Başbakan, hükümetinin üç yılı aşkın süredir rölantide tuttuğu AB sürecinde, Brüksel mahfillerine her fırsatta şöyle meydan okuyordu:
“Eğer AB işi olmazsa, Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapıp yola öyle devam ederiz.”
Erdoğan bu sözle tam olarak neyi kast ettiğini hiçbir zaman açıklamadı. Belki de, “Anlaşılması gerekenin ne olduğu açık” diye düşündüğünden. Acaba Başbakan Kopenhag kriterleri olarak ifadesini bulan demokratikleşme adımlarını kendi iç dinamiklerimizle atma hususundaki kararlılıklarını mı ifade etmek istiyordu?
Eğer öyleyse gözden kaçırdığı nokta şuydu:
Türkiye’deki iç dinamikler, hiçbir zaman demokratikleşme sürecinin itici ve sürükleyici gücü olma konumunda olamadı. 1950’de çok partili demokrasiye geçişimiz dahi Batının tazyikiyle oldu. Ama bu baskı, bürokraside mevzilenen tek parti zihniyetinin güç ve tesirini kıramadı.
Eğer gerçek anlamda demokrasiye geçebilmiş olsaydık, yaklaşık 60 yıllık çok parti sistemi dört kez müdahalelerle kesintiye uğrar mıydı?
Bu tek parti kafasının etkinliğini azaltma yönünde son dönemde gerçekleşen kısmî gelişmeleri yine bir dış dinamiğe, AB sürecine borçluyuz. 1999’da AB adaylığımızın Brüksel tarafından resmen kabul ve ilânından sonra girdiğimiz süreçte, demokrasimizin içeriğini de o kafanın tasallutundan kurtarmaya yönelik adımlar atıldı.
Herhangi bir siyasî iktidarın, milletten ne kadar fazla oy alırsa alsın, kendi inisiyatifiyle o adımları atabilmesi asla mümkün değildi.
Dahası, zihniyet olarak bu adımlara karşı olan partilerin oluşturduğu Anasol-M gibi koalisyon hükümetlerine dahi DGM’leri ve idam cezasını kaldırtıp 312’yi değiştirten belirleyici etken AB süreciydi.
AKP’ye, iktidarının ilk üç yılında geniş bir aydın ve kamuoyu desteği sağlayan en önemli sebeplerden biri de, bu süreçte demokratikleşme yönünde gerçekleştirilen önemli atılımlardı.
Ama 17 Aralık 2004’te AB’den müzakere tarihi alındıktan sonra sürecin daha da hızlanması beklenirken tam tersine AKP’nin demokratikleşme adımlarında frene basması işin seyrini değiştirdi ve bugünkü noktaya böyle gelindi.
Eğer AKP AB kriterlerini esas alan bir anlayışla demokratikleşme sürecini iyi yönetebilmiş; samimî ve kararlı bir tavırla ileri götürebilmiş; meseleleri yapısal sistem reformları bağlamında ele alıp birer birer sonuçlandırmaya koyulmuş; yargı reformunu yapabilmiş; asker-sivil ilişkilerini evrensel standartlara uygun hale getirmiş veya bu yönde kayda değer bir mesafe alabilmiş olsaydı son gelişmeler yaşanır mıydı?
Ne yazık ki, AKP başından beri bu sürece prensip temelinde değil, konjonktürel yaklaştı. Meselelere sadece kendi penceresinden baktı.
2002 seçiminden sonra Erdoğan’ın siyaset yasağı kaldırılıp parti kapatmak güya zorlaştırırken, sorunu temelden çözecek kapsamlı formüller yerine, günü kurtaracak palyatif çözümlerden medet umuldu ve tek parti zihniyetinin kullanacağı menfezler, olduğu gibi açık tutuldu.
Gelinen noktaya bakınca, “Yoksa bilerek mi böyle yapıldı?” kuşkusu da insanın aklına gelmiyor değil. Yeni bir muvazaa ile mi karşı karşıyayız? Başörtüsündeki son fiyasko ile inişe geçen AKP’ye yeni bir can simidi mi atılmakta?
18.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|