya da yazıları arşivlediğini belirten okuyucularımız ise ne kadar da mutlu etmişti oysa beni. Ben de her defasında “İnşallah” deyip çağımızın o en sık tekrarlanan şu meşhur bahanesi olan “ zamansızlıktan” şikâyet ediyordum. Yine gazetemizin değerli yöneticileri Faruk Bey, Abdullah Bey, Kâzım Bey olsun “Müzik Yazıları ne oldu?” diye sorunca içten içe bir mutlulukla birlikte mahcubiyeti de yaşadığımı itiraf edeyim. Gerçekten de sadece yazmış olmak için yazmak değil de eğer faydalı olacaksa yazmalıyım diyordum kendime. Hoş bizim yazarlığımız da sadece paylaşmak, karşılıklı istifade üzerine kurulu. Aslında yazacak çok da konu var. Sizlerden uzak kaldığımız sürece ne çok konu birikmiş. Şunu da hatırlatayım dostlar. Arada bir de olsa “sesinizi” duyalım olmaz mı? E-mail atarak, hâlâ var mıdır bilmem ama mektup yazarak – bu arada mektup almayalı ne çok olmuş -, telefon ederek. Eleştirin, katkıda bulunun lütfen. Müzik Yazılarına tekrar hoşgeldiniz.
Üstâd’ı muntazır yollar...
Mart ayı… Her sene, Üstâd’ın vefatının hüznü ile özleminin, hayırla yâd edilişinin daha çok hissedildiği ay. Neye ve kime hizmet ettiğimizi anlayabildiğimiz ay. Sadece bu topraklar da değil dünyada düzenlenen sayısız toplantılarla O Zât’ı yâd eden, dua eden, şükreden on binlerce insanı görebildiğimiz ay. Gazetemizde ard arda çıkan anma programı duyurularını görüyorsunuz. Her toplantı ayrı bir huzur ve mutluluk adası gibi. Büyük bir dâvânın küçük bir parçası olmanın bile verdiği his ne müthiş. Toplantılara gelen ve belki de ilk defa bir arkadaşının daveti üzerine iştirak edenlerin yüzlerinde bile o yansımaları görebiliyorsunuz. Bu sene İzmir’le başladık. İnşallah Kayseri, İstanbul, Tarsus programlarıyla devam ediyoruz. Sahnede Tasavvuf Müziğimizin ve Üstâd Hazretleri için yapılan eserleri icra ederken yaşadığımız hisleri, izlenimlerimizi inşallah yine paylaşmaya devam edeceğiz.
Sanki kâinat ilahî bir mûsıkî dairesidir
Çok değil bundan 15 – 20 yıl öncesine kadar bile dinî müzik icra etmek, enstrüman eşliğinde ilahî söylemek biraz zordu. Çünkü önünüzde aşmanız gereken önyargı buz dağları vardı. Çarpmadan, kırıp dökmeden yapmaya çalıştığınız şeyin, dine aykırı olmadığını bildiğiniz kadarıyla anlatmaya çabalıyor, bazen başarılı oluyor bazen de uygun bir dille siz, bunun doğru olmadığına ‘’ ikna ‘’ediliyordunuz. O an, değil 15-20 sene 70-80 yıl öncesine gidip yazdıklarına baktığınızda Bediüzzaman Hazretlerine daha bir hayran oluyor, kıymetini anlıyorsunuz. Zira diyordu ki asrın Bedî’ si ‘’ Sanki kâinat ilahî bir mûsıkî dairesidir.’’ ‘’ ...Elbette bu mevcudatın Sâni – i Hâkimi, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sada veren ve ses verip tespih eden ve zikredip konuşan bir musiki- i İlahiye ve fabrika-i acibe yapmakla....’’ ‘’ Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezeli Kur’ân denilen musıka-i ilahiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i asumanda şiddetli ses getirmekle...’’ ‘’İşte o neyler, semavî ulvî bir musıkiden geliyor gibi safi ve müessirdirler.’’ Ya enstrümanla icrayı dine aykırı görenler varken ‘’ ... umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren....’’ diyen ve benzetmeyi tanbur, kanun, ney gibi enstrümanlar üzerinden yapan bir din âlimine saygı duymaz mısınız? Hele lütfen bir de şu ölçüye bir bakar mısınız? “.. Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helal, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvi hüzünleri, Rabbani aşkları iras eden sesler helaldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.’’ Bundan daha veciz daha güzel nasıl anlatılabilirdi? Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Hazretlerinin müzikle ilgili bahis ve tesbitleri elbette bununla sınırlı değil. Yeri geldikçe ve bildiğimiz kadarıyla paylaşmaya devam edeceğiz inşallah.
Bir hatıra
Son şahitlerden Mehmet Gülırmak Eskişehir hapishanesinde iken Bediüzzaman Hazretleri ile yaşadığı küçük bir hatırasını şöyle anlatıyor:
“Geceleri pislikten tahta kurularından, hamam böceklerinden uyumak kabil değildi. Serde şairlik de olduğu için şu satırları karalamıştım:
Vardığımız ellere
Şu safalı güllere
Eskişehir hapsinde
Tahta kurularından
Uyku tutmaz kimseyi
Döndük bülbüllere.
Bazan Üstad kaside ve ilahi söylememi isterdi. Böylece o sıkıntılı havayı dağıtmak istiyordu. Birgün elimi kulağıma atıp rast makamındaki şu satırları okumuştum:
Ehl-i dünya dünyada
Ehl-i ukba ukbada
Allah!..
Herbiri bir sevdada
Bana Allah’ım yeter.
Bana Resûlum yeter.
Bana ehlullah yeter.
Dertli dermanın ister
Aşık sultanın ister
Allah!...
Son Şahitler s. 83
GÖNÜLDEN DİLE
“İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zihayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir mûsıka-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.” B. Said Nursî - Sözler s. 570
18.03.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Nimetullah AKAY |
Sürekli mücadele |
|
Bütün insanların dünyasında sürekli bir mücadele bulunmaktadır. Bu mücadele iki zıt kutup arasında cereyan etmektedir. Bir tarafta “iyilik” sıfatı ifade edilen duygular, diğer tarafta “kötülük” sıfatı çerçevesinde insan dünyasına hâkim olmak isteyen duygular...
Hangi inançtan olursa olsun bu mücadele bütün insanlarda devam etmektedir. Zira insan her şeyden önce insandır ve insanlık sıfatlarıyla mücehhez kılınarak bu dünyaya gönderilmiştir. Kâinatın Yaratıcısı Rabbimiz, iyilik duygularının insanlarda muhafaza edilmesi için, her dönemde, yaratmış olduğu bu insanlara Peygamberleri uyarıcı olarak göndermiş ve onlar vasıtasıyla, insanlara, kötü duygulara karşı mücadele tarzlarını öğretmiştir.
Bir kısım insanlar bu İlâhî ikazcılara kulak vererek iyilik cephesinde yer alırken bir kısım insanlar da yoldan çıkarıcı şeytanlar vasıtasıyla kandırılmış ve kötülük cephesinde bir asi olarak bu dünya hayatını sonlandırmışlardır. Çünkü, insanların bir mücadele sonucunda iyilik duygularını muhafaza etmeleri gerektiği için, dünyaya gönderilen insanoğlunu iyiliklerden uzaklaştırıp, kötülüklerle sürekli buluşturan şeytanlar da yaratılmıştır..
Şeytanlar şerleri yaymaya, insanları kötülük sıfatlarıyla kirletmeye çalışırken, diğer taraftan bir kısım insanların mücadele azimlerinin artmasına sebep olmakta ve insânî değerlerini yüceltmelerine sebep olmaktadır. Bu cihetle şeytanın yaratılmasında bile hikmetler bulunmaktadır. Çünkü insanlar imtihana tâbi tutulmuştu. Bu sebeple elmas ruhlu insanlarla kömür ruhlu insanların birbirlerinden ayrılması mümkün olacaktı.
Demek ki, imtihan sırrının gereği olarak dünya hayatında şeytanlar bizlere musallat edilmiştir. Maksat şeytanî saldırılara karşı insanî değerlerimize sahip çıkmak ve insan-ı kâmil mertebesine çıkma yolunda çaba içinde olabilmektir. İnsanlık tarihine göz gezdirdiğimizde bir kısım insanların şeytanla mücadelelerinde oldukça büyük başarılar elde ettiklerini ve bu başarılarıyla iyilik cephesine büyük kazanımlar sağladıklarını görebiliriz.
Allah’ın gönderdiği ikazcılara uyanlar yeryüzünü imar edip, bütün mahlûkata bir mana kazandırırken, İlâhî ikazcılara kulak vermeyip Yaratıcıya karşı küfür duygularını hayatlarına geçirenler de dünya hayatının keşmekeş içinde bulunması için ellerinden geleni yapmış, böylece bütün mahlukatın hukukuna tecavüz eden zalimler durumuna gelmişlerdir.
Şimdi bütün meselemiz, iyilik ve kötülüklerin mücadelesinde birer Müslüman olarak bizlerin ne durumda olduğudur. Biliyoruz ki, şeytan ve şeytanın içimizdeki temsilcisi olan nefsimizin bütün gayreti, bizleri kötülüklere yönelenlerden etmek ve Yaratıcıya karşı isyan eden, bütün mahlukatın hukukunu ayaklar altına alan birer zalim haline getirmektir. Sürekli akıl ve kalbimize, sevaba karşı günah, muhabbete karşı husûmet, kardeşliğe karşı düşmanlık, ihlâs ve samimiyete karşı ikiyüzlülük, birlik ve beraberliğe karşı parçalanmışlık okları atılmaktadır.
Rabbimizin rızasına uygun olmayan duygulara karşı Onun rızasına dayanmazsak kendimizi kötü duygulardan kurtarmamız mümkün olmayacaktır. Dünyanın hiçbir değeri, aklı başında olan insan için bu mesele kadar ehemmiyetli değildir. Zira nefsin ve şeytanların tuzağına düşerek, Rabbimizin bizlere kardeş olarak tayin ettiği kardeşlerimize kin ve düşmanlık besleyebilir, ihlâs ve samimiyeti kaybedip dünya menfaatleriyle kendimizi sersem bir hâle getirebiliriz.
İman ve küfür, iyilik ve kötülük mücadelesinde bizleri saplantılara düşürebilecek, bizleri yanlış yollara tevessül ettirebilecek, nefsin ve şeytanların sayılmayacak kadar tuzakları bulunmaktadır. Hatta zaman zaman bizlere hak namına haksızlıklar yaptırmakta, hizmet nâmına hezimetlere sebep olmamıza yol açmaktadırlar. Böyle durumlarda nefsimiz, yanlış adımlarımızda haklı olduğumuzu bize kabul ettirmekte, bizler de iyi niyetlerle onun tuzağına düşmekte ve yanlışlarımızı hep doğru görmekten kendimizi alamamaktayız.
Rabb-i Rahimin, İman ve İslâm nimetini bahş ettiği biz insanların en büyük imtihanı, “Şeytanın sağdan yaklaşması” şeklindeki tuzaklarıyla karşı karşıya olduğumuzdur. Şeytana karşı, sürekli Kur’ân-ı Azimüşşân ve Sünnet-i Muhammediye’den (asm) enerjmizi almazsak işimiz kolay olmayacaktır şüphesiz...
18.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Belâlara maruz kaldığımızda ne yapmalıyız? |
|
Bediüzzaman, her musibetin içinde bir nimet bulunduğunu bildirerek “daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti” görmemiz gerektiğini söyler.
Eğer “Ben ne için bu hale giriftar oldum, bu sıkıntı bana niçin verildi?” diye isyan eder bir hâle girersek, belâ ve musibetler daha da büyür. Özellikle hastalık gibi hallerde merak ettikçe dert büyür, adeta şişer. Psikosomatik hastalıklar denilen rahatsızlıklara yol açar ki, böyle bir hâl dertlerin daha da derinleşmesine, acıların daha da artmasına yol açar.
İnsan musibetlerle karşı karşıya kaldığında bunu bir “İlâhî iltifat” olarak kabul etmelidir. Zira Rabbimiz bizi terbiye ediyor. Bazen imtihan dünyasında yaşadığımızı unutuveriyoruz. Hâlbuki “emanet-i kübra” adı verilen ve büyük varlıkların tahammülünden aciz kaldıkları imtihan ile karşı karşıyayız.
Cennet ucuz olmadığı gibi Cehennem de lüzumsuz değildir. Cennete gidebilmek için sabretmeye mecburuz.
Eğer bir musibet isabet ederse, “Allah için yaratıldık ve yine O’na döneceğiz” hakikatini unutmamalıyız. Başa gelen belâların hepsinin daha büyükleri olduğunu düşünüp “Bu da geçer ya hu” demek zorundayız. Bir kolu kırılan, iki kolu kırık olanı görmeli; tek gözü görmeyen, iki gözü görmeyene bakıp şükretmelidir.
Anne ve babalar çocuklarına bazen ceza verirler. Niçin? Onlara eziyet etmek için mi? Elbette hayır, yapmış oldukları yanlışı tekrarlamamaları için. İşte başımıza gelen musibetlere daima bu gözle bakmalıyız. Bizleri terbiye eden Rabbimize asla isyan etmemeliyiz. Zira mülk O’nundur, dilediği gibi hükmetmek yine O’na aittir.
Zaten lezzetler geçip gider, ardında elem izleri bırakırlar. Hâlbuki geçmiş elemler insana “oh” dedirtirler. “Gençken şöyle iyiydik, böyle eğlenirdik” diyen herkeste bir burukluk, “Eskiden şöyle belâlara maruz kaldık, şöyle sıkıntı çektik, böyle cefa gördük” diyenlerde ise ferahlık vardır. Zaman akıp gittiğine göre eğer sabredilirse başımıza gelen bu musibet de aynı sonucu verecektir. “Oh, iyi ki sabretmişim, işte elemi gitti lezzeti kaldı” diyebilmek için sabretmeli ve imtihan olunduğumuz şuurunu daima hissetmeliyiz.
Sadece kendimiz için değil bütün varlıklar için durum bu şekildedir. Taş, toprak, “Ben neden canlı değilim” veya bitkiler, “Ben neden hareket edemiyorum” demeye hakları yoktur. Zira her şeyi yoktan var eden Allah, kimseye borçlu değildir.
Her varlık, kendinden bir alt derecedeki varlığa bakıp şükretmelidir. Çünkü kendi kendilerine olmadılar. Sebepler de kendilerini yaratmaktan acizdir. O halde her şeyin yaratıcısı olan Allah’a daima şükretmeli, verdiği nimete nankörlük etmemeliyiz.
Hassaten, biz insanlar bütün varlıklardan daha çok şükretmek zorundayız. Yokluk karanlıklarından gelip var olduk. Taş toprak gibi cansız olarak değil, canlı olarak yaratıldık. Bitki ve hayvanlar gibi değil, düşünen bir şuurlu varlık olarak doğduk. Ama hepsinden daha önemlisi Müslüman bir anne ve babanın çocukları olarak gözlerimizi açtık. Nereden gelip nereye gittiğimizi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Peygamber’den (asm) duyduk. Milyarlarca insanın mahrum kaldığı güzel duygu ve hasletleri dinimizden öğrendik.
Şimdi ise küçücük bir sıkıntıdan, basit bir musibetten vaveylâ ediyoruz. İnsanları Rabbimize şikâyet etmemiz gerekirken, hâşâ, Rabbimizi bizi imtihan ettiği için insanlara şikâyet ediyoruz. Böyle bir davranış bir insana, hele hele bir Müslüman’a asla yakışmaz.
Evet, her daim Allah’a şükretmek zorundayız. Eğer şükreder isek, Allah daha âlâsını verir. Yok, eğer nankörlük edersek dünyada elem, ahirette ise azap çekeriz.
Bakın atalarımız nasıl demiş:
Hak belâ vermez, kul azmayınca.
Kul belâ görmez, Hak yazmayınca.
Demek ki her şeyin sahibi Allah’tır. Dilediğine bu dünyada sıkıntı verir “keffâretü’z-zünub” olup ahirete bir şey kalmasın diye. Dilediğine nimet verir, şükrünü görüp ziyadeleştirsin diye.
Rabbimizden altından kalkamayacağımız yükleri, zayıf vücudumuza yüklememesini ve şükür ile imtihan edilmeyi niyaz ediyoruz…
18.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Badem gözler |
|
Baharın başlangıcı bademler, çiçek çiçek açıyor; tebessüm yapraklarla tefekkür zihinleri ziyaret ediyor… Dimağlarda doğan düşünce çiçekleri, duygu dirilişleri dâvet ediyor… Renkler şuura dokunuyor, şuur hikmet dokuyor; açılan idrak pencereler, tefekkür ve tezekkür lezzetlerle vecde getiriyor…
Gelen bahardır, nehar yakındır… Diriliş, yeniden diriliş, toprağın yüreğinden yukarılara doğru fışkırmakta… Bademler vadenin yakın olduğunu ilân ediyor; açan çiçekler coşkunun habercisi… Her bahar aynı şarkıyı söylüyor; hayata yeni bir can geliyor, can hayata yeniden yayılıyor…
Kuşların kanatları, yaprakların hışırtısı, yağmurun şıpırtısı, rüzgârın sesi, seslerin âhengi, renklerin dansı; düşünceleri ihtizaza getiriyor, duyguları raksa; içindeki kâinat kabına sığmıyor, akmak akmak daha hızlı akmak istiyor…
Akmak, hareket ve temizlik; tefekkür akışı vehimleri, endişeleri temizliyor, yeni bir can geliyor “iman” a… Genişleyen kâinat gibi iman da genişliyor zikir ve tefekkürle; ağacın çiçeklerinde galaksiler yaprak yaprak açılıyor…
Milyarlarca yıl, trilyon derecede yıldız kazanlarda pişen elementler, çiçek olmuş gülümsüyor… Pırıl pırıl berrak bir hava, serin esen rüzgâr, akan bulutlar, rakseden yeni açmış çiçekler; hayata ne güzel çeşni katıyor, tefekküre lezzet, lezzetlere şükür için istettiriyor… Gönül mest, ruh dönüp dönüp fotoğraflarını çekiyor cennet misâl manzaraların…
Zamanın üstünden seyrediyor bütün baharları, asıl baharın izini sürerek… Toprağın derinliklerinden, ufkun enginliğine tefekkür yollar açılıyor, gökkuşağı devşiriliyor tezekkür dönüşlerde…
Bademler, badem gözlere bakıyor; beni bakın, beni görün, beni okuyun… Ben bir harfim; yıldız bir harf, toprak güneş ay, zerre diğer bir harf… Harfler arasındaki boşluklar anlamı kolaylaştırmak için, boşlukta kaybolmak için değil… Bütün harfler bitişik olsaydı “anlam” anlaşılır mıydı? Hayatın anlamsız boşlukları tefekkür çiçeği ile dolmayınca vesvese, endişe, kaygı, günahla doluyor…
Hayatı dolu yaşamak; boşlukları azaltmak, harfleri yaklaştırarak irfan okuyuşlara geçmek… Şuurda boşluk bırakmamak; akıl yorulduğunda kalbi, kalp yorulduğunda aklı çalıştırmak, birlikte sevk etmek hakikat arayışlarına…
Bademler başladı ya gülmeye, diğer ağaçlar da peşi sıra geliyor; pembemsi, beyazımsı renklerle… Zihinler kış uykusundan uyanıyor, harfler açılıyor gonca gonca, mânâ rüzgârları esmeye başladı, hikmet yağmurlar yakın…
Cennet baharlar geliyor; boşluklar dolsun, şuur canlansın diye… Gözler açılmalı, gönül seyre dolmalı, ruh tayaran etmeli değil mi? Badem gözlü tefekkür yüzler, tezekkür bedenler.
18.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Ankara kriterleri |
|
Başbakan, hükümetinin üç yılı aşkın süredir rölantide tuttuğu AB sürecinde, Brüksel mahfillerine her fırsatta şöyle meydan okuyordu:
“Eğer AB işi olmazsa, Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapıp yola öyle devam ederiz.”
Erdoğan bu sözle tam olarak neyi kast ettiğini hiçbir zaman açıklamadı. Belki de, “Anlaşılması gerekenin ne olduğu açık” diye düşündüğünden. Acaba Başbakan Kopenhag kriterleri olarak ifadesini bulan demokratikleşme adımlarını kendi iç dinamiklerimizle atma hususundaki kararlılıklarını mı ifade etmek istiyordu?
Eğer öyleyse gözden kaçırdığı nokta şuydu:
Türkiye’deki iç dinamikler, hiçbir zaman demokratikleşme sürecinin itici ve sürükleyici gücü olma konumunda olamadı. 1950’de çok partili demokrasiye geçişimiz dahi Batının tazyikiyle oldu. Ama bu baskı, bürokraside mevzilenen tek parti zihniyetinin güç ve tesirini kıramadı.
Eğer gerçek anlamda demokrasiye geçebilmiş olsaydık, yaklaşık 60 yıllık çok parti sistemi dört kez müdahalelerle kesintiye uğrar mıydı?
Bu tek parti kafasının etkinliğini azaltma yönünde son dönemde gerçekleşen kısmî gelişmeleri yine bir dış dinamiğe, AB sürecine borçluyuz. 1999’da AB adaylığımızın Brüksel tarafından resmen kabul ve ilânından sonra girdiğimiz süreçte, demokrasimizin içeriğini de o kafanın tasallutundan kurtarmaya yönelik adımlar atıldı.
Herhangi bir siyasî iktidarın, milletten ne kadar fazla oy alırsa alsın, kendi inisiyatifiyle o adımları atabilmesi asla mümkün değildi.
Dahası, zihniyet olarak bu adımlara karşı olan partilerin oluşturduğu Anasol-M gibi koalisyon hükümetlerine dahi DGM’leri ve idam cezasını kaldırtıp 312’yi değiştirten belirleyici etken AB süreciydi.
AKP’ye, iktidarının ilk üç yılında geniş bir aydın ve kamuoyu desteği sağlayan en önemli sebeplerden biri de, bu süreçte demokratikleşme yönünde gerçekleştirilen önemli atılımlardı.
Ama 17 Aralık 2004’te AB’den müzakere tarihi alındıktan sonra sürecin daha da hızlanması beklenirken tam tersine AKP’nin demokratikleşme adımlarında frene basması işin seyrini değiştirdi ve bugünkü noktaya böyle gelindi.
Eğer AKP AB kriterlerini esas alan bir anlayışla demokratikleşme sürecini iyi yönetebilmiş; samimî ve kararlı bir tavırla ileri götürebilmiş; meseleleri yapısal sistem reformları bağlamında ele alıp birer birer sonuçlandırmaya koyulmuş; yargı reformunu yapabilmiş; asker-sivil ilişkilerini evrensel standartlara uygun hale getirmiş veya bu yönde kayda değer bir mesafe alabilmiş olsaydı son gelişmeler yaşanır mıydı?
Ne yazık ki, AKP başından beri bu sürece prensip temelinde değil, konjonktürel yaklaştı. Meselelere sadece kendi penceresinden baktı.
2002 seçiminden sonra Erdoğan’ın siyaset yasağı kaldırılıp parti kapatmak güya zorlaştırırken, sorunu temelden çözecek kapsamlı formüller yerine, günü kurtaracak palyatif çözümlerden medet umuldu ve tek parti zihniyetinin kullanacağı menfezler, olduğu gibi açık tutuldu.
Gelinen noktaya bakınca, “Yoksa bilerek mi böyle yapıldı?” kuşkusu da insanın aklına gelmiyor değil. Yeni bir muvazaa ile mi karşı karşıyayız? Başörtüsündeki son fiyasko ile inişe geçen AKP’ye yeni bir can simidi mi atılmakta?
18.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
18 Mart denilince |
|
Kâinatın Efendisi (asm), “Bana fânî âlemden ne hediye getirdin ey İkbal!” diye sorduğunda edebinden iki büklüm kesilen şâir, “Bizim gibi gedâlar sizin gibi sultanlara ne hediye getirebilir? Şu anda elimde yarısına kadar dolu bir bardak renkli su var. Bunu Cennet ırmaklarıyla değişmem. Bu Çanakkale’de ve Trablusgarb’ta dökülen Müslüman kanıdır” diye cevap veriyor.
Bu sözler, henüz Hindistan’dan ayrılıp bir devlet kuramamış, 1948’de kurulacak olan Pakistan’ın Mehmet Âkif’i sayılan Muhammed İkbal’a ait.
18 Mart denilince gerçekten İkbal’in “Cennet ırmaklarıyla değişmem” dediği mübarek kanları; Âkif’in lisanında “şüheda fışkıracak toprağı sıksan şühedâ” şeklinde ifadesini bulan, Cennetmisâl, misk kokulu mübarek topraklarda kefensiz yatan, “Çanakkale geçilmez” destanını yazdıran ve yine Âkif’in “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlıydı” diye kahramanlıklarını anlatmaya çalıştığı müstesna insanları hatırlamamak mümkün değil.
Yine Âkif’in terennümleriyle “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. / Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! / Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner aşarım; / Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım…” diye dillenen, doğduğundan beridir hür yaşamış, esâreti aslâ semtine uğratmamış bir neslin evlâtları bu kahramanlar…
253 bin şehidin kanlarıyla sulandı bu topraklar. Payitahta giden yol bu kapıdan geçiyordu. Burayı ele geçiren payitahta hâkim olurdu. Asırlardır payitaht İstanbul’a karşı hâin emeller besleyen düşmanlar bütün güçleriyle burayı zorlamış, ama kale gibi duran îman dolu göğüslere çarpıp yıkılmışlardı.
İtilâf Devletleri adıyla anılan bu kuvvetler, 3 Kasım 1914’te Çanakkale’nin Seddülbahir’inden hücuma kalkmışlardı. Ne var ki 18 Mart Deniz Zaferi, onların belini kırdı. Nusret Mayın Gemisi komutanı kahraman asker Hakkı Beyin, Karanlık Limanı’nın yukarı kısmına döşediği 20 mayın, manevra yapmak isteyen Fransız Bouvet gemisini denizin dibine indirdi. Yerine gelen İngiliz harb gemisi Irresistible de iki saat içerisinde aynı âkibete uğradı. Daha sonra imdadlarına gelen Ocean zırhlısı da bu sondan kurtulamamıştı. Mecidiye Tabyasında mücadele veren Seyyid Onbaşının eline kaptığı yaklaşık 276 kilo ağırlığındaki top mermisi Ocean gemisini arkadan vuracaktı. Fransız Suffren ve Gaulois zırhlıları da ağır hasar almışlardı. Cevad Paşa emrindeki Çanakkale istihkâmları düşman güçlerine karşı büyük bir zafer kazanıyordu.
Denizden geçemeyeceklerini anlayan İtilaf Kuvvetleri, İngiliz General Hamilton emrine verilen 75.000 kişilik bir kuvvetle karadan geçmeyi zorlayacaklardı. Fakat onca imkânsızlıklarına rağmen kahraman Mehmetçiğin îmanlı göğsü karşısında dökülüp gideceklerdi.
İtilâf Devletleri, 3 Kasım 1914’te Çanakkale’ye vuruyor, 7-8 Mart’ta Nusret Mayın Gemisinin mayınlarıyla karşılaşınca şoke oluyor, 18 Kasım 1915’te Çanakkale geçilmez destanı yazılıyor ve büyük bir deniz zaferi kazanılıyordu.
Bu millet, yeri ve zamanı gelince nice kahramanlıklar sergileyecek güçtedir.
18.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Adalet |
|
İslâm medeniyeti, kuvvete değil, hakka, adâlete dayanır. Yani kim haklı ise, kuvvetli odur. Haksız; güçlü, kuvvetli, soylu, zengin de olsa, İslâmiyetçe mutlaka cezalandırılır ve haklının hakkı ondan alınır. İslâmiyetin, bugün uygulanan demokrasilerle ayrılan noktalarından birisi de budur.
İslâmın öngördüğü cumhûrî sistemin en önemli sacayaklarından biri de adâlettir. Demokrasilerde, idâre edenler, idâre edilenlerin üzerindedir ve onların “idâre etme” imtiyazları vardır. Oysa, İslâmiyette, idârecilerin bir farkları, üstünlükleri yoktur, “Toplumun gerçek reisi o topluma hizmetkâr olandır”1 hadis-i şerifi bunun en bâriz örneğidir.
İslâm’da, idare edilen ile idâre edenler arasında herhangi bir anlaşmazlık vukû bulduğunda, her ikisi de eşit olarak adâlet önünde hesap verirler. Başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere, hilâfet, devlet başkanlığı, ordu komutanlığı, valilik gibi yüksek mevkilerde yer alanlar ile gedaların muhakeme olduğu yegâne nümûneler, İslâm tarihindedir. Oysa, bugün bile demokrasilerde; cumhurbaşkanı, meclis başkanının, başbakan, hattâ milletvekilinin dokunulmazlıkları vardır.
İslâm tarihinin altın sayfaları, adâletin şaheser örnekleriyle doludur. Üstelik Müslümanlar, sadece kendi dindaşları ve ırkdaşlarının değil, hangi din ve inanca, hangi mezhep ve vatana, hangi sınıf ve âileye mensup olursa olsun; taraftarlık göstermeksizin, kim haklı ise ondan yana tavır koymuşlar; hakkın ve adâletin ihyası için çalışmışlar; müesseseler kurmuşlardır.
Bunun ilk örneğini, İslâm dininin mübelliği, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm) bizzat nefsinde yaşayarak göstermiştir. O yüce insan, vefatına yakın günlerde, Ashab-ı Kiramını mescid-i saadette topladığında, onlara irad ettiği hutbede, şu mübarek sözlerle, hakkın ve adâletin ölçüsünü, bütün insanlığa ilân eder: “Ey insanlar! Ben sizin hem dünyada, hem de âhiret saadetine dâvet eden Peygamberinizim. Yarın haşir günü, kimsenin bende hakkı kalsın istemem. Her kimin benden alacağı varsa, gelsin alsın. Her kimin bende hakkı varsa, gelsin alsın. İşte malım, kimin hakkı varsa gelsin hakkını alsın. İşte sırtım, idareniz sırasında kimi dövmüş isem, gelsin dövsün! Benim yanımda en sevimliniz, bende hakkı olup da benden isteyeninizdir. Veyahut helâl edeninizdir. Ben, Rabbimin huzûruna kul hakkı olmaksızın varmak istiyorum.”2
O, söylediklerini tebliğ etmeden önce kendi nefsinde yaşadı. Şu ifadeler de o kutlu Nebînindir: “Birgün gelecek, boynuzluluğunu, boynuzsuz koyuna haksızlık yapmada kullanan koyundan bile, boynuzsuz koyunun hakkı alınacaktır.”3 Bu hadis-i şerîf, Âdil-i Mutlak olan Allah’ın, âhirette mutlak adâletinin çok hassas ölçülerle tecellî edeceğine işâret etmiyor mu? Zalimi, Âdil-i Mutlak ve Kahhar-ı Zülcelâl olan Allah’a havale eden şu ikaz karşısında kim titremez: “Allah zâlimin zulmünü yanına bırakmaz.”4
Başta Hulefâ-i Râşidîn olmak üzere, Sahabe-i Kirâmın, âdil Osmanlı padişahlarının, İslâm kumandanlarının, âlimlerin, müdakkiklerin, idârecilerin, kırıntısı bile başka milletlerde bulunmayan ve tarih sahifelerine altın harflerle yazdırdığı binlerce Kur’ânî adâlet ve hakperestlik örnekleri mevcuttur.
Adalet, yalnızca mahkemelerde tecellî etmez. Hayatın bütün safhalarında geçerli olan ve olması gereken bir haslettir. Özellikle Âdil-i mutlak olan Allah’a inanan bir Müslüman, hangi mevki ve makamda olursa olsun, âdil olmak zorunda. Bu, açık, kesin Kur’ânî bir emirdir: “Muhakkak ki, Allah, size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah bu emriyle size ne güzel öğüt veriyor.”5 Âyette geçen “insanlar” kelimesi önemlidir. “Müslümanlar” demiyor, hangi düşünce, inanç ve milletten olursa olsun, mutlaka adâletle hükmedilme hakkı vardır.
Mücessem bir Kur’ân olan kâinat ve içindeki bütün varlıklar, hâdiseler, unsurlar arasında cereyan eden ekolojik denge de, insanlara âdil ve dengeli olma dersi verir. İşi ehline vermek de, adâletin bir gereği.
Dipnotlar: 1- Keşfü’l-Hafa, 1: 462, hadîs no: 1515.; 2- Müsned, 5:30.; 3- Müsned, 1: 72.; 4- Müslim, Birr: 61.; 5- Kur’ân, Nisâ, 58.
18.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yan etkiler |
|
Adına ister "Yargı Darbesi", ister "14 Mart Muhtırası" denilsin, ne denirse denilsin, Türkiye, siyaseten yeni bir dönemece daha girmiş oldu.
Dolayısıyla, neticesi ve dalgaboyu henüz kestirilemeyen yeni bir süreç başlamış oldu.
Evet, iktidar partisi aleyhine açılmış bulunan kapatma dâvâsının seyri ve neticesi hakkında şimdiden kesin hükümlü ifadeleri kullanmanın bir mantığı yok.
Önümüzdeki günlerde ve aylarda neler olacağını, hadiselerin nasıl bir seyir takip edeceğini kimse bilemez... Ancak, yeni başlayan bu sürecin ne gibi "yan etkileri" olacağını şimdiden kestirmek münkün görünüyor.
Zaten, muhtemel bazı gelişmelerin uçları göründü bile...
* * *
Piyasalarda haftanın ilk gününde yaşanan şiddetli dalgalanma, siyasete müdahalenin ötesinde, yakın ve orta vâdede yaşanması muhtemel "siyasî belirsizlik"ten duyulan kaygının bir ifadesi olsa gerek.
Dalgalanan borsa ve döviz piyasasının bankalara ve iktisadî hayatın diğer ünitelerine nasıl tesir edeceği henüz tam olarak bilinemiyor.
Ancak, bazı temel gıda maddelerinin etiketlerine yansıtılan âni zamlar, bize fırsatçılara gün doğduğunu fısıldıyor gibi...
* * *
Yeni başlayan sürecin, eğitim ve çalışma hayatını da yakından etkileyeceği muhakkak gibi görünüyor.
Bilhassa üniversite öğrencileri ile ataması yeni yapılan veya hükümet yanlısı gibi görünen bürokratların, önümüzdeki süreci ciddi bir endişe ile takip ettiklerini ifade edebiliriz.
Zaten fazlasıyla mağdur edilen bu kesim, şimdi daha da mağdur edilme riskiyle karşı karşıya.
Esasında, biz tâ iki–üç hafta öncesinden öğrenci kardeşlerimizi uyarmış ve iktidar partisinin siyasî manevralarına güvenerek hareket etmemeleri gerektiği yönünde tavsiyelerde bulunmuştuk. (Bkz: 26 Şubat 2008 tarihli "Zıtlaşmaya, restleşmeye âlet olmayın" başlıklı yazı.)
Belki de bir "hiss–i kable'l–vukû" ile yazdık bu tür yazıları. Tam olarak ifade edememekle beraber, yakında sürpriz bazı gelişmelerin olabileceğine işaretle, değerli okuyucularımızı daha bir dikkatli, ihtiyatlı ve müteyakkız davranmaya çağırdık.
Zira, ciddî endişeler taşıyorduk. Ve, tahakkukunu asla temenni etmediğimiz o endişeleri duymakta ne derece haklı olduğumuzu zaman gösterdi.
Eğitim ve çalışma hayatının, henüz yeni başlayan siyasî çalkantılarla dolu bu süreçten nasıl ve ne ölçüde etkileneceğini kestirmek, önümüzdeki günlerde biraz daha mümkün hale gelecek.
* * *
Siyasete yönelik askerî veya mülkî odaklı müdahaleler, Türkiye'nin demokrasi itibarına gölge düşürüyor. Siyaseti de rayından saptırıyor... Bu tarz müdahalelerin, Türkiye'yi genel olarak ve her yönüyle ileriye değil, geriye doğru götürdüğü, yaşanan tecrübelerle âdeta tescillendi.
Bu tescile rağmen, benzer hataların tekrarlanmaya devam etmesi, korkarız ki, insanlarımızın bir kısmını radikalleşmeye ve bir kısmını da depolitize ederek nemelâzımcılığa sevk eder.
Halihazırda görünen bütün yan etkilerine ve menfî belirtilerine rağmen, yeni başlayan kritik sürecin ülkemiz ve milletimiz için hayırlı neticeler doğurmasını Cenâb–ı Hak'tan niyaz ediyoruz.
Tarihin Yorumu 17 Mart 1944
Varlık Vergisi kasırgası (2)
Şeflik devrinde uygulamaya konulan ve 1944 yılı Mart ayı ortalarında tarihe karışan Varlık Vergisi konusunu çeşitli yönleriyle anlatmaya bugün de devam ediyoruz.
* * *
Varlık Vergisinin bir maksadının da, Türkleştirme politikaları olduğu görülüyor. Ama, biz bunu "Türk'e düşman kazandırma politikası" olarak da yorumlayabiliriz.
Zira, o yılların genel bütçesine yakın miktarda tahsil edilen bu haksız vergiler sebebiyle, Rum, Ermeni ve Yahudî asıllı vatandaşlar, Türk'e ve Türkiye'ye adeta düşman kesildiler. Hatta, önemli bir kısmı yurdu terk ederek başka ülkelere gittiler ve Türkiye aleyhindeki yıkıcı propagandalara destek vermeye yöneldiler.
Bu arada, dönmeler hakkında fazla birşey yapılamadı. Zira, onların kimliğinde yazılı isimleri Türk, din ise İslâm yazıyordu. Bunların hakiki Türklerden ayırd edilmesi, bugün gibi o gün de imkânsız gibiydi.
Neticede olan, kendi din ve etnik hüviyetiyle yaşayan azınlıklara oldu.
* * *
Varlık Vergisini vermek istemeyenlerin mallarına el konulurken, vergi veremeyenler ise, bedenen çalışmak mecburiyetinde bırakıldı.
İlk etapta Erzurum'un Aşkale ilçesinde kurulan çalışma kamplarına gönderilen borçluların bir kısmı, daha sonra Ankara'nın Sivrihisar kampına sürüldüler.
* * *
Bu olağan dışı vergi sisteminin resmî gerekçesi şuydu: "Savaş gibi olağanüstü şartlarda elde edilen yüksek kazancın vergilendirilmesi."
Ne var ki, basına kapalı olarak yapılan CHP grup toplantısında Başbakan Saracoğlu'nun vurguladığı gerekçe, yukarıda ifade edilenden farklıdır: "Bu kànun, aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsattır. Bu kànunla, piyasamıza hakim olan yabancılar (azınlıklar) ortadan kaldırılacak ve piyasa hakimiyeti Türklerin eline geçmiş olacak."
Esasen, o günlerinde resmî ağızlı gazetelerinde de, aynı yönde yayınlar yapılıyor ve Türk olmayanların aleyhinde şiddetli kampanyalar yürütülüyordu.
Bu tazyiklere daha fazla dayanamayan Rum, Ermeni, Yahudi ve Süryani asıllı vatandaşlar, mal–mülklerini haraç–mezat satmaya yöneldiler. Sat(a)mayanların ise, malları haczedilerek, vergi mukabilinde ellerinden alınmış oldu.
* * *
1942'de yüzde 70'i İstanbul'dan olmak üzere toplanan vergi miktarının 314.900.000 TL olduğu tesbit edildi. Bu rakamın da, o senenin toplam devlet bütçesine yakın bir miktar olduğu anlaşılıyor.
ABD başta olmak üzere, yabancı ülkelerin tepki göstermesi sebebiyle, Varlık Vergisi kasırgası da 1944 Mart'ında dinmeye başladı ve nihayet tarihe karışmış oldu. Ne var ki, bu tarz bir uygulamanın ardından, dış dünyada Türk'e ve Türkiye'ye olan düşmanlık hisleri daha da kabardı.
Yakın tarihimizde kara bir leke olarak yer alan bu uygulamanın, aleyhimizdeki propagandalar için de iyi malzeme teşkil ettiği söylenebilir.
(Daha geniş bilgi için: Varlık Vergisi Fâciası; Faik Ökte, Nebioğlu Yay., İstanbul 1951)
18.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Umutların tükendiği noktada |
|
Abdullah Bey:
* “Bazen insan, dertlerin ve sıkıntıların altında eziliyor. Dertlerin ve sıkıntıların hayır ciheti var mıdır?”
Biz mü’miniz; Allah’a inanıyor ve güveniyoruz. İmanımız bize öyle bir ümit kapısı açıyor ki, aslında yüz bin dünya derdi de gelse yine hafif kalır, yine çekilir cinsten olur. Fakat biz şüphesiz, dertten ve belâdan Allah’a sığınıyoruz, sığınmalıyız. Çünkü Allah’a sığınmak bir ibadettir.
Cenâb-ı Hak bütün mahlûkatın, bütün kullarının yegâne umududur. Herkes, her derdinde yalnız Cenâb-ı Allah’a sığınır, yalnız O’ndan ümit eder. Umutların tükendiği her noktada, Allah’ın rahmet ve umut kapısı hep açıktır. Emin olmalıyız ki, Allah Kendisine ilticâ edenlere şefkat ve merhametle yardım eder.
Şu âyetlerdeki ümit bize yetmez mi?
* “De ki: Rabbine kavuşmayı uman kimse, salih amel işlesin. Rabbine kullukta hiç şirk koşmasın.’”1
*“Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever. Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? O halde Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler.”2
Acziyetini bilen bir kulun Allah’a tevekkül edeceğinden eşsiz bir tesellî bulacağını beyan eden Bedîüzzaman, Fâtihâ Sûresindeki “Nestaîn” kelimesinin tevekkül mânâsını içerdiğini, bu mukaddes kelimenin dertli kullara tesellî verdiğini ve Allah’ın recâ ve ümit kapısını her an açık tuttuğunu kaydeder.3
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Celâli ve Cemâlî isimler vicdana tecellî edince ümit ve korku hâsıl olur.4 Allah’ın emrine muhatap olan insanlar, korku ve ümit ortasında bulunmalıdırlar. Takvayı umarak Rabbine ibadet etmesi gereken insan, ibâdetini hiçbir şekilde yeterli saymamalı, ibâdetine itimat etmemeli, dâimâ ibâdetinin artmasına çalışmalıdır.5 Ümidin kaynağı hiç şüphesiz îmandır. İman, dünya ve âhireti, nimetlerle süslenmiş iki sofra olarak insanın önüne sürer. İman nimetini bize ihsan eden Rabbimiz, ümit bakımından bize elbette kâfidir, yeterlidir.6
Recânın ve umudun cemâlî bir tecellî olduğunu7 kaydeden Bediüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Hakkın, tesellî isteyen kullarının dâima refîki, en yakın arkadaşı ve en sadık dostu olduğunu, recâ ve umut makamı mâhiyetinde, şefkatini kullarından aslâ esirgemediğini8 beyan eder.
Esasen, mü’min için hiçbir zaman umutsuzluk ve yeis söz konusu değildir.9 Ölüm bile mü’mini ye’se ve ümitsizliğe atamazken, mü’minin başka hangi sebeple ümitsizliğe düşmesi beklenebilir ki? Zira, ölüm, yokluk ve umutsuzluk kapısı değildir.10 Mü’min için ölüm mekân değiştirmekten ibârettir. Kabir ise, karanlıklı bir kuyu ağzı değil, nûrâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünyâ da bütün ihtişâmıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Dünya zindanından Cennet bahçelerine çıkmak, dünya hayatının rahatsız edici dağdağalarından rahat âlemine ve ruhların uçtuğu meydana geçmek ve mahlukâtın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp Rahmân’ın huzuruna gitmek bin can ile arzû edilir bir seyahattir ve eşsiz bir saadettir.11 Cenâb-ı Hak ölüm esnasında bu can ve ten mülkünü bizden, bizim için muhafaza etmek üzere alacak, fakat sonra tekrar geri iâde edecek ve fiyat olarak da-inşaallah-Cenneti ihsan edecektir.12
Bediüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hak bizi yoktan var etmiş, göz, kulak ve her türlü âzâmızı hiçten açmış, yaratmış, cismimize bir dil ve bir kalp takmış, bedenimize ve cihâzâtımıza, türlü türlü nimetlerini tartmak ve tanımak için sayılamayacak kadar hassas ölçücükler yerleştirmiş ve aynı zamanda isimlerinin çeşit çeşit hazinelerini anlamak için dil, kalp ve fıtratımıza hadsiz duygular koymuştur. Rahmet, şefkat ve kudret sahibi Allah Teâlâ bütün maksatlarımız ve umutlarımız için bize yeterlidir.13
O halde Allah’a dayanmalıyız, Allah’a sığınmalıyız, Allah’a duâ etmeliyiz. Dünyanın hangi sıkıntısı olursa olsun; bilmeliyiz ki, bir kapıyı kapayan Rabbimiz, bize sayısız kapı açmaya kadirdir. Ve yine bilmeliyiz ki, sabrettiğimiz ve Allah’tan ümidimizi eksik etmediğimiz takdirde, her sıkıntının perde arkası mutlak hayırdır, mutlak sevaptır, Allah’ın rızâsıdır ve her sıkıntı aslında birer âhiret azığı teşkil etmektedir.
Dipnotlar:
1- Kehf Sûresi: 110, 2- Âl-i İmrân Sûresi: 159, 160, 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 32, 4- A.g.e., s. 66, 5- A.g.e., s. 154, 6- Şuâlar, s. 85, 7- İşârâtü’l-İ’câz, s. 66, 8- A.g.e., s. 32, 9- Sözler, s. 580, 10- Mektûbât, s. 13, 11 Sözler, s. 187, 12- A.g.e., s. 31, 13- Şuâlar, s. 84
18.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Mart, kapıdan baktırır |
|
Bahara geçiş günlerinde ‘Mart ayı’nın önemi büyük. Ancak, atasözlerine de konu olduğu üzere; “Mart ayı, dert ayı” ya da “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” denilmiştir. Bu yıl, Mart ayının başka bir özelliği daha öne çıktı: Sadece ‘kazma-kürek’ değil, ekonomi ve siyasî istikrarı da yakmak üzere...
Kamuoyu, birkaç gündür AKP aleyhinde açılan ‘kapatma dâvâsı’nı tartışıyor. Hukukçu değiliz ve dâvâ ile ilgili olarak hukukî süreç de başladığı için temkinli olmak lâzım. Fakat konunun ehli olan uzmanlar, dâvâ dosyasının sağlam iddialara dayanmadığı noktasında hemfikir görünüyor. Öyle ki, iç dünyalarında parti kapatmaya taraftar olanlar dahi açılan bu dâvâyı ‘günül huzuruyla’ savunamıyorlar.
Bugün 18 Mart ve Çanakkale Zaferinin yıldönümü. Keşke bu günlerde bu zaferi kazanmaya vesile olan ‘iman’ı konuşabilseydik. Çanakkale’yi geçilmez yapan bu iman ve cesareti konuşmak ve gençlere aktarmak yerine, ne yazık ki başka şeyleri tartışmak durumunda kalıyoruz.
AKP’yi kapatma talebiyle sunulan dosyada öyle iddialar var ki, Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüştüğünü düşünmek mümkün değil. Meselâ, ‘siyasî yasaklı’ listesine dahil edilmek istenen bir vekilin ‘suç’u, ‘başörtülü öğrencilerle fotoğraf çektirmiş’ olmak... Bu yaklaşım, “Bana tevili kabil olmayan bir cümle getiriniz, sizi onunla idam edeyim” tavrını hatırlatıyor.
Elbette her kelime ya da cümleyi çok farklı şekillerde yorumlamak ve değerlendirmek mümkün. Ancak bunun ‘hukuk ve adalet’ adına yapılması düşündürücü.
Tekrarlamak istiyorum: Hukukçu değilim, ama gazetelere yansıyan iddiâları görünce; “Bu iddiâlar karşısında savunma yapılmaz, yapılmamalı” diye düşündüm. Bir nevî ‘susma hakkı’nı kullanmak belki de en iyisi. Tabiî böyle bir şey hukuken mümkün müdür bilemem, ama iddiâların bende oluşturduğu kanaat böyle...
Geçmiş dönemlerde açılan parti kapatma dâvâlarında yapılan savunmalar ve neticelerini bir de bu gözle incelemek lâzım.
Her zaman ifade etmeye çalışıyoruz: Hükûmetin önceliklerini ilân ettiği ‘liste’nin değişmesinde fayda var. Hükûmet, ekonomiyi ‘öncelikler listesi’nin en başında yazmıştı. Açılan bu dâvâ ‘liste’nin yeniden gözden geçirilmesinin şart olduğunu anlamayı gerektiriyor. ‘Öncelikler listesi’nin başında ‘hak, hukuk, adalet’ olmalı. “Önce ekonomi, sonra diğerleri” anlayışı Türkiye’yi bu noktaya getirdi. “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz asla!” anlayışını en önce siyasetçiler benimsemeli ve gereği için gayret göstermeli. Aksi yöndeki her adım, neticesiz kalmaya mahkûm.
Tabiî ki ekonomi de öncelikli olmalı, ancak ‘ilk ve son öncelikli madde’ hâline gelmemeli. Bakın, en öncelikli denilen ekonomi, açılan bir dâvâ sebebiyle kan kaybetmeye başladı. Ne yazık ki bütün yanlışların bedelini yine millet olarak hepimiz ödüyoruz. Önceliğimizi; hak, hukuk ve adalete verebilsek muhtemelen böyle krizler çıkmayacak.
Bu defaki Mart şartları, ‘hak, hukuk, adalet ve ekonomi’yi yakmak üzere...
18.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Kapatma dâvâsı” |
|
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın “AKP’yi kapatma davası”, Ankara’da deprem etkisi yaptı. Öylesine ki bu deprem, Ankara’daki orta şiddetli gerçek depremi gölgede bıraktı… Ancak, tam da demokrasiyi katleden darbelerle temel siyasî yapının tahribinin tartışıldığı bir dönemde, kamuoyunun yeniden parti kapatılmaya odaklandırılması, bir çok istifhama yol açmakta.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbelerinin ve en son 28 Şubat “postmodern” darbesinin tartışıldığı, muhâfazakâr “merkez sağ”ın dağıtıldığı bir süreçte, Başkentte patlatılan bu “bomba”nın arka plânı oldukça karmaşık. Bu durum, herşeyden önce Bediüzzaman’ın çok partili siyasî dönemin başında yaptığı “bu vatanda dört parti var” tespitinde belirlenen siyasetin geleneksel ve gerçekçi tabîi zemininin darbelerle parçalanıp dağıtılmasının, siyaseti ne denli sıkıntılara sürüklediğini ortaya koymakta. Zorlamalarla siyaseti rayından saptırma senaryolarının demokraside, maddî ve mânevî kalkınmada nasıl bir siyasî kargaşa ve kaosa ittiğini ortaya koymakta.
Ve “din adına siyaset” zihniyeti üzerine kurulan siyasî partilerin “en ılımlısı”nın da bu bahanelere karşı ne denli kırılgan ve “teşne” olduğunun âdeta ispatı olmakta.Halkın yüzde 60-70’inin “tam mütedeyyin” olması şartıyla ancak kurulabilip “siyasetin başına geçebileceği”, aksi takdirde daha baştan yanlışla başladığı için halka rağmenci antidemokratik zihniyete kuvvet verdiği tespiti bir defa daha doğrulanmakta. Bu haliyle dine ve dindarlara zarar verip, siyaset dışı mihrakların değirmenine su taşıyacağı gerçeği bir defa daha olaylarla su yüzüne çıkarmakta…
* * *
Görünen o ki tıpkı savaşların şekil değiştirdiği, işgal ve sömürgeciliğin “demokrasi ve özgürlük” paravanında dayatıldığı gibi, yeni yüzyılda darbelerin tarzı da değişti. “Helâket ve felâket asrı”nda, nifak perdesi altında fesad ve ifsatla iş gören bozguncu şebekeler, inanç ve mânevî esaslara “yenilik”, “değişim”, “çağdaşlık” ve hatta “ılımlılık” perdesinde ilişmeleri misali, demokrasi darbeleri de artık perdeli… Demokrasi darbeleri artık çeşitli “maskeler”le dayatılmakta; sinsî ve sahte uyduruk “gerekçeler”le perdelenmekte…
Anayasa Mahkemesi’nin ön inceleme yapıp iddianâmeyi kabul etmesi, ardından AKP’den bir ay içinde ön savunma istemesi, Başsavcılığın esas hakkındaki görüşü, sözlü savunmalar, raportör raporları ve Mahkemenin nihaî görüşmeleri, yaklaşık bir yıl sürecek… Ancak bu süreçte Başsavcının iktidar partisine, 60 klasörlük delillerle “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” gerekçesiyle açtığı davanın, kimin işine yaradığı sorusu hep sorulacak.
Global ekonomik krizle, carî açık ve hesapları tutmayan enflasyonla içte ekonominin “tehlike” sinyalleri verdiği, yeni “sosyal güvenlik yasası”nın kitleleri sokağa düşürdüğü, en son Pektim ve Tekel’de olduğu gibi özelleştirme ihâlelerinin Amerikan-İsrail- İngiliz Yahudi şirketlerine peşkeş çekildiği iddialarının ayyuka çıkmasıyla siyasî iktidarın zor bir kavşağa girdiği bir sırada, hem de Başbakan’ın Güneydoğu gezisi öncesinde açılan “kapatılma davası” doğrusu düşündürücü…
Ve Başbakan’ın ta İspanya’dan “velev ki siyasî simge de olsa” söylemiyle başlatılan yasadışı yasağı yasayla kaldırma yanlışlığının bir defa daha çıkmaza ve çözümsüzlüğe girmesiyle hükûmetin sorunları çözmede başarısızlığının görüldüğü bir esnada, “kapatma davası” iktidar partisine tam bir “can simidi” olmakta...
* * *
Zira “kapatma davası”yla, baştan beri inanç ve mânevî değerlere dair hak ve özgürlüklerdeki gevşeklik, tâviz ve çekingenliklerle dolu siyasî zafiyet gündem dışı kalmakta. Yeni anayasanın rafa kaldırılması, AB uyum yasaları çerçevesindeki demokratikleşme ve özgürlüklerin geliştirilmesi, düşünce ve ifâde hürriyeti önündeki engellerin kaldırılması askıya alınmakta. Hatta sınırötesi harekâta “Amerikan istihbarat desteği”nin desteğin arkasındaki “beklentiler” ve “pazarlıklar” konusu bile gündemin gerisine itilmekte…
Bazı uyduruk bahanelerle herhangi bir siyasî partiyi, hele bir iktidar partisini “kapatma teşebbüsü”, elbette demokrasiye yakışmayan vâhim bir tablo. Hangi gerekçeyle olursa olsun elbette ki bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Bütün siyasî partilerin, demokrasi taraftarlarının, eveleyip gevelemeden bunun karşısında yer almaları vazgeçilmez bir vecîbedir.
Ne var ki 2002 seçimleri öncesi AKP’ye “kapatılma” davası açılıp Erdoğan’ın yeniden DGM’ye çağrılması benzeri, bu kritik dönemdeki “kapatma davası”nın büyük avantaj sağlanması, soru işâretlerine yol açıyor. Tıpkı Siirt’te okuduğu bir şiirden dolayı ceza alarak “mağdur” duruma düşürülmesiyle tek başına iktidarla Başbakanlığa uzanan siyaset yolunun açılması gibi…
Bu bakımdan Başbakan Yardımcısı Şahin’in, daha şimdiden “Yerel seçimler öncesinde Anayasa Mahkemesi var; bu dâvâyla yüzde 50’nin üzeride oy alarak çıkacağız; bu imkânı bize sağlayanlara teşekkür ediyoruz” demesi oldukça anlamlı… Sahi “kapatma davası”, AKP’yi “mağdur” duruma düşürmek için mi?
18.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Özensiz ve gayri ciddî’ |
|
Ankara Baro Başkanı iddianameyi, ‘özensiz ve gayri ciddi’ olarak nitelendirmiş. Dolayısıyla çokları iddianameye ihtarname çekti. Başsavcı Yalçınkaya ise ‘takdir hakkımı ve yetkimi kullandım’ diyor. Olabilir ama takdir yetkisi doğru-yanlış kategorisinin dışında değildir. Bazı eski tüfekler de savcının bu hükmüne katılıyorlar. Sayısal çoğunluk mu büyük yoksa hukuk mu diye soruyorlar. Bu aslında bir nevi tavuk-yumurta hikâyesi. Kim kimden çıkar?
Bu bir zamanlar ordu millet tartışmasına da benziyor. Bazıları meseleyi makus çevirerek, ‘millet ordunun malıdır” tezini seslendirmiş ve hükmüne varmıştı. Yani orduyu halkın kaynağı olarak gören bir zihniyet vardı. Celâl Şengör gibilerin böyle düşündüğüne elbette şüphe yok. Buna mukabil, Oktay Ekşi gibiler de aynı bağlamda, ‘demokrasinin kaynağı hukuktur’ diyorlar. Ben her zaman Ankara mezhebinin mesleğinin mugalata olduğunu söylüyorum. Mugalatadan hiç vazgeçmiyorlar. Peki hukukun kaynağı nedir? Millet değil midir? Yasamanın kaynağı millet olduğuna göre hukuku hamur veya macun gibi istediği gibi evirip çevirebilir. ‘Ama bir de devrim süreciyle kazanılmış haklar var bunlar da anayasanın dibacesinde’ diyorlar. Kanadoğlu ve Vural Savaş gibiler böyle söylüyor. Ve başörtüsü tartışmalarını da bu kapsama sokuyorlar. Bazıları daha da ileri giderek “yüzde 95’le de gelseler muktedir olamazlar” diyorlardı.
Burada her ne kadar hukuk üzerinden bir tartışma yapılıyorsa da bu mugalatadır. Burada hukuk, gücün yerine kullanılıyor. ‘Halk istese de mer’i hukuku değiştiremez ve halk mahkûmdur’ anlayışı var. Bunun için de onların nazarında yüzde 47’nin de yüzde 95’in de nominal değeri vardır. Dolayasıyla burada hakem kesinlikle hukuk değildir. Zira hukukun kaynağı en azından mer’i sisteme göre halktır. Hukukun bekçisi halk olduğuna göre dibacenin bekçisi kimdir? İşte kendi kendilerini rejimin bekçiliğine atamış bir zümre var. Kimileri bu zümreye derin devlet de diyorlar. Öyleyse hakem, jakoben cumhuriyet anlayışının ve ideolojik azınlığın bir ruhu olarak güçtür. Hukuk ise sadece onun kılıfıdır. Bundan dolayı da dünya, onaylamak bir tarafa olan bitene kavramakta bile güçlük çekmektedir. Dolayısıyla hukuk diye karşımıza çıkmaları bir garabet örneğidir. Hukuk, kaynağını yok farzedebilir mi? Burada bir takım tabular üretilerek hukukun kaynağı yok farzediliyor. Başörtüsü gibi meseleler yatay bir surette laiklik ilkesine bağlanıyor.
***
Ve dâvâ her cihetle gayrı ciddidir. Bunun için fazla uzağa gitmeye lüzum yok. Ortada BOP gibi olmayan, heyula; adı olan kendisi olmayan bir teşekkülden dolayı başbakan suçlanıyor. Bu da iddianamenin arkasındaki unsurların gerçekten ziyade hayâle dayandığını gösteriyor. Abdullah Gül’ün de siyasî yasaklılar kapsamına alınması da böyle bir şey. Zira iddianame Gül Dışişleri Bakanı iken yani 6 ay önce hazırlanmış. Sonra alelacele düzeltilmeden servise konulmuş. Bu durumda, Kezban Hatemi, Haluk Özdalga gibiler hukukî sürecin gayrı ciddiliğinden dolayı iddianamenin kaynağına dâvâ açılmasını talep ediyorlar. Bu da yetmez. Piyasalar böyle bir iddianame ile velveleye ve çalkalanmaya bırakıldığından ve bunun sonucunda muazzam bir ekonomik kaçak ve kayıp mevzubahis olduğundan zarar gören çevreler ve mağdurların da yasalar önünde haklarını aramaları tabiidir. Eğer ciddiyetsizliğin üzerine pür ciddiyetle gidilirse Türkiye’de adam olur. Belki istenmeyen süreçten bir hayır doğar, sistem ve hukuk pekişir. Ve ülke saat gibi işleyen bir mekanizmaya kavuşur. Dâvânın görülür iki gerekçesi var. Bunlardan birisi, Akın Birdal gibilerine göre Ergenekon gibi yasadışı çeteleşmeler ve oluşumlar üzerine gidilmesidir. İkinci sebep de, başörtüsüdür. Ama bu dâvâda yine AKP’ye yarayacaktır. Sebebine gelince yine tek iddialı olduğu ekonomi alanında giderek kan kaybederken, çökme sinyalleri verirken yine iddianame ile birlikte mesele dinî zemine çekilmiş ve AKP’ye toparlanma imkânı bahşedilmiştir. AKP öldükçe küllerinden diriltiyorlar. 22 Temmuz seçimleri böyle bir atmosferin ürünüdür. AKP yine mağdurları oynayacaktır. AKP’ye esneme fırsatı bile tanımıyorlar. Tam gevşeyeceği bir sırada toparlanmasına hizmet ediyorlar ve erime sürecini tamire koyuluyorlar. Buradan bakıldığında insan ister istemez sormadan edemiyor: Bu dâvâyı açanlar bilerek veya bilmeyerek AKP’nin ekmeğine yağ mı sürüyorlar? Bunlar gerçekten de gizli AKP’li sayılabilir mi? Zira muhalif suretinde AKP’ye çalışıyorlar. Halkı galeyana getirerek onun zeminini tahkim ediyorlar.
***
Mesele çok yanlış bir zemine çekildi. Maalesef Türkiye’de kavga gerçekler üzerinden değil algılama üzerinden yapılıyor. Başka bir tabirle ifade edecek olursak, kavga İslâmcılarla gayri İslâmcılar arasında değil bir manada tabir caizse ‘ex müslümanlarla’, ‘ex İslâmcılar’ arasında. Bununla birlikte, neden tahammülleri çok az? Meseleye çok sığ ideolojik bir zaviyeden baktıkları için. İdeoloji insanların akıllarını perdeler. Gerçekleri görmesine engel olur. Adı ‘gizli AKP’ci’ye çıkan NYTimes’ın Türkiye temsilcisi Sabrina Tavernise yine iddianame üzerine aynı kesimleri kızdıracak bir makale kaleme almış ve şunları söylüyor: “İktidar partisine laik çevrelerden sert darbe. Yargı, laik çevrelerin kontrolündeki tek devlet ayağı...” Sabrina’ya göre olayın fotoğrafı şu: Tek ayaklı darbe teşebbüsü.
Ne diyelim Allah encamımızı hayreyleye...
18.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|