Yorgunluk her zaman şikâyet edilecek bir durum değildir. Bazı yorgunluklar var ki insan çalıştıkça mutlu olur. Tembellik bazı anlarda insanı daha çok yorar ve dermansız bırakır.
Diye düşünürken, bir seranın önünde duruyorum. Kıvırcık almam lazım. Seranın içerisine uzun uzun bakıyorum. Geldiğimi gören sera sahibi, hoşgeldin faslının akabinde “Kıvırcık alacaksan keseyim sana. Üşüme! Hava bayağı soğuk” diyor.
Ellerine bakınca, soğuktan morardığını görüyorum “Sen de üşüyorsun, ama buradasın. Ben neden birkaç dakika daha durup, şu harika görüntüyü izlemeyeyim ki” demek istiyorum.
Sözler fazla geliyor o an dilime.
Susuyorum.
Gözlerimi kıvırcıklardan ayırmadan gülümsediğimden olsa gerek. Sera sahibi, kime gülümsediğimi görmek için etrafa bakıyor, ister istemez. Ama kimsecikleri görmüyor. Tam soracakken “Hayırdır” sözünü ağzına tıkayıp, “Kendim kessem olmaz mı?” diyorum.
“Üzerin kirlenmesin. Yapabilir misin?” diyor. Gözlerimi ellerinde gezdiriyorum, “Seninki kadar toprağa dokunmasalar da, o kadarını yapabilirim” diyorum biraz sitemkâr bir sesle. Mahcup oluyor. “Yanlış anlama. Parmağın falan kesilir. Seni düşündüm.”
“Yapabilir misin gerçekten” diyor. Ben şaşkın “Ne var sanki bunda. Alt tarafı birkaç kıvırcık keseceğim. Neden bu kadar sorun yaptı ki” diye düşünürken.
“Merak etme bıçağımı da aldım. İnşallah kesebilirim” deyince tebessüm onun yüzünü de aydınlatıp, “Hayırdır nereye bakıp gülüyorsun?” demekten alamıyor kendini.
“Kıvırcıklar” diyorum. “O kadar şirinler ki onlara baktıkça içim açılıyor. Sanki güllere bakar gibiyim, papatyalara ya da. Yani kır çiçekleri gibi bir şey bunlar kışın ortasında. Çok şirin duruyorlar” dediğimde, basıyor kahkahayı…
“İlahi ne âlemsin. Kıvırcıklar ve kış çiçekleri ha.”
“Evet, onlar kış çiçekleri. Her ne kadar biraz tabiattan uzak olsalar da, gökyüzünü sadece naylonların ardından görseler de, onlarda çiçek. Hem de kış çiçekleri.”
Kıvırcıklara bakıp bu kadar mutlu olanını görmediğinden, şaşkın şaşkın bakıyor. Ben de kıvırcıklarla bunca zaman uğraşıp onların şirinliğini fark etmeyen bu kadına şaşkın bakıyorum.
Kadının yüzünde ki tebessüm derinleşiyor ve “Ne görüyorsun şimdi” diyor merakla. Ben bir şey demeden de ekliyor. “Yıllardır şu toprakla uğraşırım. Her mevsim farklı sebze ekeriz. Hatta karanfillere bile bu gözle bakmadım ben. Hepsi gözümde ot işte. Bildiğimiz ot” diyerek neden şaşırdığını anlatmaya çalışıyor.
Beraber giriyoruz seraya. Ben yanından geçtiğim kıvırcığa dokunuyor, söyleşiyorum onunla. Yemyeşil renkleri cezp ediyor beni. İnatla ayakta duruyorlar ve kışın soğuğundan korundukça daha bir verim veriyor ekildikleri yerlerde.
Yaprakları o kadar taze ki dokunmaya kıyamıyorum. Mutluluk böyle bir şey işte diye geçiyor içimden.
İçlerinden biri çok dikkatimi çekiyor, sanki “Lütfen beni kes. Evine götür beni. Nimet olarak şereflendir” der gibi. Kıramıyorum onu. Tam eğilecekken bir başkası göz kırpıyor. Uysam kıvırcıklara bütün serayı alıp eve getireceğim.
İhtiyacım kadar alıp, istemeden ayrılıyorum yanlarından. Seranın dışına çıkınca sera sahibi kadına, “Onların her biri Rabbimi zikir ediyor. Kendilerine göre tespihleri var. Onlar boşuna mı yaratılmışlar? Asla! Bizlere nimet olsun diye ne güzel renklendirmiş Yaratıcı. Onlarda ne güzel gösteriyorlar sanatkârlarının sanatını. Sen onları ve bütün yaratılmışı öylesine başıboş vazifesiz mi sandın?”
“Artık yanlarında ki ayrık otlarını da koparamam ben. Tespihlerine mani olmayayım.”
Karşılıklı gülüşüyoruz.
02.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|