|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Kış çiçekleri |
|
Yorgunluk her zaman şikâyet edilecek bir durum değildir. Bazı yorgunluklar var ki insan çalıştıkça mutlu olur. Tembellik bazı anlarda insanı daha çok yorar ve dermansız bırakır.
Diye düşünürken, bir seranın önünde duruyorum. Kıvırcık almam lazım. Seranın içerisine uzun uzun bakıyorum. Geldiğimi gören sera sahibi, hoşgeldin faslının akabinde “Kıvırcık alacaksan keseyim sana. Üşüme! Hava bayağı soğuk” diyor.
Ellerine bakınca, soğuktan morardığını görüyorum “Sen de üşüyorsun, ama buradasın. Ben neden birkaç dakika daha durup, şu harika görüntüyü izlemeyeyim ki” demek istiyorum.
Sözler fazla geliyor o an dilime.
Susuyorum.
Gözlerimi kıvırcıklardan ayırmadan gülümsediğimden olsa gerek. Sera sahibi, kime gülümsediğimi görmek için etrafa bakıyor, ister istemez. Ama kimsecikleri görmüyor. Tam soracakken “Hayırdır” sözünü ağzına tıkayıp, “Kendim kessem olmaz mı?” diyorum.
“Üzerin kirlenmesin. Yapabilir misin?” diyor. Gözlerimi ellerinde gezdiriyorum, “Seninki kadar toprağa dokunmasalar da, o kadarını yapabilirim” diyorum biraz sitemkâr bir sesle. Mahcup oluyor. “Yanlış anlama. Parmağın falan kesilir. Seni düşündüm.”
“Yapabilir misin gerçekten” diyor. Ben şaşkın “Ne var sanki bunda. Alt tarafı birkaç kıvırcık keseceğim. Neden bu kadar sorun yaptı ki” diye düşünürken.
“Merak etme bıçağımı da aldım. İnşallah kesebilirim” deyince tebessüm onun yüzünü de aydınlatıp, “Hayırdır nereye bakıp gülüyorsun?” demekten alamıyor kendini.
“Kıvırcıklar” diyorum. “O kadar şirinler ki onlara baktıkça içim açılıyor. Sanki güllere bakar gibiyim, papatyalara ya da. Yani kır çiçekleri gibi bir şey bunlar kışın ortasında. Çok şirin duruyorlar” dediğimde, basıyor kahkahayı…
“İlahi ne âlemsin. Kıvırcıklar ve kış çiçekleri ha.”
“Evet, onlar kış çiçekleri. Her ne kadar biraz tabiattan uzak olsalar da, gökyüzünü sadece naylonların ardından görseler de, onlarda çiçek. Hem de kış çiçekleri.”
Kıvırcıklara bakıp bu kadar mutlu olanını görmediğinden, şaşkın şaşkın bakıyor. Ben de kıvırcıklarla bunca zaman uğraşıp onların şirinliğini fark etmeyen bu kadına şaşkın bakıyorum.
Kadının yüzünde ki tebessüm derinleşiyor ve “Ne görüyorsun şimdi” diyor merakla. Ben bir şey demeden de ekliyor. “Yıllardır şu toprakla uğraşırım. Her mevsim farklı sebze ekeriz. Hatta karanfillere bile bu gözle bakmadım ben. Hepsi gözümde ot işte. Bildiğimiz ot” diyerek neden şaşırdığını anlatmaya çalışıyor.
Beraber giriyoruz seraya. Ben yanından geçtiğim kıvırcığa dokunuyor, söyleşiyorum onunla. Yemyeşil renkleri cezp ediyor beni. İnatla ayakta duruyorlar ve kışın soğuğundan korundukça daha bir verim veriyor ekildikleri yerlerde.
Yaprakları o kadar taze ki dokunmaya kıyamıyorum. Mutluluk böyle bir şey işte diye geçiyor içimden.
İçlerinden biri çok dikkatimi çekiyor, sanki “Lütfen beni kes. Evine götür beni. Nimet olarak şereflendir” der gibi. Kıramıyorum onu. Tam eğilecekken bir başkası göz kırpıyor. Uysam kıvırcıklara bütün serayı alıp eve getireceğim.
İhtiyacım kadar alıp, istemeden ayrılıyorum yanlarından. Seranın dışına çıkınca sera sahibi kadına, “Onların her biri Rabbimi zikir ediyor. Kendilerine göre tespihleri var. Onlar boşuna mı yaratılmışlar? Asla! Bizlere nimet olsun diye ne güzel renklendirmiş Yaratıcı. Onlarda ne güzel gösteriyorlar sanatkârlarının sanatını. Sen onları ve bütün yaratılmışı öylesine başıboş vazifesiz mi sandın?”
“Artık yanlarında ki ayrık otlarını da koparamam ben. Tespihlerine mani olmayayım.”
Karşılıklı gülüşüyoruz.
02.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Kapana kısılmak |
|
AKP hakkında açılan kapatma dâvâsının Anayasa Mahkemesince oybirliğiyle kabulü, zaten hayli gerilmiş olan ortamı daha da gerdi ve var olan tedirginliği arttırdı.
Mahkeme Başkanvekilinin son derece tarihî bir görevi yerine getiren insanlara mahsus bir eda ve tavır içerisinde açıkladığı “kabul” kararı, aslında sürpriz değildi, beklenen bir karardı.
Ama iktidar partisine yakın bazı çevrelerin ortaya attığı “İddianame çok zayıf ve yetersiz, bilhassa Cumhurbaşkanıyla ilgili bölümü kesinlikle iadesini gerektirir” iddiasıyla oluşturulan beklentinin boşa çıkması, hayal kırıklığı getirdi.
Böyle bir beklentiye meydan verilmeseydi, iddianamenin kabulü rutin ve sıradan bir işlem olarak görülecek ve bu hüsran yaşanmayacaktı.
Her neyse. Bu, yargı süreci ilerledikçe unutulacak detaylardan biri. Ve asıl önemli olan, bundan sonra ne olacağı ve işin nereye bağlanacağı.
Şu aşamada kesin olarak ifade edilebilecek hususların başında, iktidar partisinin artık icraat yapabilecek konumdan çıktığı gerçeği var.
AKP’nin, kendi hakkında bir kapatma kararı verilmesini engellemek için düşündüğü anayasa değişiklikleri de CHP tarafından Anayasa Mahkemesine götürüleceği için, bu girişimlerden istediği anlamda sonuç alabilmesi zor görünüyor.
Görünen o ki, AKP kapana kısılmış durumda.
Tabiî, iddianamenin kabulü, illâ kapatma kararı çıkacağı anlamına gelmez. Ama Gül’le ilgili kısımda bile 4’e 7’lik bir kümelenmenin ortaya çıkması, ister istemez terazinin kefesinde “kapatma” ihtimalinin ağır basmasına sebep oldu.
Bu bir tarafa, iddianamenin kabulünden sonra, nihaî karar belli oluncaya kadar, Türkiye’nin aşağı yukarı altı ilâ sekiz ay sürmesi beklenen bir belirsizlik ortamına girdiği kanaati yaygın.
Böyle bir süreçte Türkiye, kapatma dâvâsıyla “topal ördek” durumuna düşürülmüş bir iktidar tarafından “yönetilecek.” Bu yönetimin özellikle bürokrasi tarafından ne kadar ciddîye alınacağı ise, doğrusu son derece önemli bir soru işareti.
Hakkında böyle bir dâvâ yokken, dahası geçen yılki 22 Temmuz seçimleriyle, arkasındaki seçmen desteğini tazeleyip güçlendirerek yola devam ettiği halde gündeme hakim olmakta başarılı olamayan iktidarın, böyle bir durumda çok daha etkisiz ve zayıf kalacağı da bir vâkıa.
AKP, aldığı yüzde 47 oyun hakkını verememe, aksine onları yine bloke etme konumundan çıkışın mâkul ve sağlıklı bir yolunu bulabilir mi?
Dileyelim ki, bulsun. Aksi halde onunla birlikte bütün Türkiye’yi ciddî sıkıntılar bekliyor.
Bu sıkıntıları asgarîye indirmek için çabalarken, işin bu noktaya gelmesinde belirleyici olan vahim yanlışlarına rağmen AKP’ye yapılanın gerçekte millî iradeyi hedef aldığını görerek buna göre prensiplere dayalı bir tavır almamız; ancak demokrasiye yönelen bu yargı müdahalesine karşı tepkilerimizde, kendimizi AKP’ye endeksleme hatasına düşmememiz icab ediyor.
AKP hakkındaki kararı mahkeme değil, millet vermeli. Bu kararın doğru ve sağlıklı bir şekilde oluşabilmesi için zemin ona uygun hale getirilmeli. Bu zeminin en önemli şartı olan hür tartışma ve değerlendirme ortamı, ters tepen antidemokratik müdahalelerle sabote edilmemeli.
AKP’nin demokratikleşme reformlarına samimî ve kararlı bir tavırla sahip çıkmayarak; yürüyeceği yolda döşenmiş mayınları temizleme basireti göstermeyerek; kapatma dâvâsını dahi fırsatçı bir tavırla değerlendiren CHP için “İyi ki karşımda böyle bir muhalefet var, onun sayesinde benim oylarım artıyor” şeklinde, bu partininkinden çok farklı olmayan gayriciddî bir tavır sergileyerek bugünlere gelmiş olduğunu dikkatli gözler herhalde ıskalamayacaklardır.
Kendi düşen ağlamaz. Düşene “Oh olsun” demek de bize yakışmaz. O zaman ne yapacağız?
Yapacağımız şey belli: Demokrasi ve özgürlük mücadelesine devam edecek, kime yapılırsa yapılsın, haksızlıklara karşı çıkmayı sürdüreceğiz.
02.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cenâb-ı Hakkın, yokluk karanlıklarından aydınlık varlık âlemine çıkardığı her insan üzerinde bir çok hakları vardır. Buna hukukullah denir.
Muhtelif âyetlerin beyanına göre Kâinatın Yaratıcısını tanımak, ona iman etmek ve imanın gereği olarak emir ve yasaklardan ibâret olan ibâdetle karşılık vermek her insanın vazifesi olduğu gibi; en azından haftada bir defa yıkanmak ve gerekli temizlikleri yapmak da Allah’ın kulları üzerindeki haklarındandır.
Bunun yanında, her insanın diğer insanlar üzerinde de karşılıklı hakları vardır. Karı-koca, ebeveyn ve çocuklar, komşular ve sâir insanlar arasındaki bu haklara, din literatüründe kul hakkı adı verilir. Modern terminolojide insan hakları olarak nitelenen bu haklar, insanın doğuştan sahip olduğu ve kanunlar çerçevesinde muhakkak korunması gereken temel haklardır. Bu temel hak ve hürriyetlere, hiçbir kurum, hattâ devlet bile müdahale edemez ve ortadan kaldıramaz. Böyle bir yanlış yapılmadığı gibi, bilâkis onların en mükemmel bir tarzda yaşanmasına fırsat ve imkân verilir. İleri demokrasiler bu hakların teminatıdır.
Ancak, uygulamaya bakıldığında, dünya genelindeki devletlerin ekserisi, bu hak ve hürriyetlerin ve temel insan haklarının ihlâllerinin örnekleriyle doludur. Yarı demokrasi ile idare edilen ülkelerde kısmen bu haklar veriliyorsa da, çeşitli kısıtlamalarla bu insan haklarının budandığı ve verilen hakların tuzak gibi kullanılarak, sonradan çeşitli mahkûmiyetlere vesile kılındığı görülür. Meselâ, fikir ve ifâde hürriyeti insanların en temel hakkı olduğu ve anayasa ile teminat altına alındığı halde, yazıları hiçbir olumsuz olaya sebebiyet vermemiş nice yazar ve hatiplerin mahkeme eliyle mahkûm edildiği orta yerde duruyor. Ülkemizde 301 ve 216. maddeler demoklesin kılıcı gibi yazarların üstünde sallanıyor.
İslâm dininin kul haklarına verdiği önemin emsâli, ne Batı ve ne de Uzak Doğu toplumlarında görülmüyor. Kâinatın Efendisi (asm), vefatından önce bütün sahabilerine “Kimin bende hakkı varsa işte malım, gelsin alsın. Kimin sırtına vurmuşsam işte sırtım, gelsin vursun. Ben, Rabbimin huzuruna kul hakkıyla varmak istemem” demiştir. Böylesine bir hak anlayışının örneği tarihte görülmüyor. Hz. Cebrail (as), komşunun komşu üzerindeki haklarını haber verdiği zaman, Hz. Peygamber (asm) “Neredeyse komşu komşuya mirasçı olacak zannettim” buyurmuştur. Allah katında en yüksek makam olan peygamberlik ve sıddıkiyetten sonra şehitlik makamının geldiği bilinen bir gerçektir. Allah (cc), kul haklarından başka şehitlerin bütün günahlarını bağışlamaktadır. Ancak, şehit kulunun üzerindeki kul haklarının ödenmesini Allah’ın üstlendiği haber verilmektedir. Cenâb-ı Hak “Benim yanıma kul hakkıyla gelmeyin” ferman etmektedir. Mahşer günü, kul haklarından dolayı, âyetlerin bildirdiğine göre kadın kocasından, kocası karısından, anne baba çocuklarından, çocuklar anne ve babasından, kardeş kardeşinden, köle efendisinden, efendi kölesinden kaçacaklar. Orada para-pul geçmeyecek. Alacaklı olanlar, kişinin sevaplarını alacaklar. Sevaplar bittiği zaman, alacak sahiplerinin günahı o kişiye yüklenecek. Ne kadar dehşetli bir tablo!
Allah Resûlü (asm) bir gün sahabilerine sordu: “Müflis kimdir?” Sahabiler değişik cevaplar verdiler. Allah Resûlü (asm) dedi: “Hiçbirisi değil. Asıl müflis, bir çok sevapla âhirete gittiği halde, kul hakkı yediği için, alacak sahiplerine sevapları dağıtılan ve elinde hiçbir sevap kalmayarak cehenneme yuvarlanan kişidir” dedi.
Komşusunun tarlasına geçen, tartıda hile yapan, çalıştırdığı personelin hakkını vermeyen, memurunu hak ettiği halde üst makama yükseltmeyen, eşinin ve çocuklarının haklarına riâyet etmeyen, eğitimde fırsat eşitliği olduğu halde bir kısım talebelerin üniversiteye girmesini engelleyen, elindeki gücünü kötüye kullanan, insanların temel hak ve hürriyetlerini zora sokan, adalet dağıtması gereken kurumları adaletsizliğe vesile kılanların mahşer günü vay hallerine! Hele bir topluluğun hukukunu koruma mevkiinde oldukları halde hak ihlâline sebep olanlar yok mu, işte onların hâli o gün tam bir perişanlık, rezil ve rüsvâ olmaktır. Halbuki, bir kişinin bile hakkının, nazar-ı adalette büyükten farkı yoktur. Hak, haktır. Büyüğüne küçüğüne bakılmaz. Böyle zalimâne durumlardan Allah hepimizi uzak tutsun ve kul hakkıyla katına varmak musibetinden bizleri rahmetiyle korusun.
02.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Demokratik cesarete ihtiyaç var |
|
Anayasa Mahkemesi’nin iddianameyi kabulü AKP’yi cesaretlendirdi. Zayıf bir ihtimal de olsa mahkemenin geri çevirme beklentisi sona erdi.
Hele Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü kapsayan bölümün 4’e karşı 7 oyla kabul edilmesi zayıf beklentileri de ortadan kaldırdı. Süreci ve sonucu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi.
AKP’nin maalesef yumurta kapıya dayandıktan sonra aktifleşme gibi bir hastalığı var. Bu saatten sonra dönüşün olmadığı anlaşıldı.
Demokratikleşme paketi hazırlıkları son hızla başladı. Düzenleme sadece parti kapatmayı zorlaştırmayı kapsamıyor. Özgürlükleri daha geniş ele alan bir paket olması yönünde çalışmalar var. Kamuoyunu ne kadar tatmin eder açıklanınca göreceğiz.
Önce Mecliste grubu bulunan partilerle uzlaşma aranacak. Düzenleme grup başkan vekilleri düzeyinde ele alınacak. Ancak mutabakatın sağlanamayacağını söylemek kehanet olmaz.
Zira, CHP ve MHP yakaladıkları pozisyonu her ne pahasına olursa olsun terk etmek istemeyecektir. Belki DTP’nin desteği alınabilir. Onlar da kapsamını gördükten sonra net bir tavır sergileyecekler.
Bunu AKP’liler de biliyor. Ancak amaç muhalefet partilerini dışlamış gözükmeden referandumun kapısını aralamak.
Görünen o ki başka bir yol da kalmadı. Elbette kulislerden birbirinden parlak formüller sızacak. Demokratik hakların kullanılmasını engellemek isteyen aracılar rollerini oynayacak. Ama bunların birer oyalamacadan ibaret kalacağını hatırdan çıkarmamak lazım.
AKP’nin kararlı hale gelişi Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konuşmasına da yansıdı. Dünkü grup toplantısında konuşmasının sonlarında kapatma olayına giren Erdoğan, “soğukkanlı ve metanetle” işi yürüteceklerini açıklarken kararlılığını şu cümlelere yansıttı: “Korku tacirlerine fırsat vermeyeceğiz.”
Zaten olay bu aşamaya da korkuyla gelmişti. AB sürecini yükselen milliyetçilikten pay kapma telâşıyla yavaşlatan Erdoğan, başına gelen bu olaylardan sonra korkunun ecele faydası olmadığını da bir kez daha anlamış oldu.
Manzarayı -her ne kadar oy kalitesi tartışılsa da- dağdaki çoban da görüyor. Bir yandan referanduma yani sine-i millete gidilecek. Bir yandan da Ergenekon’un üzerine üzerine gidilecek. En azından şimdilik görünen o.
Yol açık. Yeter ki demokratik cesaret gösterilsin.
02.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ankara’da “geri adım” senaryosu |
|
AKP'yi kapatma davası”nın Anayasa Mahkemesi’nin “ön kararı”yla kabul edilmesi, tıkanan gündemi kilitledi. Öncelikle ekonomide küresel çalkantının derinleşmesiyle gittikçe artan kriz riski ve hükûmetin her defasında övündüğü borsanın dibe vurup piyasaların altüst olması gündem dışı…
ABD’nin işgalle beş yıldır bir milyon insanı katledip on milyona yakın sivili göçe zorlaması medyada yeterince yer almadı. Daha bir asır önce Osmanlının bir vilâyeti olan Türkiye’nin Müslüman komşusu bir ülkenin mâruz kaldığı katliam ve insanlık fâciası, doğru dürüst tartışılmadı bile…
Amerikan Savunma Bakanı Gates’ten sona Bush’un Yardımcısı Cheney’in Ankara’dan talep ettiği Afganistan’a NATO şemsiyesi altında mevcut 700 kişiye ilâve olarak muharip asker isteği, gazete sütunlarındaki birkaç değerlendirmeyle geçiştirildi. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, Bush hayranı Selânikli Fransız Yahudisi Sarkozy’den başka hiçbir Avrupa ülkesi, askerini Taliban’la kanlı bir çatışma cephesine sürmüyor. Türkiye’nin Irak’tan sonra Afganistan’da “resmen” işgalcilerin yanında yer alıp “savaşın tarafı” olması isteniyor…
* * *
Diğer yandan ABD’nin sınır ötesi harekâtta “istihbarat paylaşımı” karşılığı talep ettiği ve en son Ceheney’in bizzat Ankara’da yinelediği, Irak’ın bölünmesi anlamına gelen Türkiye’nin Kuzey Irak’taki yerel yönetimi “devlet” olarak tanıması ve ABD’nin İran’a saldırısına “stratejik müttefik” olarak destek vermesi “beklentileri”ne nasıl cevap verildiği de hâlâ meçhul…
Keza AB müzâkere süreci çoktandır durmuş. Türkiye’nin başta düşünce ve ifâde özgürlüğü, siyasetin demokratikleşmesi çerçevesinde siyasî partiler ve seçim kanunu ile temel hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi alanında uzun zamandır en ufak bir gelişme yok…
Buna bağlı olarak rafa kaldırılan “yeni anayasa” çalışmaları, tamamen gündemin gerisine itilmiş. Yine hükûmetin yasadışı başörtüsü yasağını kaldırmak için MHP ile birlikte yaptığı iki maddelik “mini anayasa değişikliği” Anayasa Mahkemesi’nde âdeta ortada sahipsiz bırakıldı. Dahası, Başkent kulislerinde, siyaset ve yargıdaki bu belirsizlikler ortasında, her ne kadar Başbakan “ne geri adımı” dese de, gelinen safhada “bir geri adım senaryosu”ndan bahsedilmekte.
Anayasa Mahkemesi’nin 10. ve 42. maddeleriyle ilgili karar aşamasında olduğu; sözkonusu değişikliği iptal edemezse bile, tıpkı daha önce iptal edemediği Yüksek Öğretim Kanunu Ek-17’de olduğu gibi, gerekçesine “yasağı” koyup yasakçılara “ek dayanak” edileceği söyleniyor. Anayasa’nın 153. maddesindeki açık hükme aykırı olarak, gerekçedeki “üniversitelere başörtüsü ile girilmez” benzerî bir ibârenin yasakta yeniden istismar ve istimale devam edileceği belirtiliyor.
Bu arada AKP’nin son demde tereddüde girdiği, zaten MHP’nin önerisiyle hazırlanan başörtüsünün serbestliği şekliyle ilgili Ek-17. maddedeki değişiklik teklifinin askıya alınacağı MHP’nin de artık ısrarlı olmayacağı kulislerde konuşuluyor…
* * *
Böylece tıpkı diğer hak ve hürriyetlerde olduğu gibi, bir inanç ve eğitim hakkı olan başörtüsü meselesinde de bir arpa boyu yol alınmamış olup, dön-dolaş aynı yere gelindi. Yasasızlığı “yasa”yla düzeltmenin yanlışlığı bir defa daha anlaşıldı. Ancak, yasağı daha da azdırıp; başörtüsünün serbest olduğu birkaç üniversitede de yasaklanarak…
Bu durumda, “kapatma davası”nın başta “yeni anayasa” ve AB uyum yasaları olmak üzere, temel hak ve özgürlükleri ertleyip ötelediğini bir tarafa bırakıp, “bu dâvâ tarlamızı bereketlendirir, oylarımızı arttırır” diyen Başbakan Erdoğan’ın konuya “siyasî mağduriyet rantı” ve “daha çok oy hesabı”yla bakmasının anlamı nedir?
Siyasî iktidar, salt laiklik üzerine kurgulanan ve tıpkı darbeler ve ara dönemlerde olduğu gibi halkı “laik-anti laik” türü kamplaşma ve kutuplaşmalara götürme tehlikesini taşıyan “kapatma davası”na karşı elbette kendini savunacak ve hakkını koruyacak…
Peki “gereksiz çıkışlar”la kazanılmış hakları dahi kaybettiren, yasakçıların eline yeni yeni kozlar verip özellikle inanç ve mânevî değerlere dair temel hak ve özgürlüklerde “geri adım” attıran, demokratik dirençten yoksun, ürkek, tâvizkâr politikaların verdiği zâyiatı kim telâfî edecek? Kırılgan ve yanlış politikaların vebâlini kim yüklenecek?
02.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hayatı, güzel bir hatime ile kapamak |
|
Bir insan için şu fani dünyada hayatı güzel bir hatime ile kapamak kadar önemli ne vardır? “Ölmeden önce ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen kimse Cennete girer” buyurur Kâinatın Efendisi (asm). Ve ölmek üzere olan kimselere de Lâ ilâhe illallah’ı telkin etmeyi, hatırlatmayı tavsiye eder.1
Evet, son an, hüsn-ü hatime önemli. Hocalarımızın namazların sonunda “Hayatımızı hüsn-ü hâtime ile noktala” diye duâ etmeleri de anlamlı.
Yalnız bu duayı yapmak yeterli mi? Değil şüphesiz. İnsanın nasıl yaşarsa öyle öleceğini, nasıl ölürse öyle de dirileceğini biliyoruz. Dinle diyanetle ilgisi olmayan bir inşaat ustasına hocanın gelip Kelime-i Tevhid telkin ettiğinde “Taş getir, tuğla getir” dediği de fıkralara konu olmuş.
Ama biz yine medresede hayatını kaybeden talebenin Münker Nekir’in “Men Rabbüke?” sorusuna, “Men mübtedadır. Rabbüke onun haberidir. Bu çok kolay bir soru. Siz bana zor olanını sorunuz” diye melekleri ve rahmet-i İlâhiyeyi tebessüm ettirdiğini Risâlelerden öğreniyoruz. Yine Risâlelerde yer aldığına göre kalbine, ruhuna, hissiyâtına iman ve Kur’ân hakikatlerini nakşetmiş olan Hafız Ali—bir ehl-i keşfe’l-kuburun şehadetiyle—Münker Nekir’e, Allah’ın varlık ve birliğinin, iman hakikatlerinin ispat delillerinden ibaret olan Meyve Risâlesi’yle cevap vermişti.
Hatip Mehmed isimli ihtiyar bir talebenin İhtiyarlar Risâlesini yazarken başından geçen şu olay da oldukça ibretli değil mi?
Risâle-i Nurların elle yazılarak çoğaltıldığı günler. Hatip Mehmed (rahmetullahi aleyh) İhtiyarlar Risâlesi’ni yazıyor. On Birinci Rica’nın sonlarına gelmiş. Bediüzzaman Hazretlerinin yeğeni Abdurrahman’ın vefatından bahseden sayfanın tam karşısında Lâ ilâhe illallah kelimesi yer alıyor. Hatip Mehmed tam orayı yazmakta. Bir taraftan kalemi Lâ ilâhe illallah’ı yazarken diğer taraftan da lisânen Lâ ilâhe illlallah diyerek hüsn-ü hatimenin hatemiyle hayat sayfasını mühürlüyor. Bu örneği Kastamonu Lâhikası’nda bizzat anlatan Üstad Hazretleri, “Risâle-i Nur talebelerinin imanla kabre gireceklerine dair olan işarî beşaret-i Kur’âniyeyi vefatıyla imza etmiş. Allah bol bol rahmet eylesin”2 diyerek bu önemli hakikate de dikkat çekmiş.
Ömür dakikalarını İslâmın, Kur’ân’ın gösterdiği tarzda şekillendirmiş, hayatı boyunca Allah’ın rızasını aramaktan başka birşeyin peşinde koşmamış; imanla, Kur’ân’la, Kur’ân hakikatleriyle haşir neşir olmuş, Allah’ın boyasıyla boyanmış bir mü’mini hüsn-ü hatime bekler. Sen Allah’ın dinini yaşar, maddeten ve manen ona hizmet edersen Allah sana hiç yardım etmez mi? Allah, yolunda olan kullarına elbette yardım eder.
Buharî’de yer alan bir hadis-i şerife göre mü'min, tabuta konulup insanlar tarafından omuzlandığı zaman, gideceği yere “N’olur beni çabuk götürün” diyecektir. Kötü bir kimseyse tam tersi, “Eyvah, beni nereye götürüyorsunuz?” diye hayıflanmaktan kendini alamayacaktır. Allah Resûlü (asm) onun bu sesini insanın dışındaki her şeyin işiteceğini bildirir. “Eğer insan bu sesi işitseydi düşüp bayılırdı”3 buyurur. Demek bir insan için hüsn-ü hatime kadar önemli birşey yok.
Dipnotlar: 1- Tirmizî, Cenâiz: 7; Ebû Davud, Cenâiz: 19. 2- Kastamonu Lâhikası, s. 22. 3- Buharî, Cenâiz: 51; Neseî, Cenâiz: 44.
02.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hak ve hürriyetlerin öncüsü: Peygamberler |
|
Şüphesiz müzelerin, tarihî mekânların, sergilerin, şehirlerin, yolların rehber, öncü ve kılavuzları vardır. Bu dünya, kâinat muheşem bir şehir, sayısız antika eserlerin sergilendiği bir müze, bir fuar gibidir.
Bir rivayette 124, bir diğerinde 224 bin peygamber gönderilmiştir. Peygamberler hak ve hürriyetleri ihyâ ve yerleştirme mücadelesi vermek için gönderilmişlerdir. Peygamberler, insan-kâinat, yani eşya ve varlık münasebetlerini, aradaki koordineyi de dersleriyle sağlarlar.
Peygamberler ile hürriyetler arasındaki irtibatı maddeler halinde sıralarsak, şunları tesbit edebiliriz:
* İnsan daima kendisinden üstün, akıllı, zekî, ahlâklı, dürüst, doğru, güvenebileceği, günahsız birisini rehber edinmek ister. Peygamber’e inanmayanlar, filozofların veya akıllı geçinen insanların peşine takılır, neticede de dalalet bataklığında kendilerini bulurlar. İnsanlık tarihinde günümüze kadar akıp gelen iki yol, bu gerçeğe parmak basar. Birinci ve tek emniyetli/huzurlu yol, peygamber yolu. İkincisi de, İlâhî hakikatlere sırt çeviren inkâr, dalalet ve sapıklık uçurumu...
• Peygamberlere iman olmazsa, insanlık bunalımlara düşer, hayatları zindana döner. Ahiret hayatı olduğu gibi, dünya hayatı da peygamberlere imanla aydınlanır. Dolaylı veya direkt “vahy”in mahsulü olan hadis-i şerifler de, binlerce fennî, ilmî, edebî, ahlâki, içtimâî, siyasî, idarî incelik ve nükteleri, güzellikleri ihtiva ederler.
• Hukukun, mimarinin, sanatın kaynağı din/vahiy olduğu gibi, teknik ve teknolojinin de kaynağı dindir. Allah, elçilerini insan toplumlarının manevi ilerleme cihetinde birer imam gönderdiği gibi, yine insanların maddi yükselmeleri sûretinde dahi, o peygamberlerin her birisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstat etmiştir. Onlara mutlak olarak uymayı emrediyor... Sanatkâr ve zanaatkârların çoğunun pir olarak bir peygamberi kabul etmesinin sırrı budur.
Bütün medeniyet, yükseliş, mükemmellik ve kültür değerleri, semavî dinler ve peygamberler eliyle insanlığa hediye edilmiştir. Avrupa ve Amerika’dan getirilen fen ve sanat da, gerçekte yine İslâm’ın malıdır.
• Yaratılışın sebebi, hayatın sırrı, kâinatın manası ve muamması ancak peygamberler sayesinde çözülür. Hayat onlar sayesinde boşluktan kurtulur, değer kazanır.
* Resullere imân, onların vermiş olduğu hak ve hürriyetler mücâdeleleriyle kendisini özdeşleştirir. Anne-baba hakkı, komşu hakkı, insan hakkı, hayvan hakkı, hattâ eşya hakları, peygamberler vasıtasıyla ders verilmiştir.
Peygamberlerin çizgisinde gidenler, Sünnet-i Seniyyeye ittiba edenler, hayatlarını denge içinde geçirirler; hem maddi hem de manevi rahatlığa kavuşurlar. Peygamber yolunda gidenlerin mutluluk ve huzuru ile, onun çizdiği çizgiyi aşanların taşkınlıkları her an gözümüz önündedir.
İnsanların kalb ve dimağlarının ufkuna ekilen hak ve hürriyetler, bir kartopu gibi, akıldan akıla, beyinden beyine, gönülden gönüle, zamandan zamana, devirden devire, asırdan asıra, toplumdan topluma, kitaptan kitaba yuvarlanarak büyümüş ve bugünkü şeklini almıştır. Şu halde, din, peygamberler ve din, hak ve hürriyetlerin kaynağıdır.
02.04.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bana dokunmayan yasak... |
|
Bir yerde fikir ve inanç hürriyeti yoksa, daha farklı bir ifade ile, bu temel haklara yönelik birtakım "kànunî yasaklar" varsa, orada gerçek demokrasiden söz edilemez.
Meseleye bu çerçeveden bakıldığında, "demokrasi" ile "yasaklar"ın birbiriyle hiç uyum sağlamadığı rahatlıkla ifade edilebilir.
Türkiye demokrasisi, işte aynen bu tarz bir "kànunî yasaklar" zinciriyle etrafı örülmüş, hatta bir cihetle kuşatılmış durumda.
İşte bakın, Anayasa'nın 69'uncu maddesine istinaden, muhalefet konumundaki bir partinin ardından, şimdi de iktidar partisi hakkında kapatma dâvâsı açıldı.
Dahası, aynı dâvâsı kapsamında olmak üzere, lider kadrosuna da en az beş yıllık bir "siyasî yasak" talebi yer alıyor.
Yakın geçmişte yaşanan yasak ve kapatma dâvâları, yakın gelecek için de önemli bir kıyas teşkil ediyor.
Aynı şekilde, 11 kişilik Anayasa Mahkemesi heyetinin, tek başına iktidarda olan AKP hakkındaki kapatma dâvânın görüşülmesini "oybirliği ile" kabul etmiş olması da, yine mahkeme süreci ve muhtemel gelişmeler açısından son derece önemli bir veri teşkil ediyor.
Herşeye rağmen, biz yine de iyimser olmaya çalışıyor ve gelişmelerin hayırlara vesile olmasını diliyoruz.
* * *
Bu münasebetle, bir iki noktanın daha altını çizerek dikkat nazarına sunmak istiyoruz.
Birincisi: Altı yıldır tek başına iktidarda olan AKP, şu ân mâruz kalmış olduğu yasaklara karşı ciddî bir mücadele içine girmedi. Başkasını yakan 69. maddenin tâdil veya tebdiline çalışmadı. Tâ ki, zararın ucu kendilerine dokununcaya kadar...
Öte yandan, iktidar cenahı, hür düşünceyi suç sayan 301. madde için de herhangi bir uğraş vermedi. Bu sebeple, açılan dâvâların ve cezaların sayısı çoğaldıkça çoğaldı.
İkinci nokta: AB'ye üyelik sürecini lâyıkıyla ve gereği gibi tam bir ciddiyetle takip etmedi. İşi gevşek tuttu. Gerek müzakere ve gerekse uyum yasaları meselesindeki genel işleyişi hızlandırmadı, hatta işi rölantide bıraktı, denilebilir.
Ama, işte görüyorsunuz ki, bu tür hata veya ihmâlkârlıklar döndü, dolaştı ve sonunda kendi aleyhine işlemeye başladı.
Hâsılı, iktidar kanadı, "Bana dokunmayan yasak bin yıl yaşasın" tavrını takınmamalı ve böylesi bir nemelâzımcılığın rahatı, yahut rehaveti içine girmemeliydi. Maalesef girdi ve hiç de hoş olmayan gelişmelere bir cihette hissedar oldu.
Tarihin yorumu
Van'ın kurtuluşu
Van vilâyetimiz, üç yıl süren kanlı işgal ve esaret döneminin ardından, nihayet hürriyet ve istiklâline yeniden kavuşmuş oldu.
1915 Şubat'ında yaşanan Sarıkamış Felâketi'nin ardından iştahları daha da kabaran Rus ve Ermeni kuvvetleri, aynı yılın Mayıs ayı başlarında bu kez Van'a yönelerek şehri kuşatmaya başladı.
Bölgenin stratejik ve coğrafî yapısını iyi bilen Ermeni çetecileri, yüksek ateş gücüne sahip Rus kuvvetlerine hem yardım, hem de klavuzluk etmekteydiler.
Kuşatma altındaki Van ahalisi ise, günlerdir aç, susuz, savunmasız kaldığından, perişan bir hale düşmüştü.
Bu fırsattan istifade ile şehre yüklenen düşman kuvvetleri, 20 Mayıs 1915'te şehri işgal etti. İşgal gücü, Van'da derhal bir geçici hükümet kurdu ve bu yeni yönetimin başına da meşhûr komitacı Aram Manukyan getirildi.
İşte, Osmanlı hükümetinin almış olduğu "Tehcir Kànunu" da tam bu esnada yürürlüğe konuldu.
* * *
Rus–Ermeni işbirliği neticesinde, Van'ın Müslüman ahalisi bütünüyle bertaraf edildi. Binlerce insan muhacir oldu. Kaçıp kurtulamayanlar ise, çeşitli yöntemlerle katledildi. Şehitlerin 30 binden fazla olduğu tahmin ediliyor.
Bu işgal ve istilâ hareketi, 2 Nisan 1918'e kadar sürüp gitti.
Rusya'nın kendi içinde çözülmesi, dolayısıyla Ermeni çetecilerin desteksiz kalması, Van'ın kurtuluşunu daha da kolaylaştırmış oldu.
Ermeniler Van'ı terk etmeden önce, Müslümanlara ait bütün ev ve işyerlerini ateşe verdiler. Bu sebeple, 2 Nisan günü kurtarılan Van, her tarafı yakılıp yıkılmış, harabeye döndürülmüş bir şehir vaziyetindeydi.
Eski Van bütünüyle harap olduğundan, yeni Van "Bağlar Mevkii" denilen bugünkü yerde yeniden kurulmuş oldu.
* * *
Van'ın Kayaçelebi ailesinden şair Vehbi Beyin harap edilmiş Van için yazdığı şiirden bir dörtlükle bitirelim:
Vardım ki ben Van'a gör neler olmuş
Yıkılmış yakılmış virâna dönmüş
Bülbül otağına baykuşlar konmuş
Yanarım ana ben Van'a yanarım.
02.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Veren elin üstünlüğü |
|
Abdullah Bey:
*“İnfak nedir? İnfakın İslâmiyet’teki yeri nedir? Maun Sûresinde geçen infak yapmayanın dini yalanlamış olması ne demektir?”
Kur’ân’a göre infak, malı Allah için hayır yollarında harcamak demektir. Başka bir ifadeyle, önden âhirete ve ebediyete gönderilen mal ve servettir. Âyetlere bakalım:
* “Namazı kılın, zekâtı verin. Hayır ve iyilik olarak önden ne gönderirseniz, onu Allah’ın katında bulacaksınız. Allah yaptıklarınızı görmektedir.”1
* “Sana ne infak edeceklerini sorarlar. De ki: İnfak edeceğiniz mal anne-baba, akrabalar, yetimler, düşkünler ve yolcular içindir. Hayır olarak ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir.”2
* “Mallarını Allah yolunda sarf edenlerin durumu, her başağında yüz tâne olmak üzere yedi başak veren tânenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah’ın lütfu geniştir. O her şeyi bilendir.”3
* “Gece-gündüz, açık-gizli mallarını infak edenlerin mükâfâtlarını Rab’leri verecektir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”4
* “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe gerçek iyiliğe erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz Allah onu bilir.”5
* “Hayra harcadığınız bir şeyin yerine daha iyisini koyar. Çünkü O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”6
* “Birinize ölüm gelip de, ‘Rabb’im, Beni bir süre ertelesen de, sadaka versem ve iyilerden olsam!’ diyeceği zaman gelmezden önce size verdiğimiz mallardan sarf edin.”7
Peygamber Efendimiz (asm) buyurur ki: “Sizler, vârisinizin malını kendi malınızdan daha çok seviyorsunuz. Gerçek malınız âhirete gönderdiğiniz maldır. Vârisinizin malı ise dünyada bıraktıklarınızdır.”8
Malı âhirete göndermek, malı infak etmekle, yani malı Allah rızası için vermekle mümkündür. Başka hiçbir biçimde mal âhiret tarafına geçmez, ebedî olmaz, elimizde kalmaz, elimizden tutmaz.
İslâm dininde veren el, alan elden üstündür. Vermek için çok mala da gerek yoktur; bilâkis, “az” maldan vermek, daha makbuldür.9 Zaten “maun”, insanlara az-çok demeden yardım yapmak demektir.
Maun Sûresinin meâli şöyledir:
“Dini yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip kakan odur. Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen de odur. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddîye almazlar, onlar gösteriş yaparlar ve en küçük bir hayra da kulak vermezler!”10
Sûre, hayır için vermeyeni şiddetle kınıyor, her “cimri ve riyâkâr tutumu”, dini davranışlarıyla yalanlamak sayıyor. Çünkü dinin “özünde” ne cimrilik, ne yoksulu üzmek, ne vermemeyi marifet saymak yoktur. Tam tersine dinde mümkün mertebe vermek, yoksulu gözetmek, yetime kol kanat germek, gösterişten uzak bulunmak, hayır hizmetlerini desteklemek, hiçbir hayrı küçümsememek vardır.
Hatta dinimize göre en hayırlı olan, en çok sevdiğin şeyi vermektir.11
O halde mümkün mertebe infak etmekten, yani yoksula, yetime ve din hizmetine kol kanat germekten, yani Allah katına mal göndermekten, yani az-çok demeden vermekten geri kalmamak gerekir.
Ahiret için vermeyi unutmak ya da gevşek tutmak bir yana, ciddiye almak ve acele etmek lâzım. Çünkü dünya en hesapta olmayan bir saatte bizi kapı dışarı atıyor.
Malımıza da, mülkümüze de el koyuyor dünya. Esasen, bizim malımız-mülkümüz dünya tarafından zaten ipoteklidir.
Kaldı ki, malı çok istemenin yolu zaten hırs değil, kanaattir. Hazret-i Bedîüzzaman’ın ifadesiyle, “Eğer malı çok seversen hırs ile değil, belki kanaat ile malı talep et; tâ çok gelsin.”12
Kanaatin bir gereği de “veren el” üstünlüğü ile yaşamak, yani malı infak etmek, yani hayır yollarında sarf etmektir.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi, 2/110
2- Bakara Sûresi, 2/215
3- Bakara Sûresi, 2/261
4- Bakara Sûresi, 2/274
5- Âl-i İmrân Sûresi, 3/92
6- Sebe’ Sûresi, 34/39
7- Münâfikûn Sûresi, 63/10
8- Câmiü’s-Sağîr, 1/690
9- Câmiü’s-Sağîr, 2/1852
10- Mâûn Sûresi, 197/1-7
11- Âl-i İmrân Sûresi, 3/92
12- Mektûbât, s. 263
02.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İş olacağına varır |
|
Gündem yeniden ‘parti kapatma’ tartışmalarına kaydı. Anayasa Mahkemesi ‘raportörü’nün, bağlayıcı olmamakla beraber; aksi yönde görüş beyan etmesine rağmen, mahkeme AKP hakkında açılan ‘kapatma dâvâsını’ kabul ile görüşmeye karar verdi. Neticenin ne olacağını bugünden bilmemekle beraber, ‘her şey mümkün’ şıkkının işaretlenmesi gerektiği akla geliyor.
Elbette tartışmalar çok yönlü olarak devam ediyor ve edecek. Ancak tartışılması bile abes olan bir gerçek var: Bu ve benzeri dâvâlar, Türkiye’ye kökten, temelden, esastan zarar veriyor.
Mahkemenin ne karar vereceğinden daha önemli olan, sözkonusu bu kararın hiçbir şekilde telâfi edilemeyecek olmasıdır. Kapatma ya da kapatmama şeklindeki bir karar, bugün itibarıyla ortaya çıkan maddî zararı telâfi edebilecek mi? O halde, iş bu noktalara gelmeden önce yapılması gerekenler yapılmış olmalıydı.
Nedir bu işler? Bunları, ‘demokrasi ve hürriyet yolunda atılması gereken adımlar’ olarak özetlemek mümkün. Malum olduğu üzere Nasreddin Hoca bile, ‘su’ taşımak için ‘testi’ teslim ettiği çocuğu ‘erken ikaz yöntemi’ ile ikaz edermiş. Aksi halde testi kırıldıktan sonra alınmak istenen tedbir daha pahalıya mal olmaktadır.
Siyasî hareketlerden bağımsız olarak, önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin önünün açılacağı ve ufkunun parlayacağından eminiz. Çünkü bu noktada, yıllar önce verilen ‘Ümitvâr olunuz!” müjdesi bizim için tatmin edicidir. Bu bakımdan, havanın kararmış olmasını, sabahın müjdecisi olarak değerlendiriyoruz.
Bir bakıma siyasetçiler, ‘elden geleni arkalarına koyma’nın bedelini ödüyor. Son yıllarda demokrasi ve hürriyetler noktasında atılması gereken onca adım tartışıldı. Milletten gelen bu talepler, genellikle ertelendi ve ‘Vakti değil, biraz daha bekleyin’ tavrı sergilendi. Millet sabırlıdır, bekler ve bekledi. Ama anlaşıldı ki, demokrasiden hazzetmeyenlerin beklemeye tahammülü olmuyor.
Şunu her defasında ifade etmeye çalıştık: Hangi siyasî düşünce olursa olsun, ‘kapatma’ ya da ‘yasaklama’ ile o düşüncenin önüne geçmek mümkün değildir. Geçmiş yıllarda da mümkün değildi, önümüzdeki yıllarda da hiç mümkün olmaz. Mümkün olsaydı, Türkiye zaten bu noktalara gelmezdi. O halde, parti kapatma ile uğraşanlar; haklı oldukları noktasında kendilerinden ve düşüncelerinden emin iseler, halkı ikna etmelidirler.
“Halk bizi ilgilendirmiyor, biz bildiğimizi yaparız” demek; hele hele 2008 yılında prim yapmıyor ve yapmaz. Ya bu millet ikna edilmeli, ya da millet bıkmadan tercihini ‘sandık’ta izhar ederek yanlışta inat edenleri ikna eder.
Siyasî boğuşmaları takip ederken, ‘merkez’i de ihmal etmemeliyiz. Herhangi bir partinin kapatılması, Türkiye’ye telafisi zor maddî zararlar verilmesi; aile, çocuk ve şahsî hayatımızla ilgili vazifelerimizi unutturmamalı. Çünkü maddî zararların telafisi bir şekilde mümkün olsa da, can damarımızı teşkil eden ve insanın başına açılmış bulunan ‘(imanı) kazanma ve kaybetme dâvâsı’nı unutmamalıyız.
Dünya meşgalesine gereğinden fazla kendini kaptıran herkes, en başta kaybetmeye aday demektir. En iyisi, İbrahim Hakkı gibi, “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” demek ve pencerelerden baharın müjdelerini seyretmek olsa gerek...
02.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Fatih’in son rüyası |
|
‘İslâm Katolikliği solladı’ haberiyle ilgili en ilginç değerlendirme The Times gazetesinde yayınlandı. Richard Owen’in kaleminden çıkan 'Islam overtakes Catholicism as world’s largest religion' başlıklı yazıda şöyle bir cümle var: ”In a provocative short story entitled “The Last Christmas” (L’Ultimo Natale) the popular Italian writer Valerio Massimo Manfredi imagines a future in which Islam has become the dominant religion in Italy, with the Pope obliged to leave St Peter’s and make way for an Imam...” Yani özetle İslâm Roma’ya ve İtalya’ya hakim oluyor.
Toronto’da akim kalan Fatih’in son rüyası da gerçekleşiyor ve İslâm bayrağı Roma burçlarında dalgalanıyor. Aslında bu Yusuf Kardavi gibilerin es-Sünne gibi kitaplarında temas ettikleri bir keşf ve ahirzaman haberi ise de aslında bu kehanetler daha ziyade artık, Oriana Fallaci ve Bernard Lewis gibilerin ağzından çıkıyor. Onlar üflüyor Papa söylüyor. Onlar Batı’yı uyararak gardını almasını istiyorlar. Elbette bu kehanetler karşısında Vatikan da boş durmuyor. Magdi Allam gibilerini panayır gibi kampanyalar eşliğinde vaftiz ederken Rus Profil dergisi de Katolik Kilisesi’nin Kosova’yı tümden Katolikleştirme kampanyası açtığını duyuruyor. Bu gerçekten de Profil dergisinin bir uydurması mıdır? Hayır. Kosova’ya gidip gelenler zaten bunu hep söylüyorlar. İbrahim Rugova gibiler de bunun bir ürünüydü. Treza Ana’yı da kullanarak Kosova ve onun da arkasında Arnavutları Katolikleştirmeye çabalıyorlar. İslâm'ın tabii ilerlemesi karşısında Vatikan'da hem bir panik hem de bir hazımsızlık havası seziliyor. Magdi Allam gibi olaylar aslında hem panik havasının hem de hazımsızlığın ürünü.
***
Profil dergisinin haberinde, Mart’ın üçüncü haftasında (2008) Katolik dünyasının “Yeniden Diriliş” gününde Kosova Katolik Kilisesi Piskoposu Dode Gjergji’nin “Kosova Müslümanlarının, İslâmlaştırılmış Katolikler olduklarını ve zamanında zorla dinlerinin değiştirildiğini” iddia ettiği kaydedildi. Bu da Profil dergisinin bir yakıştırması değil. Katolik Kilisesi ve çevresi oldum olası bu tezi işliyor. Radovan Karadziç gibiler de Boşnaklara karşı benzeri bir kampanya yürütüyor ve asıl dinlerinin Ortodoks olduğunu söyleyerek onları zorla yeniden Ortodokslaştırmaya çalışıyorlardı. Aslında bu umutsuz çabalar İslâm’ın önünde bir engel değil. Tam tersine, barajın önünü tıkama çabası suretinde aslında onun basıncını kuvvetlendirmek ve önünü açmaktır. Aynen Akif’in terennüm ettiği mısralardaki gibi: Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım / Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım.
İslâm’a yönelik bu küresel düşmanlık büyük baraj arkasında büyük bir kuvvet birikimine sebep olacak ve uygun bir zemini bulduğunda dünya çapında infilaka geçecektir. İşte Bediüzzaman’ın müjdelediği: "İstikbal inkılabatı içinde en gür seda İslâm’ın sedası olacaktır" sözü de buna işarettir. Papa 16’ncı Benediktus, Hıristiyanlığı konsolideye veya güçlendirmeye yanlış yerden başladı. Selefi II. John Paul gibi manevî bir yönü olsaydı belki de mevcut Hıristiyanlığı güçlendirebilirdi. Ama düşmanlık ve kaba saba davranışlar üzerinden ancak Hıristiyanlığın zeminini zayıflatacaktır. Yani maksadının aksiyle tokat yiyecek ve İslâm’ı zayıflatacağı yerde güçlendirecektir. Dolayısıyla bilmeden İslâm’a hizmet ediyor. Türkiye’deki parti kapatma taraftarlarının AKP’ye hizmet etmeleri gibi.
***
Dolayısıyla Fatih’in son rüyasına hizmet edenler birinci derecede Müslümanlar değil. Zira Müslümanların rüyadan başka ellerinde bir tutamakları yok. Ama galiba korkularıyla rüyaya ceset giydirecek olanlar, rüyayı öldürmek isteyenlerin gayretkeşliği olacaktır. Neden İslâm’ın nüfusuyla ve Müslümanların sayısıyla Müslümanlar bu kadar ilgilenmiyor da Vatikan ilgileniyor? Hadis-i şeriflerde ifade edildiği gibi ahirzamanda Müslümanlar dövüldükçe, porsuk gibi genişleyen bir bünyeye benzeyecekler. Dövmekten başka çare bulamayanlar sonunda dizlerini döveceklerdir.
02.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|