Truva atları ve Kırat
Demokrat Parti Genel Başkanı (DP) Süleyman Soylu, 6 Ocak’da yapılan Demokrat Parti Olağanüstü Kongresi’nde genel başkan seçildikten üç ay sonra Anadolu yollarına düştü.
Soylu’nun “Güçlü ve Modern Türkiye İçin” sloganı ile yola çıktığı ve “Beyaz Yürüyüş” adını verdiği gezi 30 Nisan’da Manisa’da sona erecek. Soylu, iki aşamalı ziyaret programı kapsamında Çanakkale, Bursa, Bilecik, Kütahya, Eskişehir, Afyon, Isparta, Antalya, Burdur, Denizli, Uşak, Muğla, Aydın, Manisa illeri ve ilçelerini ziyaret edecek.
Süleyman Soylu “Beyaz Yürüyüş”üne 4 Nisan’da Çanakkale’den başladı. Çanakkale Türk tarihinde önemli bir yere sahip. Bu topraklar 600 senelik köklü, büyük bir imparatorluğun yok edilme teşebbüsüne karşı, bir milletin itirazının, direnişinin ve zaferinin simgesi.
Bu yönüyle köklü bir maziye ve zengin bir geleneğe sahip olan ama son seçimde yüzde 5.4’lük bir oy oranıyla meclis dışında kalan bir partinin ilk gezisine buradan başlaması da manidar. Demokrat Parti her türlü yok etme teşebbüsüne, meclis dışında kalmasına rağmen, genetik yapısı itibarıyla hâlâ merkez sağın tek temsilcisi. Çünkü; DP’nin DNA’larında demokrasi, hukuk devleti, insan hak ve hürriyetleri, millî irade, ‘Büyük Türkiye’ ideali var.
DP’lilere bakıldığında da bu yapı hissediliyor. Başörtülüsünden, modern kıyafetli hanımlara, kasketlilerden, şehirli çok şık beyefendilere kadar her sınıf ve kültürden farklı insanları birarada bu partide görmek mümkün.
Bu gözlemlerimizi Çanakkale’ye giderken bindiğimiz feribotta da müşahede etme imkânımız oldu. İstanbul’dan yola çıktıktan üç saat sonra, yoğun yağmur altında Eceabat’taki ‘feribot’a yetiştik. Buradan karşıya, Demokrat Parti Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun “Beyaz Yürüyüş’ünün ilk başlangıç noktası olan Çanakkale’ye geçeceğiz.
Feribottaki insanların çoğu Çanakkale’nin Trakya tarafındaki kasabalarından, köylerinden genel başkanlarına destek için gelen partililerden oluşuyordu. Yukarıda anlattığım çeşitliliği, bu insanlarla yaptığım sohbette bizzat gördüm. Partililerde baraj altında kalmış olmanın ve 5.4’lere düşmenin ümitsizliği ve şevksizliği yoktu. Daha çok 60 senedir süren bir yolculuğa, mücadeleye yeniden başlamış olmanın heyecanı seziliyordu. Karşı yakaya geçtiğimizde DP araçlarından yayılan “Hatırla Sevgili” ile çeşitli yörelere ait türkülerden DP’ye adapte edilmiş müziklerin nağmeleri bizi karşıladı. Kıyıda genel başkanlarını karşılamaya hazırlanan partililer, boyunlarına astıkları beyaz atkılarla heyecanlı bir bekleyiş içindeydi.
Feribottan indikten sonra toplantının yapılacağı yere giderken meydanda Truva atının fotoğrafını çeken partilileri gördüm.
Truva atı bildiğiniz gibi, uzun kuşatma sonrasında o zamanki Truva şehrini alamayan Yunanlıların ahşaptan yaptıkları ve içine askerler koyarak şehrin kapısına bıraktıkları büyük at maketi. Atı şehre alan Truvalıların başlarına gelenler de malûm. Gece olunca atın içine saklanmış askerlerin kapıyı açmaları ve şehri ele geçirmeleri. Homeros’un anlattığı bu tarihî hadiseden mülhem “Truva atı” tabiri hep olumsuz bir mânâda, bir hilekârlığın, entrikanın, insanları kandırmanın simgesi olarak hatırlanır.
Truva atına bakarken. Demokrat Parti’nin 60 senelik tarihi boyunca başına gelenleri hatırladım. İhtilâller, muhtıralar, postmodern darbeler hep bu misyona karşı yapılmıştı. Yassıadalar, düzmece mahkemeler, hapisler, idamlar.
Bütün bunlar yapılırken Demokrat Parti ve devamı olan partiler yok edilmeye, zayıflatılmaya, Türk siyasetinden silinmeye çalışılmış, bunun için farklı usuller tecrübe edilmişti.
Bunlardan biri de bu partinin yerine ikame edilmeye çalışılan Truva atlarıydı. Yani demokrat misyonun temsilcisi olarak görülen, ama bu misyonla alâkası olmayan partiler. Seçmenin bu partilere oy vermesi sağlanacak ve böylece misyonun gerçek temsilcileri devre dışı bırakılacaktı. 1960 ihtilâli sonrasında kurulan Yeni Türkiye Partisi, 1980 sonrasında kurulan Anavatan Partisi hep bu anlayışın mahsulüydü.
Yeni Türkiye Partisi, demokrat seçmenin bir bölümünü yanıltmış, oyların bir kısmını alarak Adalet Partisinin tek başına iktidarına engel olmuş, İsmet İnönü’ye başbakanlık yolunu açmıştı. İlk seçimde tek başına iktidar olacak bir rüzgâr estiren Büyük Türkiye Partisini kapatan ve Doğru Yol Partisinin (DYP) de seçimlere girmesine mani olan 12 Eylül darbecileri Anavatan Partisine (ANAP) yol vererek demokrat misyonu bir kez daha engelleme imkânına kavuşmuştu.
Bu süreçte uzun süren çabalar sonunda DYP iktidara gelmiş, ancak merkez sağ DYP ve ANAP arasında süren mücadeleyle güçsüz düşürülmüş, siyasal İslâmın ve ırkçılığın temsilcisi olan partilere yol açılmıştı.
28 Şubat postmodern askerî müdahalesi de aslında büyük ölçüde demokrat misyona karşı yapılmıştı. DYP bölünmüş, sermaye ve medyayı ellerinde tutan iktidar elitleri tarafından dışlanmıştı. 2002 seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara gelmiş ve kendisini muhafazakâr demokrat diye tarif ederek, demokrat misyonun oylarının büyük kısmını almıştı. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde ise e-muhtıra ve Anayasa Mahkemesinin verdiği kararlarla bir kez daha mağdur imajına bürünen AKP yüzde 46,5 oyla ikinci kez tek başına büyük çoğunlukla iktidar gelmiş, Demokrat Parti meclis dışında kalmıştı.
İddiaya göre artık Merkez Sağ AKP idi. AKP seçimlerde Menderes’in resimlerini de kullanarak bu imajı güçlendirmeye çalışmıştı. Ama AKP’nin icraatları hiç de Demokrat Parti ve bu misyonun icraatıyla örtüşmüyordu.
DP, Türkiye’de demokrasinin güçlenmesi, insan hak ve hürriyetlerinin gelişmesi, din özgürlüğünün yaşanabilmesi, kalkınma, üretim, zenginleşme için çalışmışken, AKP Türkiye’yi daha dışa bağımlı kılan politikalar izliyor, özelleştirme adına, demokratların kıt imkânlarla yaptıkları dev tesisleri şaibeli biçimde birilerine peşkeş çekiyor ve bunların parasını dış borç ödemelerinde kullanıyor, çiftçiyi, köylüyü, esnafı eziyor, üretimi değil, tüketimi teşvik ederek insanları daha da fakirleştiriyordu.
Bu arada AKP uyguladığı gerilim politikalarıyla hem Türkiye’yi, hem de dindarları sıkıntıya sokuyordu. Eşe dosta ihale, kredi dağıtırken, belediyelerin imkânlarını yağmalarken gösterdiği cesaretin binde birini milletin hukuku sözkonusu olduğunda ortaya koyamıyordu. Demokrasi ise sadece AKP’nin başı sıkıştığında gündeme geliyordu. Bu süreçte Truva atları gerçek Kırat’ın yerini almaya çalışıyordu. Ama asla onun yerini dolduramıyordu. Bu sebeple Demokrat Parti ve misyonunun yokluğu günümüzde daha da çok hissediliyordu.
Çanakkale’den başlayan “Beyaz Yürüyüş” bu açıdan önemliydi. Demokrat Parti Genel Başkanı Süleyman Soylu da bu duruma dikkat çekti. Belediye sosyal tesisleri önünde kalabalık ve heyecanlı bir kalabalığa hitap eden Soylu, başlattığı yürüyüşü “Beyaz yürüyüş ahlâklı siyaset, ahlâklı demokrasidir, bu milletin kardeşliğidir, ötekisi olmayan Türkiye’dir” diye tarif ederek konuşmasına başlıyordu. Soylu, konuşmasında hem AKP’yi, hem de başta CHP olmak üzere muhalefeti topa tuttu. AKP ve CHP’yi “kavga ticareti” yapmakla suçlayan Soylu, Erdoğan’ı da sinmekle, susmakla eleştirdi. Türkiye’de seçimin 8 ay önce yapıldığını hatırlatan, Soylu, “Beyaz yürüyüş ne demektir? Bu basiretsiz iktidardan ve muhalefetten Türkiye’yi kurtarmak demektir” diye konuştu. 27 Nisan bildirisinden sonra AKP’nin mağduriyet söylemiyle seçimi geçtiğini anlatan Soylu şöyle devam etti: “Bir mağduriyet kayığına daha binmek istiyorlar. Bu millet artık bunu yemez. Çünkü mağdur olan bu millettir. Beceriksizliğinizin üstünü mağduriyet kalkanı ile örtemezsiniz, zoru görünce demokrasiye sığınıyorsunuz. Siyaset, demokrasiye sahip çıkma işidir”
Demokrat Parti Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun en çok alkış alan sözü ise “Bu kardeşiniz bir daha boynunuzu yere eğdirmeyecek” cümlesi oldu. Bu cümlenin bitiminde alanda bulunanların heyecanı görülmeye değerdi.
Genel Başkan olduktan sonra ilk kez böylesine büyük bir kalabalığın karşısına çıkan Soylu, zaman zaman diyalog şekline çevirdiği konuşmada bu alandaki kabiliyetini de ortaya koydu.
Soylu gerçekten iyi bir hatip ve kaliteli bir siyasetçi. Topluluklar karşısındaki her konuşması AKP’den oy olarak birşeyler götürecektir. Soylu meydandaki insanları heyecandırmayı bildi. Yaşlı teyzelerin, kasketli amcaların gözleri nemlendi. Aradıklarını bulmuş gibiydiler.
Konuşmanın ardından parti otobüsü hareket ettiğinde, geride kalanların yüzlerindeki mutluluk ve ümit ifadeleri Kırat’ın Süvarisi’ne kavuştuğunu gösteriyordu. Öyleyse Truva atlarının yerini Kırat’ın alması da yakındı.
|
Ufuk ÖZDEMİR
07.04.2008
|
|
Melbourne’da nur çiçekleri
Saatler 04.50`yi gösteriyor. Melbourne’de beşinci günümüz. Seriüsseyr olan bir zamanın evlâdıyız ne de olsa. Daha dün gibi Türkiye’`den ayrılışımız. Maddeten ve manen üzerimde çok emeği olan Izmir’deki ablalarımdan, beraber hizmet ettiğim kardeşlerimden ayrılmak zor geliyor. Nurbanu Abla ve Hasan Abiyle vedalaşırken baharda sonbaharı yaşıyorum adeta. Teselliyi yine Risâle-i Nur’da buluyorum: “ Ehl-i hakikatin sohbetine zaman mekân mani olmaz; manevî radyo hükmünde biri şarkta, biri garbda, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıta-i Kur’âniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.”
Türkiye’nin dört bir yanındaki kardeşlerimizden helâllik dileyip, duâlarını istirham ediyoruz. Ve Nur talebelerinin külliyet kesbeden duâlarıyla sağ selâmet mahall-i maksudumuz olan Melbourne’a ulaşıyoruz. Tarih 2 Nisan Çarşamba. Havaalanında bizi Fatih Yargı Abimiz ve ailesi, Bülent Abimiz ve eşi Saime Abla, Refik Abimizin eşi Behiye Abla karşılıyor. Türkiye’de gözü yaşlı bıraktığımız ve ayrıldığımız kardeşlerimizden ayrılığın elemi, Melbourne’daki kardeşlerimize kavuşmanın lezzetiyle zeval buluyor. “Rahmetin iltifatı devamdadır” deyip mesrur oluyoruz.
Ayten Ablamızın ve kızı Rumeysa’nın hazırladığı güzel kahvaltıdan sonra Nur Vakfına geçip istirahat ediyoruz. Ablalarımızla, kardeşlerimizle tanışıyoruz akşam. Sanki yıllardır tanışıyor gibi bir hal var üzerimizde. Ortam son derece samimî ve içten. Nur talebeleri icin “en nesebî kardeşten daha kardeş” diyen Üstadımıza “Belî Üstadım”diyoruz.
Türkiye gündemindeki fırtına ve kaosu da getiriyoruz sanki beraberimizde. Geldiğimiz gün bir fırtına kopuyor Melbourne’da. 70 yıldır böyle fırtına görülmemiş Melbourne’da.
“Allah’ım, Sen bizi Melbourne’a, Melbourne’u da bize hayırlı kıl” diyoruz içimizden. Aldığımız haberlere gore 3000 ağaç devrilmis, iki kişi ölmüş evlerin çatıları uçmuş, duvarlar yıkılmış. Elektriklerin hiç kesilmediği Melbourne’da üç gün elektrik verilemeyen evler olmuş. Saatte hızı 40 kilometreyi bulan fırtına şehir halkını şaşkına çevirmiş. Biz alışkınız kara, borana, fırtınaya. Biz de onların şaşkınlığına şaşırıyoruz.
Melbourne‘daki kardeşlerimizin ekseriyeti yıllar önce çalışmak için gelmiş buraya. Şimdi yüzü Risâle-i Nur hizmetine çevrilmiş bu çalışmanın. Cemaat ferdlerinin kalbi Nur Vakfında atıyor. Nur Vakfı 365 gün kesintisiz hizmet veriyor. Haftanın her günü hareket var Nur Vakfında. Yediden yetmişe herkese hitap ediyor vakıftaki programlar. Erkekler için tahsis edilen alt kat, bilhassa gençler için çok cazip hale getirilmiş. Erkekler, Cuma namazını vakıf bünyesindeki mescidde kılıyor. Hanımlar da üst katta sohbet için toplanıyor. Değişik milletlerin, dinlerin ve kültürlerin olduğu Melbourne’da kültürel yozlaşmaya karşı Nur Vakfı sedd-i ahenin vazifesi görüyor.
Avustralya’ya gelmeden önce aldığımız duyumlardan bir tanesi de dünyanın en mutlu insanlarının burada olduğuydu. Mutluluğun sırrı malûm oluyor gelişimizle. İnsana çok değer veriliyor Melbourne’da. Devlet politikası insanın rahat ve selâmeti üzerine işliyor. İşsiz insanlar devletten işsizlik maaşı alıyor. Gerek devlet hastanelerinde, gerek özel hastanelerde ücretsiz bakılıyorlar. İlâçlarını çalışan insanlardan daha ucuza alıyorlar.
Fatih Yargı Abimizin torunu Hazal’ı ve annesi Safiye kardeşimizi hastanede ziyaret ediyoruz. Koridorlarda tek tük insan var. Türkiye'de hastane koridorlarındaki kalabalığı ve telâşı arıyor gözlerimiz.
Melbourne okuyucularımızın duyarlılığı takdire şayan. Hazal dünyaya geleli daha dokuz saat olmuş. Ama cemaatin ekseriyeti ziyaret için hastanede.
Demokrasi de çok ileri gitmiş Melbourne’da. Biraz daha gitseler İslâmiyetle müşerref olacaklar. Başörtüsü probleminin içinden çıkılmaz bir hal aldığı Türkiye. Avustralya’dan demokrasi dersi almalı. Evet, burada başörtülü olarak istediğiniz yerde okuyabiliyor, çalışabiliyorsunuz. İnancınızdan dolayı ne tahkir ediliyor, ne de yargılanıyorsunuz. Türkler burada yaşamaktan çok memnun.
Türkiye’deki kardeşlerimize ve ailemize selâm ediyor, duâlarınızı istiyoruz.
|
Zeynep RUHAN
07.04.2008
|
|
Hakem hataları
Fenerbahçe, Chelsea zaferinden sonra yorgun çıktığı Kayseri önünde silik ve kişiliksiz bir futbol ortaya koyarak Londra'da yarın oynanancak rövanş öncesi herkesi endişelendirdi. Teknik Direktör Zico'nun savunmada yaptığı değişikliklerle takımın kimyasını bozdu. Özellikle sakatlığını tam atlatamadığı belli olan Roberto Carlos sürekli pas hataları ile eski günlerinden çok uzak bir görüntü çizdi. Edu'nun yerine oynayan Yasin ise Kayseri ataklarında kademeye giremedi ve bütün yükü Lugano'nun üzerine bıraktı. Ayrıca, Önder'in yerinde form giyen Gökhan Gönül'ün özellikle ofansa çıktığında yaptığı isabetsiz pasları rakip savunma kolayca kaptı. Sahada ortaya koyduğu mücadeleyi her zaman takdir ettiğimiz Gökhan'ın bir forvet elemanı gibi çalım hastalığına tutulmuş olmasını anlayamadık. Bu haliyle hem kendini yoruyor, hem de arkadaşlarının enerjisini boşa harcatıyor.
Zico artık bir karar vermeli. Fenerbahçe, özellikle kendi evinde tek forvetle gole gidemiyor. Herkes Kezman'ı suçluyor ama bu futbolcuyu gol pozisyona sokacak kimse bir pas atmıyor. Halbuki, Semih-Kezman ikilisi ile oyuna başlansa, rakip savunmaya daha çok sıkıntı verilecek. Semih'in "nöbetçi golcü" gibi her maçta 60. dakikada oyuna alınmasını bir izahı yok. Semih, golü koklayan, rakiple boğuşan ve duvar paslarını iyi alan özelliği ile 90 dakika oynamayı hak ediyor. Kulübeden gelip, takımına 8-10 puan kazandıran bu futbolcunun Kayseri'ye attığı gol belki de şampiyonluğu getirecek altın bir gol olarak arşivlere girecektir. Ligde son 5 haftaya girilirken Zico'nun Semih konusunda daha objektif karar vermesini bekliyoruz.
Hakem hataları son haftalarda büyük bir artış gösteriyor. MHK Başkanı Oğuz Sarvan bundan sonraki maçlarda hakem atamalarında çok ince ayarlar yapmalı. Kesinlikle formsuz hakemleri krıtik maçlara atamamalı. Fenerbahçe-Kayseri maçında Deivid'in yere düştüğü pozisyona penaltı düdüğü çalan Hakan Sivriservi sadece Kayseri'den değil, şampiyonluk yarışının yakın takipçileri Galatasaray ve Beşiktaş'tan da çok büyük tepki aldı. Hakemlerimiz ikili mücadelelerde çok kolay faul düdüğü çalıyor. Futbolcular hiç haketmedikleri halde sarı kartla cezalandırılıyor. Fenerbahçe-Chelsea maçında Danimarkalı hakem 90 dakika boyunca sadece 10-15 düdük çalarken, gergin ve sert geçen maçı kart göstermeden tamamladı. Hakemlerimiz her iki takımın da 11'e 11 maçı tamamlamaları için azami gayret göstermelidir.
|
Erol DOYURAN
07.04.2008
|