Ümitsizlik, üstünlük duygusu ve acelecilikten sonra, hizmet ehlini tökezletip tenbellik zindanına sürükleyecek sebeplerden dördüncüsünü Üstad “fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî” olarak ifade ediyor. Yani, benmerkezci bir tavırla şahsını merkeze alan bir dünyaya hapsolmak ve kendi fikrinde ısrar etmek.
Haddizatında bu psikolojiyi, insanın kendisini başkalarından farklı ve üstün görme hissinin farklı bir tezahürü olarak görmek de mümkün.
Ama onun ötesine uzanan boyutları da var.
Başka fikirleri küçümserken kendi fikrinin isabetinde ısrarcı olan tavırda, üstünlük duygusunun etkisi aşikâr. Ancak burada, özellikle altı çizilmesi gereken başka bir ruh hali söz konusu.
Yani, dünyanın merkezi olarak kendisini gören, “ene”si kabarmış, ayrıca başkalarını beğenmediği için kendisini herkesten tecrit etmiş, antisosyal, merdümgiriz bir karakter öne çıkıyor.
Herkese dudak büküp burun kıvıran ve kulp takan, kimseyi beğenmeyen, kendisi dışındaki herkesi ve herşeyi eleştiren, başkalarına ve fikirlerine zerre kadar değer vermeyen bir karakter.
Bu yapıdaki bir insanın, bilhassa samimî kardeşlik esasına dayalı, hizmetlerin paylaşarak ve müştereken yürütüldüğü bir şahs-ı manevî ile uyum içerisinde olamayacağı son derece aşikâr.
Böylesi mizaçların, hiçbir toplu hizmet ortamına olumlu bir katkıları olmayacağı için, kendi kendilerini tecrit ederek, fildişi kulelerinin dibine kurdukları uzlethanelerindeki tenbellik zindanlarında ömür tüketmeleri kaçınılmazdır.
Bu psikoloji, mutlaka tedavisi gereken ciddî bir ruh ârızasıdır. Çaresi de, şahs-ı manevîye vücut veren mânâ ve prensiplerin tatbikindedir.
Kişi fıtrat olarak çekingen, merdümgiriz, antisosyal olabilir. Ama ulvî bir ideal etrafında teşekkül eden şahs-ı manevînin bir uzvu olmanın getirdiği kazanımlar, onu bu sıkıntıdan kurtarır.
Ve bir bakarsınız, en sıradan ve silik gibi görünen insanlar, o şahs-ı manevînin terbiyesiyle muazzam inkişaflar kaydeder ve sosyalleşirler.
Bu sosyalleşme de hizmete dinamizm getirir.
Yeter ki, kabarmış “ene”lerinin cenderesine sıkışarak, kendilerinden başka kimseyi beğenmeme ve kendi fikirlerinden başkasına itibar etmeme gibi vahim bir hastalığa yakalanmasınlar.
Üstad, şevke binmiş himmeti tökezletme riski büyük olan bu probleme karşı, insanın Cenab-ı Hak tarafından fıtrat olarak medenî, sosyal bir tabiat ve karaktere sahip kılındığını vurguluyor.
Ve bu tabiatın iki neticesine dikkat çekiyor:
* Başkalarının hukukunu muhafaza edecek ve
* Kendi hukukunu onların içinde arayacak.
Medenî fıtrattaki insanın Robinson Cruseau gibi kendi adacığında tecrit olmuş yalnız bir hayat sürmesi söz konusu olamaz. O, hayatını diğer insanlar ve canlılarla paylaşmak durumunda. Bu paylaşıma dayalı ortak hayatın huzur ve ahengi için ise, karşılıklı olarak hakların saygı görüp gözetilmesi, korunup kollanması lâzım.
Bu gerçek, “Zaman cemaat zamanıdır” hakikatinin hükümran olduğu bir çağda, manevî hizmetler için, kendisine has nüans ve incelikleriyle birlikte çok daha fazla geçerli. İlâhî bir istihdam neticesi olarak beraber hizmet ettiğimiz insanlarla hukukumuz, yukarıdaki çerçeveyi kapsayan—ve de aşan—boyutlarıyla bizleri çok farklı duyarlılık ve mes’uliyetlere mutatap kılıyor.
Bütün bu mes’uliyetlerin arkaplanındaki temel prensip ise, Üstadın naklettiği “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır” hadisi.
Üstad ehl-i hizmetin önündeki “fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî” engelinin, “yüksek himmet, gayret ve hamiyete sahip bir mücahit” olarak nitelediği bu prensiple aşılabileceğini belirtiyor.
O halde, tenbellik zindanına düşmemek veya düştüysek çıkabilmek için sarılmamız gereken düsturlardan biri bu: En hayırlı insan olabilmek için insanlara en faydalı hizmetlerde bulunmak.
Önce kendi imanını kurtarmak, sonra başkalarının imanına kuvvet verecek tarzda çalışmak.
13.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|