İnsanın en büyük düşmanının nefsi olduğunu, dış düşmanın yapamayacağı kötülükleri dahi insana yaptırabildiğini, eğitilmediği takdirde insanın başına belâlar açacağını biliyoruz.
İnsan ömrü boyunca hep bu düşmanın hücumuna maruz kalır. Ondan iyilik, sevgi ve dostluk beklenmez.
Nefis her an insanın boşluğunu kollar, fırsatını bulduğunda kaldırıp hemen yere atar.
Nefse karşı her an uyanık olmaz; hile ve desiselerinin farkında olmazsak mağlubiyet kaçınılmaz olur. Nefis bir bineğe benzer, yuları elde tutulur, hayra yönlendirilirse ondan istifade etmek mümkün olur.
İnsan nefis ve şeytanla mücadeleyle yükselir, kıymet kazanır. Nefse meftun olup arzu ve isteklerine esir olursa alçalır ve kaybeder.
Büyüklerin en dikkat çekici özellikleri nefisle olan mücadelede başarılarıdır. Onlar nefsi hizaya getirmeyi, susturmayı çok iyi bilir, onu eğiterek nefs-i mutmainne noktasına kadar götürürler. Artık nefis onların elinde uysal bir at hâline gelir.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin nefisle yaptığı mücadelede elde ettiği zafer hayranlık uyandıracak derecededir. Nefsi susturmada büyük bir başarı elde etmiştir. Emirdağ Lâhikasına kaydettiği, “Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni tâciz ederken, bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi” diye not tuttuğu, başının yanına astığı ve faydası olur diye talebelerine de gönderdiği beş fıkra gerçekten nefsi susturmada herkese yarayışlı hususlar. Bunlar üzerinde bir bir duralım.
Birinci fıkrada zevk alma hususu yer alıyor ve nefsini, “Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın, daha hakkın kalmadı” diye susturuyor.
Yüzde doksan insandan daha çok nasıl zevk almıştı Bediüzzaman Hazretleri?
İster dünyevî, ister uhrevî, ister maddî, ister mânevî olsun her şeyin olduğu gibi zevkin de bir kemâli, olgunluk noktası vardır. Ağzının tadı bozulmuş bir insanın bir elmadan aldığı zevk ve lezzetle, tad alma duygusu güçlü bir insanın zevk alması arasında dağlar kadar fark vardır. Sıradan bir insanın elmadan aldığı lezzet sadece elma lezzetiyle sınırlı iken onun şuurunda olan bir insan, elmanın Cenâb-ı Hakkın bir ikram ve hediyesi, bir kudret mu’cizesi olduğunu hissederek yediği için lezzeti bin kat daha artar. Sonra açlıkla tokluk meselesinin de farkı vardır zevk ve lezzet almada. Aç bir insana kuru bir ekmek de verilse baklava börekten lezzetli gelirken, tok insana en nefis yemekler de verilse tadını pek alamaz. Nimetten istifa eden büyükler sadece mide olarak değil, ruhen ve kalben de o nimete karşı açlık hissettikleri için nimetin zevk ve lezzetini tam alır, hakkıyla şükretmesini bilirler.
Ya mânevî zevkler? Neyin ne olduğunu; hakikat, sır ve inceliklerini çok iyi bilen bu büyükler için mânevî zevklerine sınır yoktur. Maddî zevklerle kıyas edilmez mânevî zevkleri. Her şeyi bastıracak derecede büyük ve üstündür.
Anlamaya çalıştığmız şu kısa izahlar, Üstadın, “Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın, daha hakkın kalmadı” sözünün ne kadar anlamlı olduğunu göstermiyor mu?
13.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|