Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir.

Zümer Sûresi: 62

19.03.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Oturmadan önce iki rekât namaz kılarak mescidlerin hakkını verin.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 666

19.03.2008


Onun (asm) nuru, maşrık ve mağribi aydınlattı

Üçüncü Kısım: İrhâsattan, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın velâdeti hengâmında vücuda gelen harikalardır ve hadiselerdir. O hadiseler, onun velâdetiyle alâkadar bir sûrette vücuda gelmiş.

Hem bi’setten evvel bazı hadiseler var ki, doğrudan doğruya birer mu’cizesidir. Bunlar çoktur. Nümûne olarak, meşhur olmuş ve eimme-i hadis kabul etmiş ve sıhhatleri tahakkuk etmiş birkaç nümûneyi zikredeceğiz.

Birincisi: Velâdet-i Nebevî gecesinde, hem annesi, hem annesinin yanında bulunan Osman ibni Âs’ın annesi, hem Abdurrahman ibni Avf’ın annesinin gördükleri azîm bir nurdur ki, üçü de demişler: “Velâdeti ânında biz öyle bir nur gördük ki, o nur maşrık ve mağribi bize aydınlattırdı.”

İkincisi: O gece Kâbedeki sanemlerin çoğu baş aşağı düşmüş.

Üçüncüsü: Meşhur Kisrânın eyvânı (yani saray-ı meşhûresi) o gece sallanıp inşikak etmesi ve on dört şerefesinin düşmesidir.

Dördüncüsü: Sava’nın takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batması ve İstahrâbâd’da bin senedir daima iş’âl edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusîlerin mâbud ittihaz ettikleri ateşin, velâdet gecesinde sönmesi.

İşte şu üç dört hadise işârettir ki, o yeni dünyaya gelen zat, ateşperestliği kaldıracak, Fars saltanatının sarayını parçalayacak, izn-i İlâhî ile olmayan şeylerin takdisini men edecektir.

Beşincisi: Çendan velâdet gecesinde değil, fakat velâdete pek yakın olduğu cihetle, o hadiseler de irhasat-ı Ahmediyedir (asm) ki, Sûre-i Elem tera keyfe’de nass-ı kat’î ile beyan edilen Vak’a-i Fil’dir ki, Kâbe’yi tahrip etmek için, Ebrehe namında Habeş meliki gelip, fil-i Mahmudî namında cesîm bir fili öne sürüp gelmiş. Mekke’ye yakın olduğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebâbil kuşları onları mağlûp ve perişan etmiş, kaçmışlar. Bu kıssa-i acîbe, tarih kitaplarında tafsilen meşhurdur. İşte şu hadise, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın delâil-i nübüvvetindendir. Çünkü velâdete pek yakın bir zamanda, kıblesi ve mevlidi ve sevgili vatanı olan Kâbe-i Mükerreme, gaybî ve harika bir sûrette, Ebrehe’nin tahribinden kurtulmuştur.

Mektûbât, 19. Mektûb, s. 176

Lügatçe:

Velâdet-i Nebevî: Peygamberimizin (asm) doğumu.

bi’set: Peygamber olarak gelmek.

eimme-i hadis: Hadis imamları.

maşrık: Doğu.

mağrib: Batı.

inşikak: Parçalanma.

delâil-i nübüvvet: Peygamberlik delilleri.

irhâsat: Peygamber Efendimizin (asm) peygamberliğinden önce meydana gelen ve peygamberliğine delil olan harikulade haller.

velâdet: Doğum.

sanem: Put, heykel.

Kisrâ: Eskiden İran hükümdarlarına verilen ünvan.

19.03.2008


Cihan ufkundan doğan güneş

İnsanlık vahşet ve sapkınlığın karanlıklarında yüzüyordu. Hayatın gayesi, kâinatın mânâsı silinmiş, yok olmuştu. Her şey mânâsız, başıboşluk ve hüzün örtülerine bürünmüştü.

Ruhlar birşeyler bekliyor, bir nurun zulmet perdesini yırtmasını içten içe hissediyordu.

Beşeriyetin karanlıklar içinde olduğu o vahşet devrinde cihan ufkundan bir güneş doğmuştu. Bu güneş, âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammed (asm) idi. Tarihin seyrini, hayatın akışını değiştiren bu eşsiz hâdise, kâinatı yerinden sarsan inkılâbların en büyüğü idi.

İşte insanlığın akıl ve kalbinde düğümlenen “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorularını, düğümlerini çözüp kâinatın Sahibini ilân ve isbat edecek bir zatın teşrifi sadece insanların ruh ve kalbinde değil, sair varlıklarda, hatta cansız eşyada bile aks-i sadâsını bulacaktı. Şarktan garba, bütün âlemin nurlara gark olduğu, İlâhî inkılâbın tecellî ettiği o gece neler oldu, neler.

Yahudi ileri gelenleri ve âlimleri kitaplarında daha önce rastladıkları işaret ve müjdelerin açığa çıktığını gördüler. Kimsenin haberi olmadan önce onlar bu müjdeyi verdiler.

O gece Yahudi âlimleri semâya bakıp “Bu yıldızın doğduğu gece Ahmed (asm) doğmuştur” dediler.1

Bir Yahudi ileri geleni Mekke’de Peygamberimizin (asm) doğduğu gece, içlerinde Hişam ve Velid bin Muğire, Utbe bin Rebia gibi Kureyş ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda, “Bu gece sizlerden birinin çocuğu doğdu mu?” diye sordu.

“Bilmiyoruz” diye cevap verdiler.

Yahudi, “Vallâhi sizin bu kabahatinizden iğrendim! Bakın ey Kureyş topluluğu, size ne söylüyorum, iyi dinleyin. Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu. Eğer yanlışım varsa, Filistin’in kudsiyetini inkâr etmiş olayım. Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var!” dedi.

Toplantıda bulunanlar, Yahudinin sözünden hayrete düştüler ve dağıldılar. Her birisi evlerine döndüğünde bunu ev halkına anlattılar. “Bu gece Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu doğdu. Adını Muhammed koydular” haberini aldılar.

Ertesi gün Yahudi’ye vardılar:

“Bahsettiğin çocuğun bizim aramızda dünyaya geldiğini duydun mu?” dediler.

Yahudi “Onun doğumu, benim size haber verdiğimden önce mi, sonra mıdır?” dedi. Onlar, “Öncedir ve ismi Ahmed’dir” dediler.

Yahudi, “Beni ona götürün” dedi.

Yahudi ile beraber kalkıp Hz. Âmine’nin evine gittiler, içeri girdiler.

Peygamberimizi (asm) Yahudinin yanına çıkardılar. Yahudi, Peygamberimizin (asm) sırtındaki beni görünce, üzerine baygınlık geldi, fenalaştı. Kendine gelip ayıldığında kendisine, “Ne oldu sana, yazıklar olsun” dediler. Yahudi, “Artık İsrâiloğullarından peygamberlik gitti. Ellerinden Kitap da gitti. Artık Yahudi âlimlerinin kıymet ve itibarları da kalmadı. Araplar, peygamberleriyle kurtuluşa ereceklerdir. Ey Kureyş topluluğu, ferahlandınız mı? Vallâhi size, doğudan batıya kadar ulaşacak bir satvet, bir şevket verilecektir!” dedi.2

Kâinatın Sultanını dünyaya getiren bahtiyar annenin henüz dünyaya gelmeden görüp müşahede ettikleri de mânidardı. Nitekim o, Peygamber Efendimize (asm) hamile iken rüyasında “Sen, insanların en hayırlısına ve bu ümmetin efendisine hamile oldun. Onu dünyaya getirdiğin zaman ‘Her hasetçinin şerrinden koruması için bir ve tek olana sığınırım’ de, sonra ona Ahmed yahut Muhammed ismini ver.” Yine kendisinden çıkan bir nurun aydınlığında bütün şark ve garbı, Şam ve Busra saray ve çarşılarını, hatta Busra’daki develerin uzanan boyunlarını gördüğünü Abdülmuttalib’e anlatmıştır.3

Aynı gece, Hz. Âmine’nin yanında bulunan Osman İbni Âs’ın annesinin müşahedesi de şöyle: “O gece evin içi nurla doldu, yıldızların sanki üzerlerimize dökülecekmiş gibi sarktıklarını gördük.”4

Evet bu ulvî ânı dile getiren “Velâdet Bahri”nin müellifi Süleyman Çelebi, bütün bu hakikatleri şu beytiyle şiirleştirmiştir:

“Hem Muhammed gelmesi oldu yakın,

Çok alâmetler belirdi gelmeden.”

Rebiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi, yapılan hesaplamalara göre, güneş yılı itibarıyla 20 Nisan’a tekabül eden gece idi. Dünyaya teşrif eden İki Cihan Serverinin üzerini, o günün bir âdeti olarak bir çanakla kapattılar.

Araplara göre o zaman gece doğan çocuğun üzerine bir çanak koymak ve gündüz olmadan ona bakmamak âdettir. Fakat bir de baktılar ki, Peygamber Efendimizin (asm) üzerine konulan çanak, yarılarak ikiye ayrılmış. Peygamber Efendimiz (asm) gözlerini göğe dikip baş parmağını emmektedir.5

Evet, bu işaret, küfrün, zulmün, şirkin ve her türlü bâtıl inanç ve âdetin parçalanıp yok olması; iman, nur ve hidayetin kâinatı aydınlatması için gönderilmiş bir Peygambere idi.

Aynı gece Kâbe’de tapılmakta olan cansız putların çoğunun başaşağı devrildiği görüldü. Aynı gece Kisra sarayının beşik gibi sallanıp on dört şerefesinin parçalanıp yerlere düştüğü, Sava’da mukaddes tanınan küçük denizin suyu çekilip gittiği görüldü. Bin senedir yakılan ve söndürülmeyen Mecusî ateşinin o gece sönüverdiği müşahede edildi. Bütün bunlar işaret ve alâmetti ki, yeni dünyaya gelen zat, ateşperestliği, putperestliği kaldırıp, Fars saltanatını parçalayarak, Allah’ın izni olmadan mukaddes tanınan şeylerin mukaddesliğini ortadan kaldıracaktır.6

İşte bu geceye “Velâdet-i Nebî” gecesi diyor ve onu bütün kalbimizle, ruhumuzla her sene yeniden yâdedip kutluyoruz. Bütün kâinatla beraber bu geceyi hüsn-ü istikbal ederek, onun âleme teşrifine kıyam ediyoruz.

Getirdiği ebedî nura, açtığı saadet caddesine ve sünnet-i seniyyesine yeniden sımsıkı sarılmak ve Mevlid Kandillerini vesile kılarak ona yeniden biatımızı tazelemek ne yüce bir şeref ve ne büyük bir saadettir.

Allah bizleri o yüce Resûlün şefaatine nâil eylesin.

(Kâzım Güleçyüz, Üç Aylar ve

Kandillerimiz, s. 16)

Dipnotlar: 1- Tabakat 1:60. 2- A.g.e. 1:162-163 3- Taberî Tarihi, 2:125, Tabakat, 1:102. 4- A.g.e. 2:126. 5- Tabakat, 1:102. 6- Mektûbât, s. 161-162

19.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri