Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hasan GÜNEŞ

Kalbdeki iman



“İnkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün

bütün başkadır.”

Bediüzzaman

Genellikle, bildiğimiz şeyleri gerçekleştirememekten, nazariyât ya da teorideki hakikatları pratiğe dökememekten yakınır, sıkıntıların ve dertlerin ana sebebi olarak uygulamadaki zaaflarımızı nazara veririz. Gerçekten öyle mi? Bildiklerimizi uygulayamamaktan mı, yoksa yeteri kadar bilmemekten mi?

Evet, ihtiyacımız olan şeyleri gerektiği kadar biliyor muyuz, yeterince hazmettik ve kabullendik mi? Ya da önem sırasına göre sıraladığımızda ebedî saadetimizi ilgilendiren konularda, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlı olan meselelerin esasını dem ve damarlarımıza işleyecek kadar öğrendik mi? Yoksa bildiğimizi zannettiğimiz şeyler genel kültür şeklindeki umumi ifadeler ya da ezberler mi? Eğer gerçekten öyleyse, esasa inmeyen bilgiler uygulamada ne kadar başarılı olabilir?

Bugün gerek iç dünyamızda gerekse İslâm dünyasındaki önemli problemlere baktığımızda pek çok konunun gelip temelde birkaç konuya kilitlendiğini görürüz. Aslında başarı, çoklukta boğulmakta değil; vahdette ve tekliktedir. Bir avuç sahabenin bütün imkânsızlıklara rağmen, dünyaya meydan okuyup neticeye ulaşmasındaki sır da burada gizlidir. Kâinatın mutlak hâkimi olan ve O’nun emri dışında bir yaprağın bile kıpırdamadığı bir Yaratıcıya ve onun Sevgili Resûlüne (asm) karşı muazzam bir iman ve sadakat, her zorluğu ve her engeli aşmanın anahtarı olmuştur.

İnsanın en mühim vazifesi Cenâb-ı Hakkı tanımak ve O’na iman etmektir. İman etmek denilince aslında çok geniş ve derin bir mânâ kastediliyor. Gerçekte imanın mertebeleri hadsizdir. Risâle-i Nur’da da ifade edildiği gibi bir bitkinin, küçük bir çekirdekten koca bir ağaca kadar nasıl bir çok mertebesi varsa; sıradan bir mü’minin imanından, cihana meydan okuyan bir sahabenin imanına kadar bir çok mertebeleri vardır. Sadece “iman ettik” deyip, dal ve budakları semaları katedecek ve cennet gibi muazzam bir meyveyi netice verecek istidat ve hususiyetteki bir çekirdeği, kuru bir çekirdek olarak bırakmak, onun bir gün çürüyerek dağılıp gitmesine sebep olmak demektir. Uygulamada karşılaşılan zorlukların aşılması ve hayatımıza aksetmesi ve kabre imanla girmek için imanın, mutlaka kökleşip, dal budak salacak ve meyve verecek seviyeye gelmesi gerekiyor.

Emre itaat ve tatbik etmedeki hassasiyet, emir veren makamın büyüklüğü, yeteri kadar tanınması, kabul ve tasdikine bağlıdır. Cenâb-ı Hak, kendisine isyan eden ya da emirlerine itaatte ihmalkârlık gösterenler için Hacc Sûresinde şöyle buyurur: “Onlar Allah’ı gereğince tanıyamadılar.” Evet, gereğince tanısalardı; insana şah damarından daha yakın, kalplerdeki en ince sırları bilen, semadaki ateş parçası dev küreleri sapan taşı gibi çeviren yer ve göğün sahibine ve kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Resûlüne (asm) karşı başka hesaplar içinde olabilirler miydi? Yada Cenâb-ı Hakkın şefkat ve merhametini içine alan cemâlî isimlerinin yanında, saltanat ve hâkimiyetinin gereği olan; âsileri cezalandırmak ve mazlumların haklarını korumak gibi celâlî isimlerinin de olduğunu; zerre miskal hayır ve şerrin karşılıksız kalmayacağını gereği gibi bilselerdi, isyan ve ihmale mecalleri kalır mıydı? Cenâb-ı Hakkı hem celâlî, hem de cemalî isimleriyle hakkalyakîn mertebesinde tanıyan sahabe, gazap âyetleri okunurken, titrerdi. Onun için isyan ve ihmalkârlık kokusu olan her türlü davranıştan şiddetle kaçınırlardı ve onun için de ubudiyet ve sâlih ameldeki gayret ve şevklerine sınır yoktu.

Bilindiği gibi imanın ihsan mertebesi vardır. Peygamberimizin (asm) ifadesiyle ihsan “görüyor gibi kulluk etmektir”. Nitekim Hz. Ali (ra) “gayb perdesi kalksa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyerek imanın hakkalyakîn mertebesine işaret etmiştir.

Elbette, ehl-i sünnetin “günahkâr olmanın, isyan ve inkâra delil olmadığı” görüşü ihmal edilmemeli. Ancak gaflet ve nisyanın ve kalbî hastalıkların da iman zaafından kaynaklandığı unutulmamalı. Yine bunun çaresi de Cenâb-ı Hakkın Nisa Sûresinde: “Ey iman edenler! İman edin!” fermanında olduğu gibi sürekli olarak imanı tazelemek, takviye etmek ve Cenâb-ı Hakkı, isim ve sıfatlarıyla tanıyarak marifetullahta mertebeler katetmektir.

Hucurat Sûresindeki: “‘İman ettik’ demeyin; ‘Teslim olduk’ deyin. İman, henüz kalplerinize yerleşmedi” âyeti de konumuz açısından dikkat çekicidir. Âyetin nüzûl sebebi olarak bilinen; çeşitli vesilelerle yeni Müslüman olmuş bir grup, ilk muhatap olmakla birlikte; mânânın umumî olması ve özellikle de imanın temellerinin sarsıntıya maruz kaldığı bu zamanda bugünün Müslüman’ı da bu âyetin önemli bir muhatabıdır. Müslüman bir memleket ve Müslüman bir aile gibi hasbelkader bir çok sebeple İslâm’a dahil olmak gibi taklidî ve sathî bir iman; Cenâb-ı Hakkın istediği tarzda bir mümin olmak için yeterli değildir, sadece bir başlangıçtır. İman, sürekli bir takviye ve tazelemeyle kalplere yerleşip kökleşmeli ve her bir fiilimize merkez olacak ve hayat verecek şekilde güçlülüğü ve canlılığı muhafaza edilmelidir.

20.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kadir AKBAŞ

Yargı bir devlet fonksiyonu mu?



Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Adalet ve Kalkınma Partisinin kapatılması talebiyle Anayasa Mahkemesine sunulan iddianamede, kendisini yasamaya muadil ve hatta onun üstünde gören bir yüksek yargı anlayışının izlerini görmek mümkün.

İddianamede; suç ile kabahat, suç ile siyasî hata ayırımı yapılmaksızın hemen hemen her söz laikliğe aykırı kabul edilerek yer almış.

İddianame bir bütün olarak değerlendirildiğinde; AKP’nin kurulduğu gün kapatılması gerektiği yönünde bir kanaatin oluştuğu ve iddianamenin yazılmaya başlandığı hissine kapılmamak mümkün değil.

Maalesef, ülkemizde kanunların, özellikle de kritik kanunların nasıl uygulanacağı, onlarla muhatap olacakların kim olduğuna bağlı olduğu yönünde genel bir kanaat oluşmuştur.

Hukukun ne olacağı ve nasıl uygulanacağı kişilerin dünya görüşüne, meslekî statüsüne, ideolojik konumuna ve başka faktörlere bağlı olarak değişebilmektedir. Yargının görevi toplum adına ve toplumun anladığı şekilde adalet dağıtmaktır. İddianame toplumun adalet anlayışını ve hukuka olan inancını derinden sarsmıştır.

Ülkemizde yüksek yargı organlarının sorunları çözmek, adalet ilkesini gözeterek sosyal barışa katkıda bulunmak yerine, sorunları derinleştirmek gibi bir fonksiyon icra ettikleri sır değil.

Yakın bir zamanda verdiği 367 kararı ile ciddi bir prestij kaybına uğrayan Anayasa Mahkemesi’nin, AKP'nin kapatılması talebine ilişkin dâvâda vereceği kararla, yargının bir devlet fonksiyonu olmadığını, adalet mekanizmasının devletin bir aracı, aleti, hizmetkârı olmadığını göstermesini umuyoruz.

Anayasa Mahkemesinin böyle bir sonuca varması yüce mahkemenin demokratik bir laiklik anlayışı ile iddianamede yer alan suçlamaları değerlendirmesini zaruri kılmaktadır.

Bütün din, mezhep ve felsefî inanç ve düşünceler karşısında eşit mesafede duran, vatandaşların inanç veya inançsızlıkları karşısında pozitif veya negatif bir tutum takınmayan bir anlayış, sorunun çözümünde ilk adım teşkil edebilir.

Dinin vatandaşların vicdanlarında hapsedilebilecek bir değer olmadığının, dinin emir ve yasaklarının toplum hayatının her alanında görünür olmasının olağan olduğunun kabulü kaçınılmazdır.

Türkiye’nin bir parçası olmaya çalıştığı Avrupa Birliği ülkelerinde uygulanmakta olan laiklik anlayışı dışında, kendine özgü bir laiklik anlayışı ile sorunların üstesinden gelemiyecektir.

20.03.2008

E-Posta:




Ahmet ARICAN

SSK’ya girişi olan ancak hiç prim ödemesi olmayan kişilerin ne yapması gerekir?



SSK’dan emekli olmak için üç şart bulunmaktadır. Bunlardan birincisi; sigortalılık süresi, ikincisi; belirli bir yaş şartına sahip olma, üçüncüsü ise, prim ödeme gün sayısıdır. SSK’lı olanlar bu üç şartın birlikte yerine getirilmesi halinde SSK’dan emekli olabilmektedirler. SSK’dan emeklilik için gerekli olan üç şarttan birisi durumundaki sigortalılık süresinin tamamlanması açısından, kişilerin sigortalılık başlangıç tarihleri büyük bir önem arz etmektedir. Çünkü sigortalılık süresinin emeklilik açısından işlemeye başlaması ancak sigortalılık başlangıcı yapılmasından sonra olabilmektedir.

Uygulamada sıkça karşılaşılan bazı durumlarda, işverenler çalıştırdıkları işçilerin sigorta girişlerini yapmakta, ancak yapılan bu girişe istinaden adlarına prim ödememektedirler. Bu yapılana “günsüz işe giriş” denilmektedir. Sigortalılık girişi yapılan ancak bu sigortalılık girişlerinden dolayı adlarına prim ödenmeyen sigortalıların ise, SSK’dan emeklilik hesaplamalarında primi ödenmeden yapılan işe giriş tarihleri sigortalılık sürelerinin başlangıcında dikkate alınmamaktadır. Bu durumda sigortalılar mağdur olmakta ve emeklilik açısından hak kaybına uğramaktadırlar.

İşverenler tarafından işçilerin sigorta girişi yapılıp da bu girişe göre işçiler adına SSK’ya prim ödenilmemesinin iki sebebi olabilir. Bunlardan birincisi, işverenin o tarihlerde geçerli mevzuata göre verilmesi gereken aylık sigorta prim bildirgesi ve dört aylık sigorta dönem bordrosu’nu SSK’ya vermesine rağmen her iki belge arasında tutarsızlık olduğundan SSK’nın bu belgeleri işleme almamasından kaynaklanmış olabilir. İkincisi ise, işçinin çalışma gün ve kazançlarını gösteren dört aylık sigorta dönem bordrosunun işveren tarafından SSK’ya verilmemiş olmasından kaynaklanabilir. Eğer bahse konu belgeler arasındaki tutarsızlıktan dolayı işçilerin prim ödeme günleri hizmet cetvellerinde gözükmüyorsa, bu durum Sigorta İl Müdürlüklerine bir dilekçe yazılarak araştırılabilir ve yaşanılan sorun hiç mahkemeye gitmeden çözülür. Ancak sigortalı işçinin sigorta girişi yapılmasına rağmen prim ödemelerinin olmamasının sebebi, işverenin dört aylık veya aylık prim ve hizmet belgesini (bordrosunu) SSK’ya vermemiş olmasından kaynaklanıyorsa, bunun için mutlaka iş mahkemelerine işveren ve SSK aleyhine dâvâ açmak gerekmektedir. Uygulamada bu sebeple açılan dâvâların hemen tamamı işçilerin lehine sonuçlanmakta ve işçinin işe girişinin yapıldığı tarihte prim ödemesinin de olduğuna karar verilmesine mahkemeler tarafından hükmedilmektedir. Mahkemelerin verdiği karar ise, SSK tarafından kabul edilmekte ve işçilerin mahkeme kararları sayesinde sigortalılık başlangıçları yapılmış olmaktadır. Okuyucularımızdan bu şekilde günsüz işe girişten dolayı sıkıntı yaşayanlar varsa, iş mahkemelerinin bu konuda işçilerin lehine yerleşmiş içtihatları olduğu için, bu sorunlarını acilen mahkemeye dâvâ açarak mahkeme kanalıyla çözmelerini öneriyoruz.

Maliye kaydınızı Bağ-Kur’a

bildirmeseniz bile Bağ-Kur’lu olursunuz

İsmi Mahfuz:

*Doğum tarihim 20.08.1959, işe başlama tarihim 15.07.1991’dir. Bağ-Kur’a toplam yatırılan gün sayım 7 yıl 4 ay 1 gündür. 16.11.1998 tarihinden itibaren maliye ve Bağ-Kur kaydımı durdurdum. 2003 yılında tekrar maliye kaydımı yaptırdım. Ama bu kaydı Bağ-Kur’a haber vermedim. Bu kaydı Bağ-Kur’a haber vermem gerekir mi? Emeklilik günümü doldurup toplu para yatırsam emekli olabilir miyim?

Sayın okurum, 1479 sayılı esnaf Bağ-Kur Kanununun 25’inci maddesine göre, vergi mükellefiyet kaydı olanlar kendiliğinden, yani otomatik olarak Bağ-Kur’lu olurlar. Sizin 2003 yılında başlayan vergi (maliye) kaydınızı Bağ-Kur’a haber vermemeniz Bağ-Kur’lu olmanıza engel değildir. 2003 yılından itibaren yeniden Bağ-Kur kapsamında sigortalı sayılırsınız. Bağ-Kur’dan sağlık karnesi almak istemiyorsanız emeklilik gününüz dolduktan sonra toplu olarak primlerinizi yatırıp emekli olabilirsiniz. Verdiğiniz bilgilere göre Bağ-Kur’dan en erken 15 tam yıl hizmet süresine sahip olduğunuzda ve 57 yaşını doldurduğunuzda (57 yaşınızı 20 Ağustos 2016 tarihinde tamamlıyorsunuz) emekli olabilirsiniz.

Okur sorularına kısa cevaplar

İbrahim ERÜSTÜNDAĞ/Burdur

Emekli Sandığı’ndan 25 tam yıl hizmet yılınızı tamamladığınızda ve 51 yaşını doldurduğunuzda emekli olabilirsiniz. Emekli Sandığı’ndaki ikramiye ve maaş hesaplamalarınız, emeklilik tarihinizdeki 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 43’üncü maddesinde yer alan gösterge tablosu ve personel kanunlarındaki ek göstergeler esas alınarak yapılacağı için, emekli aylığınız ve ikramiyenizin miktarı konusunda net bir şey söyleyemiyoruz. SSK’daki 10.06.1985 girişinizde adınıza ödenmiş prim gününüz gözükmüyor. Ancak bu tarihin SSK emeklilik hesaplamalarında başlangıç olarak alınabilmesi için İş Mahkemelerine dâvâ açmanız gerekir. Eğer bu tarihi (10.06.1985) sigorta girişi olarak kabul edersek SSK’dan 25 yıldan beri sigortalı olmanız, 49 yaşını tamamlamanız ve 5300 gün prim ödemesine sahip olmanız halinde emekli olabilirsiniz. Emekli Sandığı mensubu kişiler vefat ettiklerinde en az beş tam yıl memurluk yapmaları şartıyla, hak sahiplerine (eş, çocuk, ana ve baba) belirli şartara sahip olmaları halinde ölüm aylığı bağlanma imkânı vardır.

A. SIĞIRCI:

*Ben  02.07.1961  doğumluyum.  2004  yılında  270 gün SSK’dan günüm var. 14.01.1986 tarihinde Bağ-Kur’a girişim var ve 08.03.2008 tarihi itibariyle hiç boşluğum ve borcum yoktur. Askerlik sürelerimi borçlanmadım. Askerlik sürelerimi borçlanırsam ne zaman emekli olurum? Borçlanmazsam ne zaman emekli olurum?

Sayın okurum, askerlik sürelerinizi de borçlanırsanız (18 ay askerliğinizin olduğu ve askerliğinizi Bağ-Kur başlangıcınızdan önce yaptığınız varsayılmıştır) SSK hizmetlerinizle birlikte günümüz itibariyle toplam 24 yıl 5 ay 9 gün hizmet süreniz olmaktadır. Bu süreyi 25 yıla tamamlarsanız Bağ-Kur’dan 48 yaşınızı doldurduğunuzda (şu anki yaşınız 46 yıl 8 ay 21 gündür) emekli olabilirsiniz. İsterseniz askerlik borçlanması yapmadan yaşınız dolana kadar prim ödemeye devam edin öyle emekliliğinizi bekleyin. İsterseniz askerlik borçlanması yapıp emekliliğiniz için gerekli olan 25 yıl hizmetinizi ikmal ettikten sonra prim ödeyerek ya da ödemeden yaşınızı bekleyin. Ama askerlik borçlanması yapmak, emeklilik yaşınızı 1 yaş düşürdüğü için bu yolu tercih etmenizi tavsiye deriz.

İsmi Mahfuz:

*Babamın 1977 yılında sigortaya girişi var. Askerlik hariç geçmiş yıllara ait toplam 1500 gün sigorta gün sayısı var. Şu anda sigortaya devam etmiyor ve aktif sigortalı değil. Babamın emekli olabilmesi için ne yapması gerekir?

Sayın okurum, babanızın doğum tarihini belirmemmişsiniz. Ancak verdiğiniz bilgilere göre babanız SSK’dan, en az 25 yıl sigortalılık süresine sahip olması, 44 yaşını doldurması ve 5000 gün prim ödeme gün sayısına sahip olması halinde emekli olabilir. Ya da babanızın yaşı 55 yaşın üzerindeyse, askerlik sürelerini de saydırırsa 3600 gün prim ödeme gün sayısına sahip olduğunda emekli olabilir. Babanızın doğum tarihini vermeniz halinde hangi tarihte emekli olacağı net olarak belirtilecektir.

İsmi Mahfuz:

*Bir Kamu kuruluşunda işçi olarak çalışıyorum. 15 Kasım 2008 tarihinde emekliliği hak ediyorum. Yeni sosyal güvenlik reform yasasının beni ne şekilde etkileyeceğinden ve yeni çıkacak yasadan kıdem tazminatı ve maaş bağlanma oranları bakımından herhangi bir zararım olup olmayacağından haberdar olmak istiyorum?

Sayın okurum, sosyal güvenlik reform yasası diye bildiğimiz 5510 sayılı yasada yapılan son değişiklikler kazanılmış sosyal güvenlik haklarının bazılarını geri aldığı ve aylık bağlama oranlarını ve miktarlarını düşürdüğü için, kamuoyundan ve sivil toplum örgütlerinden gelen tepkiler üzerine yeniden düzenlenmeye çalışılıyor. Bahse konu yasa tasarısının yürürlüğe girmeden önce çok defa değişikliğe uğrayacağını tahmin ettiğimiz için, yasa çıkmadan bu konuda okuyucularımıza kesin bilgiler vermek istemiyoruz. Ancak, siz emekliliği hak edene kadar bu yasa çıkarsa, hizmetlerinizin çoğu yasanın çıkış tarihinden önceki tarihleri ihtiva edeceği için, sizin emeklilik aylığınızda bir düşüş olmayacak. Ancak, eski sisteme göre hesaplanan aylıklar her yılın TÜFE’sinin tamamı ve her yılın gelişme hızının sadece yüzde 25’i eklenerek artırılacak. Yani emekli olacağınız yıla kadar “büyüme hızının %100’ü eklenerek” değil “büyüme hızının %25’i eklenerek” güncel hale getirilecek. Ancak şimdiki emekli aylıklarındaki artış hesaplaması TÜFE ve gelişme hızı rakamlarının tamamı dikkate alınarak yapılmaktadır. Ülkenin gelişme hızının aylıların güncellemesi yapılırken yüzde 25’inin verilip, yüzde 75’inin verilmeyecek olması ileride emekli olacaklar için büyük kayıplar oluşturacaktır.

İsmi Mahfuz:

*06.01.1965 doğumluyum. 03.08.1983 tarihinde SSK’ya sigorta girişi yapmış gözüküyorum. Bu tarihte 24 ay prim ödedim. 31.12.1985 tarihinde askere gittim. SSK’ya 24 ay askerlik ödemesi yaptım. 01.01.1988 tarihinde Bağ-Kur’a giriş yaptım. Bu tarihten itibaren Bağ-Kur’a 20 yıldır prim ödüyorum. Bu bilgilere göre ben ne zaman emekli olurum?

Sayın okurum, verdiğiniz bilgilere göre günümüz itibariyle SSK, askerlik süreleri ve Bağ-Kur hizmetlerinizin toplamı; 24 yıl 2 ay 19 gündür. 9 ay 11 gün daha Bağ-Kur’a prim öderseniz, Bağ-Kur emekliliği için gerekli olan 25 tam yıl hizmet süresini tamamlamış olacaksınız. Ancak Bağ-Kur’dan emekli olmak için bir de yaş koşulu vardır. Kısacası, Bağ-Kur’dan 25 tam yıl hizmet süresine sahip olduğunuzda ve 48 yaşını tamamladığınızda (06.01.2013’te 48 yaşını tamamlıyorsunuz) emekli olabileceksiniz.

İsmi Mahfuz:

*18.02.1962 doğumluyum. 14.11.1980 tarihinde Bağ-Kur’a sigortalı olarak giriş yaptım. 14.11.1980–16.11.1995 tarihleri arası Bağ-Kur’a prim ödedim. Daha sonra 17.12.2000 tarihine kadar boş geçti. 17.12.2001 tarihinde SSK’lı olarak bir işe girdim ve hâlen çalışmaktayım. Ben ne zaman emekli olabilirim?

Sayın okurum, SSK’dan emekliliğiniz için gerekli olan 5000 gün prim ödeme gün sayısı ile 45 yaşını tamamlama koşulunu yerine getirmiş durumdasınız. Yani kısacası emekliliği hak etmişsiniz. Hemen en kısa zamanda bağlı bulunduğunuz Sigorta İl Müdürlüğüne başvurarak emeklilik talep dilekçesi verin. Çünkü bu dilekçeyi takip eden aybaşından itibaren emekli aylığınız işlemeye başlayacak.

NOT: Bağ-Kur, SSK, Emekli Sandığı ve sosyal güvenlik reform yasası hakkında bilmek istediğiniz her şey için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Sorularınızın cevaplarını e-posta veya faks numaralarınıza gönderemediğimiz için, bir sonraki haftada köşemizden cevaplamaya çalışıyoruz. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz.

20.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kapatma mı, gözdağı mı?



AKP Eylül’de ve Ocak’ta başörtüsünü iki kez gündeme getirdi. İlkinde sorunu yeni anayasa ile çözmekten söz ederken, ikincisinde anayasayı beklemeden halletmeye soyundu.

Ve ikisinde de Yargıtay Başsavcısı tarafından ikaz edildi. İlk uyarının ardından, hükümet yeni anayasa projesini “rölanti”ye aldığını açıkladı.

Gösterdiği gerekçe, evvelce 301’de yaptığı gibi, uzlaşma konusunda topu STK’lara atmaktı. Sınırötesi operasyonun öne çıkması da bu manevranın kamufle edilmesine yardımcı oldu.

Konunun askıya alınmış gibi göründüğü bir noktada Başbakanın Madrid’den yaptığı “Velev ki türban siyasî simge olsun” çıkışı, ortamı yeniden hareketlendirdi. MHP ile birlikte üretilen formülle, yasağın üniversitelerde sınırlı olarak kaldırılması öngörüldü. Başsavcı yine uyardı.

Bu uyarıya rağmen formülün Meclisten ve Çankaya onayından geçirilerek “yürürlüğe konulması” ise, Başsavcıyı uyarının ötesine taşıdı.

AKP’ye açılan kapatma dâvâsı bunun ifadesi.

Ancak burada dikkat çeken bazı hususlar var.

Bir defa, iddianamenin, içerdiği yaptırım talebinin ağırlığıyla mütenasip bir ciddiyet ve özenden yoksun olduğuna dair eleştiriler yaygın.

Bu eleştirilerin dayanaklarından bazıları, dosyadaki “belge”lerin çoğunun yine gazete kupürlerinden oluşması, iddiaların zayıflığı ve tutarsızlığı, Dışişleri Bakanı olduğu dönemdeki bir tasarrufundan dolayı Cumhurbaşkanı hakkında siyaset yasağı istenmesi gibi noktalar...

Öyle ki, Anayasa Mahkemesinin bu yetersiz iddianameyi reddetmesi çağrıları yapılmakta.

Başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakma düşüncesiyle gerçekleştirilen iki maddelik anayasa değişikliğinin iptali veya yok sayılması ve yürürlüğünün durdurulması talebiyle CHP ve DSP’nin yaptığı başvuruyu ânında kabul eden Anayasa Mahkemesinin, kapatma dâvâsında acele etmeyip işi ağırdan alan bir tavır sergilemesi de dikkatleri çeken bir başka ilginç durum.

Mahkeme Başkanıyla vekilinin açıklamalarına göre, iddianamenin kabul veya red kararı, yapılacak ilk incelemenin sonucuna bağlı olarak, en geç bir hafta veya on gün içinde verilecek.

Bir diğer husus, kapatma dâvâsının gerek iç, gerekse dış kamuoyundan son derece yoğun tepki alması. Devrimbazlar cephesinin iyice marjinalleşen bazı sözcüleri dışında, bu girişimi savunan neredeyse hiç yok, ama eleştiren çok.

Bütün bunları birleştirerek ve özellikle iddianamenin aceleye getirildiği, buna karşılık Anayasa Mahkemesinin işi ağırdan aldığı izlenimiyle olaya bakıldığında şöyle bir sual akla geliyor:

Acaba kapatma dâvâsı önceki iki uyarıyı dikkate almayan AKP’ye karşı yeni ve daha ağır bir baskı aracı olarak kullanılmak için mi açıldı?

İktidar partisini “devlet” tarafından istenen çizgiye çekmek ve orada tutmak için, kapatma baskısını daha ileri bir boyuta taşımak, böylece işin “ciddiyet”ini daha kuvvetli ve vurgulu şekilde anlatmak gibi bir maksat mı güdülüyor?

İddianame geri çevrilir mi? Zor. Peki, AKP'yi kapatmak yerine Hazine yardımını kesme kararı tercih edilir mi? O da mümkün ve muhtemel.

Mahkemenin başörtüsüyle ilgili iki maddelik anayasa paketi için vereceği kararda bu soruların cevabına da ışık tutacak ipuçları yer alabilir.

20.03.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“İnsaf” nerede kaldı?



Hayâlî ‘irtica dosyası’nı kabartmak isteyenler, olur olmaz iddialarla gündemi meşgul etmeye çalışıyor. Geçmişte, asılsız iddialar karşısında “Bu kadarı da fazla” diye tepki gösterenler, artık bu haberleri ‘normal’ karşılar hale geldi.

İçinde “din, iman, ezan, cami, Kur’ân” gibi kavramların geçtiği her konuşma, her iş, hayalî ‘irtica dosyası’na ilâve ediliyor. Bir zaman sonra da bu dosyalar tozlu raflardan indirilip, gündeme ‘bomba’ niyetiyle atılıyor.

Son günlerde buna benzer haberler yeniden revaç buldu. Gazetelere verilen bir ‘kiralık/satılık ev ilânı’ bile, ‘gelen/gelmekte olan irtica’ya delil sayılıyor! Neymiş, bazıları evini kira verirken ilân metninde; “Camiye yakın ev, cephesi camiye bakan ev, Kur’ân kursu yakınında satılık ev’ gibi ifadelere yer veriyormuş. “Eee? Ne olmuş” mu dediniz? Elbette bu ilânlar ‘irticanın gelmekte olduğuna’ en büyük delil oluyormuş!

İnsanda insaf ve iz’an olmadıktan sonra, her şeyde bir bahane arar. Eskiden buna; ‘Öküz altında buzağı aramak’ deniliyormuş, ama son günlerde şahit olduğumuz insafsız yaklaşım o tesbiti bile aratır oldu. Çünkü ‘öküz’ ile ‘inek’ arasında nisbeten de olsa bir benzerlik var ve hiç değilse ‘deli’ler öküz altında buzağı aramaları sebebiyle ‘mazur’ görülebilirler.

Peki, evini kiraya vermek isteyen her hangi bir vatandaş, tarif için ya da başka bir niyet ile; “Camiye yakın ev, okula yakın ev, Kur’ân kursuna yakın ev” demekle kendisinin ‘mürteci’ olduğunu mu ifade etmiş oluyor? Hadiseleri bu kadar ters yorumlamak olsa olsa insafsızların işi olabilir!

Araştırıp bakılsa, muhtemelen bazı evler de “Gazinoya yakın, parka bakan, kilisinin yanında, denize nazır, cezaevi çaprazında, kahvenin üstünde” gibi ifadelerle tarif edilmek suretiyle kiraya verilmek istenmiş olabilir. Şimdi o evlerin sahiplerini de ilânlardaki tariflere göre mi tasnif edeceksiniz?

Aslında yakın tarihimize baktığımızda böyle hadiselere rastlamak mümkündür. Kişinin ismine göre, şekline göre, kılık kıyafetine göre ‘değer’ verildiği çok görülmüştür. Ancak; hak, hukuk ve adaletli olmak bunu gerektirmiyor. Hele hele Türkiye’yi idare edenlerin; kişilerin ‘niyetleri’ni okuduklarını iddiâ ederek ona göre davranmaları mümkün değildir. Değildir, ama maalesef zaman zaman böyle yapıldığı da gerçektir.

Kişiler, ‘iş’ ve kabiliyetlerine göre değil de ‘dış görüntü’leri ya da ‘niyet okumaları’ ile değerlendirilmeye başlandığında işin içinden çıkılması mümkün değil. Nitekim, Türkiye’nin önünü tıkayan, ufkunu karartan ve yürürlükteki hiç bir kanuna dayanmayan ‘başörtüsü yasağı’ da böyle bir yasaktır. Kişiler ‘iş’lerine göre değil de ‘dış görüntüleri’ne göre değerlendirilmeye çalışılmıştır.

Yine binlerce kişi mezun oldukları okullara göre tasnif edilmiş ve yaptıkları işlerde çok başarılı olsalar bile, en başta ‘başarısız’ ilân edilmişlerdir. Bu yaklaşımları ‘insaf’ ile izah etmek mümkün müdür?

“İnsaf” en başta Türkiye’yi idare edenlere lâzım. İnsaf ve iz’an ile hareket edilmedikten sonra ‘ortak nokta’da buluşmak ve sıkıntıları aşmak zor görünüyor. “Maşerî vicdan”a güvenilsin ve havadan ‘nem’ kapıp, olur olmaz yerlerde ‘buzağı’ aramaktan vazgeçilsin...

20.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

“Ben rejimin savcısıyım” kardeşim!



Türkiye gündemi her an değişmeye müsait olduğu için, temel konuların sıralaması da sık sık değişiyor. Hatırlar mısınız, bir ara TCK 301. madde diye bir tartışma konumuz vardı. Tıpkı “Yeni Anayasa” gibi bir konumuz olduğu gibi…

301. maddenin gündemin üst sıralarında olduğu, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in tasarının Meclis gündemine geleceğini söylediği günlerde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Türkan Yalçın Sancar’la görüşmüştüm.

Doçentlik tezini eski 159, yeni 301. madde konusunda yapan Sancar, medyada çıkan taslak yerine Meclis gündemine gelecek olan resmî metni değerlendirmenin daha doğru olacağını söylemiş ve sözlerini şöyle tamamlamıştı: “Yargıdaki algı araştırmasına göre madde nasıl değişirse değişsin, değişen bir şey olmayacak.”

**

Türkan Hocanın bahsettiği araştırma, TESEV tarafından yaptırılan “Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları Raporu”ydu. Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından AKP’ye kapatma dâvâsı açılınca yargıdaki zihniyetin ipuçlarını veren araştırmaya tekrar baktım.

Hakim ve savcılarla “derinlemesine mülâkat” tekniği ile yapılan araştırmada yargının değişime, özgürlüklere, insan haklarına bakışı ve direnişi yoruma gerek bırakmayan cinsten.

**

Hakim ve savcılara “Devletin Çıkarları mı, Adaletin Gerekleri mi? Demokrasi mi, Güvenlik mi?” sorusu yöneltiliyor. İşte cevaplar:

“Ben devletçi hukukçuyum.”

“Önce devlet gelir.”

“Bir kere biz devletçi bir ekolden geliyoruz.”

“Diyelim devleti korumaya çalışırken adil olmayabilirsin, adaletten sapabilirsin… Devleti koruyorum diye adalete zarar verebilirsiniz. Mümkündür.”

“Ben Cumhuriyet Savcısı olarak devleti ve rejimi korumam gerek. Ben rejimin savcısıyım. Buna karşı olan bir şeyde ben demokrasiyi göz ardı ederim.”

**

Peki insan hakları veya AİHM gibi mahkemelere bakış nasıl?

“İnsan hakları devletin güvenliği açısından tehdit oluşturabilir mi” sorusunu “evet” diye cevaplayan hukukçularımızın oranı yüzde 51. “Hayır” diye cevap verenlerin oranı ise, yalnızca yüzde 28.

Hakim ve savcılarımızın bu konudaki yorumları da şöyle:

“Bizim mahkememizde devlet her zaman ön plandadır, devletin birliği, bütünlüğü ön plandadır, gerekirse bu anlamda insan hakları ihlalleri de olabiliyor. Biz de (Avrupa) İnsan Hakları Mahkemesi gibi düşünseydik belki birçok mahkûmiyeti vermeyecektik.”

“… içime sindiremiyorum.”

“...ben kabul edemiyorum onu. Ben onu içişlerime müdahale diye de kabul ediyorum. Ben uygun görmüyorum.”

“Bizim işimiz yok AİHM ile”

İşte, yargı, algı ve zihniyet kalıpları…

20.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kıskançlığın kıskacı



“Geçmiş ümmetlerin iki hastalığı size de bulaştı” buyuran Peygamberimiz (asm) bu iki hastalıktan birinin haset, yani kıskançlık, diğerinin de kin olduğunu bildirir, bunları birer usturaya benzetip “Bunlar saçı tıraş eder demiyorum. Dinin kökünü kazır demek istiyorum”1 der.

Dinin kökünü kazıyan bu iki hastalıktan birisi olan kıskançlık o kadar tehlikeli bir hastalıktır ki, kıskançlık edenin şerrinden kurtulabilmemiz için Cenâb-ı Hak, “Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden Allah’a sığınırım”2 duâsını öğretmiştir.

Yaratılışa konulan bu olumsuz duygu, yerinde kullanıldığında iyilikte yarışa vesile olurken, kötüye kullanıldığında hem kişinin kendini, hem de ileri gittiğinde haset ettiklerini yakar. İşte bundan dolayıdır ki kıskanç kimsenin şerrinden Allah’a sığınmak gerekir.

“İki şeyde haset olmaz” buyuran Peygamberimiz (asm) bu duygunun müsbete kullanıldığında gıptaya dönüşebileceğini şöyle anlatır: “Bunlardan biri Allah kendisine mal mülk ihsan etmiştir. O da Allah yolunda harcar. Diğeri de Allah’ın ilim ve hikmet verdiği kimsedir. O da bununla amel ettiği gibi başkalarına da öğretir.”3

Hz. Ömer (ra), “Nimetlere kavuşup da hasedden kurtulabilen kimse yoktur” der. Mal, mülk, güzellik, makam, mevki, ilim, v.s. gibi nimetler hep kıskançlığın boy hedefi olagelmiştir. Hele mânevî duyguların zayıfladığı toplumlarda insanlar, bu duygunun daha çok hedefi olurlar.

Yeryüzünde ilk cinayet kıskançlık yüzünden işlenmişti. Kabil, Habil’i göz kırpmadan öldürmüştü.

Bu olumsuz duyguyu gıptaya dönüştürerek yerinde kullanmak varken sûistimal edildiğinde, yani kötüye kullanıldığında meyve soyduğu, ekmek kestiği bıçakla kişinin kendini yaralaması gibi zararını çekmeye başlar.

Dünyanın en sıkıntılı insanlarından biri kıskanç insandır. Çünkü kıskanç insan, kıskançlık duyduğu kimseden önce kendini mahveder. “Kıskancın hakkından kıskançlığı gelir” derken ne güzel söyler Hz. Ali (ra).

Evet, Bediüzzaman’ın dikkat çektiği gibi, hased, önce hâsidi, yani hased edeni ezer. Haset ettiği kimse hakkında zararı ya azdır veya yoktur. Büyükler ne güzel anlatırlar bu huyun zararlarını. Hz. Muâviye (ra) der ki: “Herkesi memnun etmek mümkündür. Hasedçiyi ise asla!”

Hasedçi, kimsenin yapamadığı kötülüğü kendi kendine yapar. İmam-ı Şâfiî’ye göre, “Dünyada en huzursuz kimse kin tutanla kıskançlık duyan insandır.”

Ahnef bin Kays ise, kıskanç adamın rahat yüzü göremeyeceğini söyler.

Hasetçinin psikolojisi gerçekten dayanılabilecek cinsten değildir. Ne var ki kişi kendi rızasıyla atar bu ateşe kendini. Sa’di-i Şirazî der ki: “Kimsenin gönlünü incitmemek isterim, elimden de gelir. Fakat hasedçiye ne yapayım ki o kendiliğinden ıztırap içindedir.”

Tolstoy’un dilinde bu huy, insanı alçaltıp küçülten bir duygu, Stringberg’e göre de, kötü huyların en kirlisidir.

Evet, başkalarının nimete kavuşması kıskancı için için bitirirken, musibete maruz kaldığında da bayram yapar âdetâ. Gerçekten insanı alçaltıp küçülten, kötü huyların da en kirlisi bir duygu kıskançlık.

Peki, bu kötü huydan nasıl kurtulabilir insan? Bunun üzerinde de inşaallah yarın duralım.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Kıyame: 54.

2- Felak Sûresi: 5.

3- Buhârî, İlim: 15.

20.03.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Törkiş demokreyşin



Demokrasilerde şahıslardan ziyade şahs-ı mânevîler, topluluklar, gruplar, yerleşik teâmüller esas olduğu halde bizde bir, evet sadece bir kişi bile bütün dengeleri alt üst edebilecek konumda ve kudrette vaz edilmiş. Her şey, bir kişinin iki dudağı arasında.

Bu son kapatma dâvâsı vesilesiyle demokrasimiz ve demokrasi anlayışımız bir kere daha sınavdan geçecek. Ne kadar olgun ve kâmil bir demokrasimiz olduğunu Anayasa Mahkemesinden muhalefet partilerine; medyadan ÜAK üyelerine, Danıştaydan Sayıştaya; düğünlerden derneklere kadar bir kez daha belki de son kez göreceğiz.

Bu soruşturma, kapatma dâvâsı vesilesiyle paraları, milyar dolarları kimlerin götürdüğünü de izlemek lâzım. En çok bunu merak ediyorum. Çünkü bir cinayet işlendiğinde katil kim sorusu kadar önemli ikinci bir soru ve sorun daha vardır: “Bu cinayet kimin işine yarar?” Ekonomist değilim, ama ekonomistlerden ricam, bu borsa-dolar-faiz zincirinde kimler, nelerden ne kadar kazandı bir inceleseler memlekete faydası olur.

Kapatma ihtimaline karşılık milletin öfkesi burnunda. Ama birileri olanca tahrik ve umarsızlığıyla “Sakin olun!” diyor. Millet rahmetli Menderes’in “Bebek dâvâsı-Köpek dâvâsı” gibi sudan bahanelerle, çok özel kurulmuş Yassıada Mahkemelerinin yargı anlayışını gördükten sonra bu tür sudan gerekçelerle bir partinin kapatılması ihtimaline karşılık öfke göstermesin de zil takıp oynasın mı?

Türkiye’de herkes hürriyeti, adaleti, hakkı, hukuku sadece kendisi için istiyor. Başkaları için istemiyor gibi bir tavır sergilemekte. Başkaları mağdur edildiğinde umursamamakta, en azından sessiz kalıp seyretmekte, “Bundan ne kazanırım hesapları?” yapmaktadır. Oysa ki herkes için hürriyet, özgürlük, hak, hukuk istemeli ve bunların teminine destek vermelidir.

Bu dâvâyı bir çok alanda başarısızlığı görülen AKP’nin mahallî seçimlerde oy patlaması yapabilmesi için bir lütuf sayması iki ihtimali akla getiriyor. Eğer bu projenin içindeyse AKP’ye eyvahlar olsun. Eğer dışındaysa yine hem vah, hem de eyvahlar olsun. Çünkü bu durumda her iki ihtimal de siyaseten ipin ucunun başka yerlerde olduğunu gösterir.

AB’nin bütün katmanlarda AKP’ye destek vermesi, kapatma peşinde olanları kınaması ve ayıplaması gösterdi ki, AKP AB’ye girişi hızlandırmak için elinden geleni yüzde yüz değil, yüzde bin uygulamaya koymalı. “Kopenhag kriterleri olmazsa Ankara kriterleri olur” diyen sayın Erdoğan’a hangi merkezli kriterlerin daha ehven-i şer olduğunu inşallah gösterecektir. AB’ye giriş bu tür şoklamalarla engellenirse nerelere kayacağımız bir hesap edilsin. Tüyler ürpertici sonuçlar görülecektir.

AKP, eğer bu dâvâ sürecinde 301. maddeden, başörtüsünden, anayasa değişikliğinden vazgeçerse, bu demektir ki birileri aba altından sopa gösterip gözdağı vermektedir. AKP’nin direnci, ne kadar “Demokrat Misyon,” ne kadar “Millî” misyon, ne kadar “İttihatçı” misyon partisi olduğunu da gösterecektir. Kafası karışıklar için bir yol haritası olabilecektir.

Hukuk herkese lâzımdır. Şemdinli-memdinli dâvâlarında gösterilen sessizlik, 301. madde gibi konularda gösterilen mülâyemet ve teslimiyet gösteriyor ki “Aç canavara tahabbüb, onu merhametini celb etmek yerine, iştihasını kabartır. Adamı yer. Bir de diş kirasını da ister” kaidesi her zaman geçerlidir. Alttan aldıkça birileri üstüne çıkar.

AKP, bundan böyle tabana ait ya da tabana aitmiş gibi gösterilen sivri söylemcilere, kasıtlı ve planlı gövde gösterisinde bulunanlara, kısaca partiyi şâibeli hale getirmek isteyen ve “dost görünen düşman”larına tüm teşkilâtlarında ve ünitelerinde dikkat etmeli. Malzeme üretim merkezlerini istihaleden geçirmeli.

Son söz karşıya: Bir kişiyi kimse rezil edemez. Bir kişiyi ancak bizatihî yine kendisi rezil edebilir. Başkalarını suçlamayın. Kendinize bakın.

NOT: Tüm okuyucularımın ve kardeşlerimin geçmiş Mevlid Kandilini tebrik eder, duâlarını beklerim.

20.03.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyasî belirsizlik



Belirsizlik, hemen her alanda yıpratıcıdır. Siyasette ise, daha fazla...

İşte, o "daha fazla" olan yıpratıcı belirsizlik, tam da Türkiye'deki siyasî manzaranın halihazırdaki fotoğrafını yansıtıyor.

Bazı aydınlarımız, haftalar, hatta aylar öncesinden, ülkenin böylesi bir cendereye sürükleneceğini hissederek, endişelerini dile getirmişler. Onlardan biri de, halen Vatan gazetesinde köşe yazarlığı yapan Zülfü Livaneli'dir.

İşte Livaneli'nin bundan 35 gün evvelki (13 Şubat 2008) yazısının konuyla ilgili kısacık bir bölümü:

"Bir ülkenin en yüksek mahkemesi, iktidar partisinin ve yandaşı partinin (MHP) rejimin özüyle çeliştiğini saptarsa, o ülkede taşların yerinden oynaması kaçınılmaz hale gelir.

"Hatırlarsanız Refah Partisi ve Fazilet Partisi “laiklik karşıtı hareketlerin odağı oldukları” gerekçesiyle kapatılmışlardı..

"Oysa iki parti de Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerini değiştirme girişiminde bulunmamıştı... Ben o zamanlar yazılarımla iki partinin de kapatılmasına karşı çıkmıştım.

"Şimdi de bu satırları, AKP ve MHP kapatılsın diye değil, neler olabileceğini düşünme çalışması olarak kaleme alıyorum.

"Parti kapatmalar, eski deyimle sadre şifâ olmuyor... Ama Anayasa Mahkemesi eğer bu yönde bir karar alırsa, nasıl hiçbir şey olmamış gibi davranılabileceğini de merak ediyorum doğrusu... Kısacası öyle de olsa, böyle de olsa önümüz karışık."

Bu yazının üzerinden yaklaşık bir aylık süre geçtikten sonra, tahmin edildiği gibi, iktidar partisi hakkında kapatma dâvası açıldı.

Durum ise ortada. Bundan sonra, hiçbir şey olamış gibi davranılması söz konusu bile değil. Siyasî belirsizlik ise had safhada.

Bakalım, yüz yıldır badire üstüne badire atlatan Türkiye demokrasisi, bu son handikapı nasıl aşarak yoluna devam edecek...

AB süreci

Tökezlemenin bir başka sebebi

Türkiye'de demokrasi bir kez daha tökezledi.

Bunun muhtelif sebepleri var. Bir tanesi de şu olsa gerektir: İhale piyasasına bodoslamasına dalan eski mücahitlerin müteahhit kesilmesini fırsat bilen otokrasi taraftarları, fırsat bu fırsat diyerek demokrasi lokomotifinin yoluna taş koyarak hızını kestiler.

Hürriyet buharıyla çalışan ve AB hedefine doğru yol alan bu lokomotif, şimdi patinaj yapıyor.

Başka çaresi yok. Ne kadar zor olursa olsun, yol temizlenecek, tökezleten takozlar bertaraf edilecek ve lokomotif yoluna devam edecek.

Hem öyle devam edecek ki, aklı fikri hâlâ müteahhitlikte olan eski mücahitlerin geri dönmesine bile ihtiyaç kalmayacak.

Zira, Türkiye'nin AB istikametine doğru giden yolu, ülkeyi ilkel birtakım ayak bağlarından kurtulmaya götürecek olan bir hürriyet ve medeniyet yoludur.

Evet, o meş'ûm ayak bağlarından bir asırdır kurtulmayı bir türlü başaramayan Türkiye'nin, AB ile demokratik entegrasyonu sağlayacak olan bu medeniyet yolunu sağlam tutması kaçınılmaz hale gelmiştir.

Bu uğurda ne kadar dürüst davraanılır ve samimane gayret gösterilirse, asıl hedefe de o nisbette rahat ve hızlı bir şekilde varılmış olunur.

Tarihin Yorumu 20 Mart 1956

Tunus: Sömürgecilikten yarı hürriyete

Yaklaşık 75 sene müddetle Fransız sömürgesi altında yaşayan Müslüman Tunus halkı, kısmen de olsa nihayet hürriyet ve istiklâline kavuşmuş oldu.

Bu tarihe kadar Fransızların "Yüksek Komiser"leri tarafından yönetilen Tunus, 20 Mart 1956'dan 1987'ye kadar Habib Burgiba'nın diktası altında inledi. Bu tarihten sonra ise, dikta el değiştirdi ve yönetimin başına bir başka müstebid geldi.

Bu yarım asırlık diktaya rağmen, Tunus halkı yine de sömürge olmaktan kurtulmanın ayrı sevincini yaşıyor.

* * *

1574'te Osmanlı hakimiyeti altına giren Tunus, 1881'e kadar bir eyalet statüsünde kaldı. Bu tarihten sonra Fransızların sömürgesi oldu. II. Dünya Savaşı yıllarında bağımsızlık eğilimleri hissedilmeye başlandı.

Savaştan sonra, hürriyet ve istiklâl heyecanı daha da yükseldi.

Bu heyecan dalgasına daha fazla direnemeyeceğini fark eden Fransa, bu kez bir başka manevra yaparak, Burgiba'nın yönetime getirilmesi halinde Tunus'tan çekileceğini ilân etti.

Neticede, bu noktada Tunus halkı ile Fransızlar arasında bir mutabakat sağlanarak, alenî sömürgeciliğe son verilmiş oldu.

* * *

Başlangıçta, Tunus halkının millî ve manevî değerleriyle barışık gibi görünen Burgiba, idareye hakim olduktan sonra, aniden tavır değiştirdi ve Fransız yanlısı politik uygulamalara yöneldi. Burgiba, bununla da yetinmeyerek, yeni yönetimden rahatsız olan halk ekseriyetine karşı uyguladığı baskı ve zulüm politikalarını şiddetlendirmeye başladı.

Yaklaşık 20 yıl müddetle kendi halkına adeta kan kusturan ve sayısız insanın ölümüne sebebiyet veren Burgiba, 7 Kasım 1987'de yapılan bir darbe sonucu iktidardan uzaklaştırıldı. Tunus'un başına, bu kez Zeynelabidin bin Ali geçti. Başlangıçta o da iyi görünmesine rağmen, sonradan baskıcı, zalimane politikalara meyletti.

Halen, bin Ali'nin Cumhurbaşkanlığı görevini sürdürdüğü Tunus'ta, Başbakanlık makamında ise, M. Gannuşî bulunuyor.

* * *

Bugünkü nüfusu 11 milyon civarında olan Tunus halkının yüzde 99'u Müslüman. Bir kısmının Berberî asıllı olduğu halkın çoğunluğu Araplardan müteşekkil. Geri kalan kısmını ise, Hıristiyan ve Yahudi yerliler ile Fransız ve İtalyan ecnebiler teşkil ediyor.

Yönetim şekli Cumhuriyet, resmî dil Arapça, hükümet merkezi ise Tunus.

Ülkede sınırlı bir demokrasiden söz etmek mümkün. Zira, tek parti sistemi halen ağır basmakta ve göstermelik durumdaki muhalefet partisine eşitlik prensibine dayalı bir serbestlik imkânı tanınmamakta.

Bundan 52 yıl evvel sömürgecilikten kurtulmayı başaran Tunus halkının, en kısa zamanda dahilî baskılardan kurtularak tam demokratik bir idareye kavuşmasını diliyoruz.

20.03.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hidayet kavramı üzerine



Nuray Hanım:

*“İşârâtü’l-İ’câz’da işlenen ‘hidayet’ kavramını açar mısınız? Gafil bir Müslüman’ın hidayeti nasıl oluyor?”

Bakara Sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in hem bir hidâyet rehberi, hem bir hidâyet kaynağı olduğunu beyân eden âyetle başlar. Âyet şöyledir: “Elif Lâm Mîm. Şu yüce kitap ki, onda aslâ şüphe yoktur. O Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir hidayet rehberidir.”1

Bedîüzzaman Hazretlerine göre bu âyet, Kur’ân’ın hem istikamet yolunu göstermekle görevli olduğunu, hem de kendisinin bizzat cisimleşmiş bir hidayet nûru olduğunu îlân ediyor.2 Yani cisimleşen hidayet nurundan Kur’ân meydana gelmiştir. “Hidayet-i Kur’ân öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakikati idrak edilemez. Ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki, ihatası ilmen kâbil değildir.”3

Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Kur’ân’ın hidayeti kalbimizin en ince bir doğruluk arzusundan, dünyanın İslâmiyet’e yakın olsun, uzak olsun, tüm bölgelerinde “iyi ve doğru” olarak kabul gören her değer yargısına kadar kuşatmıştır. Yani dünyanın neresinde olursa olsun, her iyi olan anlayış, her doğru olan kavrayış, her hak olan kabulleniş, her güzel olan değer yargısı ve her isabetli olan (yanlış ve batıl olmayan) yaşayış Kur’ân’ın hidayetine dâhildir. Kur’ân dünyayı hidayetiyle kuşatmıştır. Meselâ Müslüman olsun olmasın, bir Japon’un çalışkanlığı ve özverisi, bir Alman’ın temizliği ve dürüstlüğü, bir Avrupalının insanın ve devletin hak ve hukuku ile ilgili anlayışı, bir yamyamın adaleti, bir Afrikalının sabrı ve metaneti ve sâir insanlarca kabul görmüş ve doğru olan ne kadar anlayış ve kavrayış varsa hepsi Kur’ân’ın öz malıdır. Tüm güzel kavramlar Kur’ân’dan akmıştır ve tüm dünyayı sarmıştır.

Nitekim Üstad hazretleri Kur’ân hakikatlerinin bin üç yüz sene zarfında insan oğlunun kemiyeten beşte birini, keyfiyeten ve insaniyeten yarısını arkasına aldığını, yani inanış ve teslîmiyet itibariyle beşte birini, kavramlarını ve değerlerini kavrayış, kabulleniş ve uygulayış itibariyle de insanlığın yarısını etkilediğini beyan ederek Kur’ân hidâyetinin kuşattığı alanı nazara verir.4

Meyvesi iki dünyanın saadeti olan ve neticesi de kendisi gibi hidâyet olan “hidâyet”in büyük bir nimet, vicdânî bir lezzet ve rûhun Cenneti olduğunu beyan eden5 Üstad Bedîüzzaman hazretleri, Fâtiha sûresindeki “İyyâke nestaîyn” yani “Yalnız senden yardım isteriz” ibâresinden hemen sonra gelen “İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” yani “Bize dosdoğru yol için hidâyet ver” talebinin yardımı hidâyet alanına tahsis ettiğini kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, “İhdinâ” kelimesi dört masdardan türemiştir ve dört mânâya işârettir. 1-Mü’min hidâyet isterse “ihdinâ” dinde sebat ve devam mânâsını ifâde eder. 2-Zengin olan hidâyet isterse, malda ve şükürde ziyâde mânâsını ifâde eder. 3-Fakir olan hidâyet isterse, darlığın geçmesini ve genişliğe kavuşmayı ifâde eder. 4-Zayıf olan isterse yardım, başarı ve muvaffakiyet mânâsını ifâde eder. İç ve dış duygulara, âfâkî ve enfüsî delillerin ve burhanların gösterilmesi hidâyet halidir ki, bu, insanlık tarihi boyunca peygamberlerin gönderilmeleri ve kitapların indirilmeleri ile mümkün ve vâki olmuştur.6

En büyük hidâyetin, perdenin kaldırılması ile hakkı hak, bâtılı da bâtıl göstermek olduğunu kaydeden Bedîüzzaman hazretleri, “İhdinâ” ile istenen “sırat-ı müstakîm”i özetle şöyle tefsîr eder:

Rûha üç büyük kuvvet verilmiştir. Bunlar:

1-Kuvve-i Şeheviye: Faydalı şeyleri isteme ve cezb etme kuvveti.

2-Kuvve-i gazabiye: Zararlı şeyleri def etme kuvveti ve kâbiliyeti.

3-Kuvve-i akliye: İyi ile kötüyü ayırma ve tanıma kabiliyeti ve gücü.

Bu kuvvetlere yaratılışça sınır konulmamış, şeriatça sınır konulmuştur. Şeriatın koyduğu sınırlara uyulmaz ise ortaya abartılı, canavarca ve insanlık dışı birçok bâtıl uygulama şekilleri çıkacaktır.

İşte hidâyet, bu kuvvetleri adâletli biçimde kullanmak demektir ki, şehvet kuvvetinde “iffet ve nâmûs”, gazap kuvvetinde “şecaat, yiğitlik ve kahramanlık”, akıl kuvvetinde ise, “ilim ve hikmet”tir.7

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 1

2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 42

3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 43

4- Asâ-yı Mûsâ, s. 51

5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 62

6- İşârâtü’l-İ’câz, s. 28

7- A.g.e., s. 29

20.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Son döngü



ABD kâğıttan kaplan gibi dökülüyor. Mao bunu söylediğinde henüz erkendi ve Amerikan gücü şaşaalı günlerini yaşıyordu. Mao’nun o günlerde söylediği bugünlerde çıkıyor. Irak Savaşının beşinci yıldönümü, dünyada yaşanmakta olan muhteşem döngüye denk geldi. Bush bu süreçte iki konuşma yaptı. Bunlardan birisi işgalin beşinci yıldönümüyle alâkalıydı. Kimsenin Irak’ta kendilerinin yenildiklerini iddia edemeyeceğini söyledi. Halbuki, ‘Irak’ta misyon tamamlandı’ diyeli yıllar oldu ve bölgeyi turlayan Cheney, hâlâ ‘Irak’ta misyonumuzu tamamlayacağız’ diye ısrar ediyor. Demek ki, ikisinden birinin sözü yalan. Ne tamamlanan misyon, ne de zafer var. Aksine, ABD bütün cephelerde çöküyor. Yalvar yakar Türkiye gibi ülkelerden Afganistan’ın güneyi için kendileri namına bilvekale savaşacak asker talep ediyor. Soros’un dediği gibi Mehmetçik’i kendileri için hazır kıt’a asker sanıyorlar. Veya Türkiye’nin tek ihraç malı görüyorlar. Büyükanıt’ın buna verdiği cevap, Türkiye’nin cevabıdır. Ama ekonomik kırılganlık ve AKP’ye açılan kapatma dâvâsı muvacehesinde hükümet bu talepler karşısında yelkenlerini indirirse o başka. Ama bu takdirde de, kendini kimseye anlatamaz. Irak işgalinden itibaren muazzam bir küresel döngü yaşanıyor. Bu da ABD’nin artık kabuğuna çekilmekte olduğuna işaret ediyor. Kimi iktisatçılar savaşın bedelini 3 trilyon dolar olarak takdir ediyorlar. Hillary, 1 trilyon dolar daha ek masraf çıkabileceğini söylüyor. Kimileri savaş giderlerini yarım trilyon takdir etse de kayıplar gerçek, ama takdirler arasında fark nisbîdir.

Bush’un imparatorluk yapmak istediği ABD, ontolojik bir yıkımın eşiğindedir. Bunun üç göstergesi var. Bunlardan birisi savaş giderlerinin taşınamaz noktaya gelmiş olmasıdır. Astarı yüzünden pahalı olmuştur. Petrole veya Dimyat’a pirince gidelim derken evdeki bulgurdan olmuşlardır. İkincisi, ABD’nin tüketim toplumu olmasıdır. Ürettiğinden çok tüketmesidir. Bu da ticaret dengesi açığı olarak doları vuruyor. Maalef Türkiye’de AKP modeli de bu ekonomik modeli benimsemiştir. Çöküntünün üçüncü ayağı, mortgage sistemidir.

***

Bu çerçevede El Hayat Yazarı Cihad el Hazin: “Hezimetlerini Patreus ile birlikte allayıp pullasalar da Bush’un her bir zafer satırına büyük bir reddiye yazarım, ama yerim müsait değil” diyor. Robert Fisk’in değerlendirmesi ise daha ağır. Diyor ki, “Biz hamakatımızla sadece Irak’ı kaybetmedik aynı zamanda yanlış politikalarımızla Afganistan’ı, Pakistan’ı da kaybettik....”

İşgaller ABD’nin iki düşmanı İran ve Rusya’yı güçlendirmiştir. Robert Fisk’in “The Only lesson we ever learn is that we never learn” ifadesi muhteşem bir tespittir: “Tarihten aldığımız tek ders, tarihten ders alamadığımızdır.” Bush’un hâlâ zaferde ısrar etmesi hamakatinin delili değil midir? Ders alsalardı Filistin’den alırlardı. Fisk, ‘İslâm’la terör arasında münasebet yok bilakis bizim işgallerimizle terör arasında bir münasebet vardır’ diyerek Abdulhamid Ensari gibi bunu anlamak istemeyen hocalara da bir İngiliz dersi vermiştir. Manifesto gibi bir yazı yazmıştır. Churchill müsveddesi Bush, Churchill’e öykünmüş ama ondan ders almamıştır. İktidardaki günleri dolarken Annapolis’te hayâl görmüş ve Filistin-İsrail barışını temin edeceğini varsaymıştır. Halbuki, Churchill Filistin’i cehenneme çevirdiklerini itiraf eder. Bush’un savaşları listesinde Vanity Fair’in de ifade etttiği gibi Hamas’ın Gazze kazası da vardır. Bunun dışında 2006 Temmuz’unda Lübnan Savaşı ve Irak ve Afganistan savaşları bu listeye dahildir.

Savaşı da becerememiş barışı da becerememiştir. Her iki cephede de çuvallamış ve çökmüştür. Irak savaşının beşinci yıldönümünde konuşmadan önce mâli piyasalara ABD’nin geçirmekte olduğu en derin ekonomik krizi ise itiraf etmek zorunda kalmıştır. ‘ABD zor günlerden geçiyor’ diyebilmiştir. Dünya artık ürettikleriyle ABD’yi daha fazla beslemeyecektir. Türkler de askerlerini Amerikalıların işgal iştahlarını tatmin için Afganistan’ın güneyine göndermeyeceklerdir.

***

Bilanço sanıldığından da ağır. Piyasaların çabuk toparlanacağı zannedilse de artık bu iniş ve bitiş durdurulamıyor. Kimileri krizi, tarihin en büyük krizi olarak değerlendiriyor. 1970’lere ve onun da ötesinde 1929’a benzetenler var. Son büyük döngünün içindeyiz. Bu döngünün sonu, ABD’nin küresel aktör olmaktan çıkmasıdır. İşte bu ekonomik, siyasî ve askerî hezimetler girdabı muvacehesinde Hillary iktidara gelirse 16 ay içinde Irak’tan çekileceğini vaad etti. İçeride ve dışarıda yaşanan çöküntülerin altından terü taze bir şekilde yeniden İslâm güneşi doğacak. Sürgüne giden değerler geri dönecektir.

20.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri