AKP’nin, hakkında kapatma dâvâsı açılmasını takip eden günlerde verdiği öfkeli, hamasî ve heyecanlı tepkiler, yerini yavaş yavaş daha sakin ve soğukkanlı değerlendirmelere bırakmaya başlamış gibi görünüyor.
Bu dâvâya da, getireceği “mağduriyet primi” ve oy artışı gibi siyasî rant hesaplarıyla bakıldığını gösteren çiğ yorumlar da artık işitilmiyor.
Gelinen noktada Başbakan “Anayasa Mahkemesi de işini yapacak, biz de kendi işimizi yaparak yolumuza devam edeceğiz” mesajı veriyor.
Bu tavır değişikliğinin arkasında ne var?
AKP durumun ciddiyetini ve muhtemel bir kapatma kararının yol açacağı son derece sıkıntılı sonuçları fark etmeye başladığı için mi, yoksa iç ve dış çevrelerden gelen itidal çağrılarını dikkate alma gereği duyduğundan mı, ilk günlerdeki havasından farklı bir yaklaşıma yöneldi?
Her ikisi de mümkün ve muhtemel.
Çünkü yargı sürecinin kendi zemininde devam ettiği bir aşamada, tribünlere yönelik hamasî tepkilerle gerilimi tırmandırmanın partiye hiçbir faydası olmaz, tersine büyük zararı olur.
Eğer bu tepkilerle, partiye ihtiyaç duyduğu kamuoyu desteğinin güçlendirilmesi amaçlanıyorsa, kimsenin tavrını belirlemek için AKP’den sâdır olacak öfkeli söylemlere ihtiyacı yok. Herkes kendi duruşunu bizzat kendisi tayin ediyor.
Ve bu açıdan bakıldığında, TÜSİAD’dan başlayıp TOBB’a ve başını çektiği STK’lara uzanan geniş bir yelpazede, parti kapatmanın yanlışlığını ve işe yaramadığını vurgulayan bir kamuoyunun insiyakî bir şekilde oluştuğu ifade edilebilir.
Bu durum, demokrasimizin sağlıklı bir zeminde gelişmekte olduğunun da işareti. Çünkü gelişmeleri demokrasi ve hukuk ilkeleri zemininde değerlendirip ona göre tavır koyabilen, parti kapatma dâvâlarına tepkisini dile getirirken dahi siyasetten bağımsız ve partilere mesafeli bir duruştan hareket eden sivil ve demokrat bir kamuoyunun teşekkül ettiğini gösteriyor.
AKP’nin “İyi ki muhalefet olarak karşımda o var” diye diye bugünlere geldiği CHP başta olmak üzere mâlûm muhalefet partilerinin “yargı darbesi”den parsa toplamaya baktıkları bir ortamda bu demokrat duruş daha da değerleniyor.
Gerçek şu ki, demokrasinin asıl ve sağlam güvencesi, hak, hukuk ve özgürlük bilincine sahip bir sivil toplum yapısı. Demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları olarak nitelenen partilerin dayanacağı ve besleneceği zemin de bu yapı.
Sadece partilere endeksli bir demokrasinin ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu, ard arda yaşanan tecrübelerle defalarca görmüş bir ülkeyiz.
Yine darbe eseri yasalarla partilerin her koldan kıskıvrak bağlanıp resmî ideolojinin cenderesine sıkıştırılması, partilerde tabanın belirleyici olmasının engellenmesi, parti içi demokrasiye geçit verilmemesi vâkıaları bu tecrübelerle birlikte düşünüldüğünde tablo iyice netleşiyor.
Mâlûm, AKP siyasette eski anlayışı tamamen tasfiye edip “ortak akıl” üzerinde yürüyen yep yeni bir siyaset inşa etme vaadiyle yola çıkmıştı.
Ama gelinen noktada bu vaadin de yerine getirilemediği bir tablo ile karşı karşıyayız. Eğer yerine getirilseydi, 22 Temmuz seçimi öncesi siyasete ara verme gereği duyan eski Bakan Ali Coşkun, şimdi Erdoğan’ı “tek adam haline gelmek ve kimseyi dinlememek”le eleştirmezdi.
Hadi diyelim ki, ”harcanmış” olmanın burukluğu Coşkun’u böyle acı konuşturuyor olsun.
Peki, bizzat Erdoğan’ın 3 Kasım 2002 gecesi kameralar önünde yaptığı “Seçim ve Siyasî Partiler Kanunlarını önümüzdeki yerel seçimlere kadar düzelteceğiz” taahhüdünün, aradan beş buçuk yıl geçmesine rağmen hâlâ yerine getirilmemesine ne demeli? O söz neden tutulmadı?
Bize göre, AKP şu aşamada kendisini kapanmaktan kurtarmaya yönelik, sonuç getireceği kuşkulu formüller peşinde koşmak yerine şu sözünü gerçekleştirse, demokrasiye en değerli hizmetlerden birini yapmış olur ve tarihe geçer.
08.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|