—Dünden Devam—
*Günümüzde ve gelecekte AB, Türkiye’den ne gibi faydalar elde edecektir?
Avrupa Birliği için en önemli faktör Türkiye’nin büyük bir pazar olmasıdır. Şu anda rakamların doğru olduğundan yola çıkarsak, 200 milyar dolardan fazla geliri olan, 70 milyonluk bir pazar. Türkiye AB’nin son almış olduğu üye ülkelerin yüzde 70’i kadar büyük bir pazar. Şimdi bu pazarı elinde tutuyor. Amerikan ve Japon mallarına göre imtiyazlı bir şekilde, gümrüksüz malını Türkiye’ye sokuyor. Yani Amerika ve Japonya’yla kıyasladığımız zaman bu ülkelere gümrük parası ödemek zorunda. Bir rekabet üstünlüğü var. Ve pazar olarak bizi kullanıyor. Şimdi Avrupa Birliği küresel bir güç olmak istiyor. Avrupa Birliği, Türkiye’siz küresel güç olamaz. Çünkü küresel gücün elinde petrol ve gaz bağlantıları olması lâzım. Köprü Türkiye. Avrupa yaşlanan bir toplum. Türkiye’de ise ciddi bir genç ve dinamik nüfus var. İyi kullanabilirsek, iyi değerlendirebilirsek bu hem bizim için, hem de Avrupa için çok artı bir puandır. Kullanamazsak yine eksi bir puan. Yani genç nüfusu yetiştirmenize bağlı. Bu her iki ucu da keskin bir bıçak. Ama o bıçağı eğer Avrupa Birliği kanadını Türkiye’yi almaya verse, bizim bilim, araştırma ve eğitim projelerimize ciddi bir destek verse bu her iki tarafın da kazandığı (win-win/kazan-kazan) bir süreç olduğu sürece girebilir.
*Bu durumda “AB Türkiye’yi desteklemeli. Genç nüfusumuz AB için bir fırsat” demek mi istiyorsunuz?
Şimdi bakın, meselâ üniversiteyi yeni bitirmiş bir genç arkadaşı ele alalım. Biraz İngilizce bildiğini düşünelim. Biz onu belirli bir sistem içerisinde Almanca-İngilizceyi bilen, Türkiye’yi bilen, dünyaya açık bir insan olarak yetiştirme imkânımız var. Bu bizim için mümkün. Yani mesele o. Mesele bu dinamik ve genç beyinleri belirli bir proje çerçevesinde 2-3 dil bilen, dünyayı bilen, gittiği yere hizmet edebilen ve hizmet alabilen bir hale getiririrsek bu gençlerimizin başarılı olmasını sağlar. Başarılı olan insana o ülke sarılacaktır. Bir insanın çalıştığı zaman o topluma (Almanya’da çalışan işçilerimiz için hesaplamıştık) getirdiği yıllık net gelir, bıraktığı kâr net olarak 10 bin dolardan fazla. Yani tek kişinin. Şimdi düşünün. Karşınızda genç bir insan var. Almanya ya da Fransa hiçbir yardım yapmamış, okula göndermemiş. İlkokul, ortaokul ve liseyi burada okumuş. Biz şimdi bu genç insana iki tane yatırımla (Meselâ dil öğreterek) Avrupa’ya gönderebiliriz. Yani hiçbir yatırım yapmadan, 25 yaşında hazır bir işgücüne sahip oluyorsunuz. Bu Türkiye’nin Avrupa’ya sunacağı büyük bir imkân. Peki niye tam olarak kullanamıyoruz bu imkânı? Şimdi bu insanlar henüz çok iyi bir İngilizce bilmiyorlar. Almanca çok az biliniyor. Batının bazı değerlerini tam kavramış değiller. Bütün bunları 2-3 sene gibi kısa bir zamanda verebilirsiniz. Bunlar Türkiye’nin artıları.
Bütün mesele şudur: “Batı kararını doğru vermeli. Türkiye’yi partner mi almak istiyor, yoksa kullanabileceği bir ülke mi almak istiyor?” Şimdi bizim Batı’yla bilimsel kavgamız şu: “Türkiye’yi partner olarak almak zorundasınız” diyoruz. Partner olarak baktıklarında farklı bir politika yapacağız. Meselâ biz şu anda “Euromaster” diye bir program yapıyoruz. Orada partnerlik var. Almanlar yüzde 50 katılıyor, biz yüzde 50 katılıyoruz. Kararları biz veriyoruz, onlar destekliyor. Yani ortak karar veriyoruz. Bunlar önemli şeyler.
*Hükümet 2002-2004 yılları arasında AB yolunda ciddi adımlar attı. Fakat ne olduysa 2004 yılından bugüne kadar bu konuda ciddi hiçbir adım atılmadı. Hükümetin AB yolunda sergilediği tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğru tabiî. Fakat atılan adımlar belli bir uygulama alanı buldu. Yani hükümet bir atmosfer değişikliği yaptı. Fakat Avrupa’da bunu tam olarak değerlendiremedi. Yani yapılan bu değişikliklerin karşı tarafta artı bir reaksiyonu olması lâzım. Teşvik edici bir şey yok ortada.
*Avrupa mı teşvik etmiyor Türkiye’yi?
Evet, tabiî. Avrupa teşvik etmiyor.
*Fakat 2004 yılından itibaren büyük bir duraklama var.
Tabiî ki duraklar. Bakın şimdi Avrupa Kıbrıs konusunda diyor ki; “Sen Annan Planı’na ‘evet’ dedirtirsen, ben Kuzey Kıbrıs’ı tanıyacağım, izolasyonu kaldıracağım.” Kuzey “evet” diyor, Güney “hayır” diyor. Güney’i ödüllendiriyor, Güney’i üye yapıyor. Kuzey’e ise hiçbir sözünü yerini getirmiyor. Hatta Kuzey’i cezalandırıyor. Daha da önemlisi diyor ki: “Bir ülkenin iki dili varsa, ikisini de resmî dil yaparım.” E Kıbrıs’ın kaç dili var? 2 dili var. Biri Yunanca (Rum) diğeri Türkçe. Türkçe’yi neden resmî dili yapmadı? Bunlar önemli şeyler.
Avrupa Birliği Türkçe’yi resmî dil yapmak zorunda Kıbrıs’tan dolayı. Çünkü AB ‘ben hepsini aldım’ diyor. Hepsini almışsan, mantıkî olarak hareket edersek, o ülkenin iki dili var. Sen birini resmî dil olarak kabul ediyorsun, diğerini etmiyosun. Olur mu böyle şey? Olmaz.
Vize uygulamasına bakalım. Biz seninle antlaşma yapmışız. Sen keyfine göre antlaşmaya uymuyorsun, mahkeme kararlarına rağmen hiçbir şey yapmıyorsun. O zaman benim halkım, aydınım, hocam tepki göstermez mi? Yani bunlara da bakmak lâzım. AB kalkıp diyebiliyor mu ki, “Ben Türkçe’yi resmî dil olarak kabul edeceğim Kıbrıs’tan dolayı, vizeyi kaldıracağım.” Onların da bu konuda adım atması lâzım ki, hükümetin önü açılsın.
*Başka somut örnekler var mı peki?
Uzun yıllar PKK’nın uzantıları Almanya’da meşru bir durumda yaşadılar. Hatta şu anda da farklı bir şekilde farklı bir isimle yürüyor bunlar. Bunları hepimiz biliyoruz. Bütün dünyada ne kadar anarşist grup varsa, İngiltere’de merkezleri var. Bunların bir bölümü uluslararası ilişkilerde koz olarak kullanılıyor. Yani bunlar bildiğimiz şeyler. Aynı şeyi Türkiye yapar mı? Yapmıyor. Türkiye hemen teslim ediyor. ‘O zaman biz de onlar gibi yapalım, biz de onlar gibi davranalım’ dersek doğru olur mu? Hayır, olmaz. Niye olmaz? Çünkü biz AB ile partnerlik kurmak istiyoruz. Biz onları düşman olarak görmüyoruz. Biz onları dost ülke olarak görüyoruz. Dost ülke olmanın verdiği gerekleri yerine getirmelisiniz. Şimdi Türkiye’nin şartları bugün bir Almanya’nın şartları gibi değil. İç çatışma diye bir sorun yok ortada. Ayrıca Almanya’da kişi başına gelir 25-30 bin dolar civarında. Türkiye’de bu henüz 10 bin dolara varmış değildir. Onlar bu süreçlere varırken, ciddi sorunlar yaşayıp ciddi aşamalardan geçtiler. Tabiî ki biz de yavaş yavaş sorunları aşmaya çalışıyoruz. Fakat hedefi koyduk. O yola varmak istiyoruz. Yola çıkmışız. Eksikliklerimiz var. Hepimiz biliyoruz eksikliklerimizin olduğunu. Ama düzeltmeye çalışıyoruz.
*Avrupa Birliği üye ülkelerinin Türk vatandaşlarına karşı yürüttükleri haksız uygulamaların kapsamı nelerdir?
Avrupa Birliği üye ülkelerinin mevcut haklardan doğan meşru haklarımızı ihlâl ederek Türk vatandaşları ve kurumlarına karşı yürüttüğü bazı haksız uygulamaları şu şekilde sıralamak mümkündür:
-1980’den başlayarak adım adım 1987’ye kadar tamamen kaldırılan tarım ürünlerine gümrük uygulamasının 1996’dan sonra tekrar yürürlüğe konulması,
-Türk işverenlerine ve serbest meslek sahiplerine vize uygulanması, vize ücreti alınması ve ücretlerin arttırılması,
üHizmet sektöründeki Türk firmalarına ve onların çalıştırdıkları personele yerleşme ve ticarî faaliyette bulunmaları durumunda, AB üye ülkelerince bu faaliyetlerini etkileyecek sınırlamaların 1973 tarihindeki mevcut durumdan daha geriye getirilememesi prensibine ters düşen çeşitli uygulamalar.
-Bu subranasyonel karaktere sahip temel prensip, yapılan ikili antlaşmalar yoluyla da ortadan kaldırılamaz. ATAD’ın 21 Ekim 2003 tarihli Abatay/Şahin kararında, 1977 tarihinde Türk-Fransız Taşımacılık Antlaşması’nın ilgili hükümlerinin bu prensibe ters düşmesinden ötürü uygulanamayacağı hükmü çıkmıştır. Bu anlamda Türkiye’nin AB üye ülkeleriyle yaptığı ikili antlaşmaların, Türk işverenlerinin durumunu 1973 yılındakinden daha kötüye götürecek hükümler içermesi durumunda, hukukî geçerlilikleri yoktur.
-Haklarda kısıtlama yasağı çerçevesinde, 1980 tarihinden itibaren Türk işverenlerine karşı uygulanmakta olan vize yasağının tekrar gözden geçirilmesi zorunluluğu vardır. Bu uygulamanın hukukî olmadığı Almanya’da yayınlanan çeşitli belgelerle ve bilimsel makalelerle vurgulanmaktadır. Avrupa Komisyonu’nun görüşü de bu doğrultudadır. Bu konuda Komisyon’dan resmî görüş istenmelidir.
-Türkiye’de bulunan işverenlerin de Avrupa Toplulukları Adalet Divanı (ATAD) nezdinde dâvâ açma haklarının olduğu 2003 tarihli Abatay/Şahin Kararı ile ATAD tarafından tesbit edilmiş durumdadır. Maalesef işverenlerimiz bu haklarını kullan(a)mamaktadırlar. Bunun gibi hak arama girişimlerinin bugüne kadar sadece tek bir kötü örneği olmuştur. İyi hazırlanmamış ve kaybedileceği baştan beri bilinen bu gibi bireysel girişimler istenen sonucu verememektedirler.
-Bu gibi konularda haksız uygulamaya karşı girişimde bulunulması veya hukukî yollardan mücadele edilerek dâvâ açılması mümkündür. Ancak bunun için ciddi kurumsal ve bilimsel destek gereklidir.
*AB’nin en büyük ortaklarından olan Almanya ve Fransa, Türkiye için ‘imtiyazlı ortaklığı’ savunarak bu görüşlerini AB topluluğuna kabul ettirme çabaları içerisine girdi. (Merkel-Sarkozy ikilisi ) Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi bakın “imtiyazlı ortaklık” kelimesi bir defa kelimeyi dilin yanlış kullanması. Orwell isimli bir düşünür 1984’te diyor ki: “Bir zaman gelecek kelimeler tam ters anlamda kullanılmaya başlanacak.” Demek, bu işe hile karışacak. Yani insanlar kelimelerle karşısındakileri kandırmaya başlayacak. Kelime oyunları yapacaklar. Burada “imtiyaz” ne demektir? Sizin olmayan bir hakkınızı vermek, sizi daha iyi bir konuma getirmek demektir. Kime göre? Üye ülkelere göre. Yani buradan çıkan anlam; Türkiye, AB ile ilişki kuran ülkelerden daha iyi bir konuma gelecek demektir. Bugünkü konumdan daha iyi olacak demektir. İmtiyazlı olmak diyoruz değil mi? İyi de bu sözü söyleyenler böyle bir şey kastediyor mu? Hayır kasetmiyorlar. Şimdi Türkiye Gümrük Birliğine üye olmuş mu? Olmuş. Belli alanları AB zaten çiziyor. Niye? 1963’te tam üyeliğe yönelik bir ön üyelik antlaşması imzalamışız. 1970’te Katılma Protokolü imzalamışız. AB-Türkiye Ortaklık Konseyi üyeliğinde 45’ten fazla ortaklık konseyi kararı almışız. Bir çok alanlarda ekonomik anlamda Avrupa’da yaşayan Türkler bölük (çifte) vatandaş olmuşlar. Tam Avrupalı değil, ama onlara yakın bir statüye kavuşmuşlar. Biz Avrupalılara gümrük uygulamıyoruz. Onlar da bizim mallarımıza gümrük uygulamıyorlar. Kota uygulamıyoruz. Peki geriye tek ne kaldı? Bundan sonra yüzde 60-70 biz Avrupa Birliği’nin içindeyiz. Yani şöyle bir şey diyeyim. Bir daire çizersek, içerisine bir çizgi ile kesit çizdiğimiz zaman; Türkiye çizilen bu kesit alan ile, bu dairenin içerisindedir. Şu kesit alan Türkiye’dedir. İmtiyazlı ortaklık zaten budur. Yani bu bize zaten verilmiştir. Yani bu kelime neyi kastediyor? Türkiye’ye ne vereceksiniz? Verilmişin içinde ne var? Başka bir düşünce yok. Bir de Türkiye’ye verilmiş hakları uygulayın. O zaman bizi imtiyazlı ortak yapın. Anladınız mı? Yani burada kelime oyunu var. Hatta Başbakan son olarak Merkel’le konuştuğunda “Böyle bir şey olmaz, böyle bir şey mümkün değil. Ya üye oluruz ya da bize başka bir elbise dikmeyin” dedi.
*Yani AB bize imtiyaz vermiyor. Öyle mi?
İmtiyaz vermiyor. Bize imtiyaz vermiş gibi yapıyorlar. Biz zaten imtiyazlıyız. Zaten elde edilen haklarımız var. Ama onlar uygulamıyorlar. Onlar uygulasalar, Türkiye zaten imtiyazlı durumda. Yani hakkımız olan mahkeme kararına uymuyor, hatta verilmiş hakları geri alıyor. Sonra da ‘Ben sana imtiyazlı ortaklık vereceğim’ diyor. Bu durum kamuoyuna karşı bir kandırmaca. Dolayısıyla bunun bir mantığı yok.
- Son-
|