—DÜNDEN DEVAM—
* Zübeyir Ağabey istişarelerde nelere dikkat eder, neleri ön plana çıkarırdı?
Zübeyir Ağabey mercî-i has ve âmm idi. Yani hem Risâle-i Nurun umumî hizmetinde bulunurdu, hem de icap ettiğinde kardeşlerin hususî bir takım işlerine yardımcı olurdu. Çünkü bir kısmının okul problemi var, bir kısmının evlenme, kimisinin ticaret, kimisinin de ailevî problemleri var vesâire... Herkes, Zübeyir Ağabeye derdini rahatça anlatırdı. Zübeyir Ağabey de hiç kimseyi kırmadan, dökmeden dinler, yardımcı olurdu. Meselâ, o zamanlar bazı arkadaşlar evini terk edip dersaneye geliyordu. Ve evinden vaveylâ yükseliyordu. Bu sefer ayıkla pirincin taşını... Zübeyir Ağabeyin o kardeşe öyle bir tavsiyesi olurdu ki... Veya o kardeşin annesi, babası gelirlerdi “Nerede bu” diye Zübeyir Ağabey ile görüşürlerdi, Zübeyir Ağabey ailelerine öyle bir tavsiyede bulunurdu ki, hiç kimseyi kırmadan, dökmeden, ailevî bütünlüğü bozmadan, anneyi-babayı rencide etmeden, hizmetlere de devam ederek, hizmetten uzaklaşmadan barış çareleri bulurdu. Her iki tarafı memnun ve razı ederek ortak bir çözüm buluyordu Zübeyir Ağabey. Bu önemli bir meseledir. Ne annesi babası, ne aile hukuku rencide olur, ne hizmetlerden kalır, ne bir tatsızlık olurdu.
O zamanki umumî meşveretlerin çoğunda biz bulunamadık. Ama şu da var: Bazen önemli bir takım hizmetler için bize itimat da ederdi... Bulunduğumuz konum, yani babamın konumu itibariyle, bazı hususî işlerini, bizim de bulunduğumuz yerlerde Bekir Berk Abi ile, Fırıncı Abi ile konuştuğu olurdu. Herkesin kabiliyetine göre, içinde bulunduğu şartlara veya îfâ ettiği hizmetlere göre, Üstad Hazretlerinden evvelâ umumî kaideleri söyler, sonra Risâle-i Nurdaki delilleri söyler, sonra bu işle alâkalı Üstad Hazretlerinden hatıralar anlatırdı. “Ben Üstadımdan böyle görmüşüm” derdi. Her “Üstadım” dediğinde “Aziz ve mualla Üstadım”, “Mukaddes Üstadım” gibi sıfatlarla fevkalâde bir zarafet içerisinde, “Aziz ve muallâ Üstadımdan vallâhi böyle duymuşum” tarzında söylerdi... Zübeyir Ağabeyden yemin etmesini icab ettirecek bir şüphemiz yok, ama o, işin ciddiyeti bakımından hizmetin hakkı bakımından böyle söylerdi.
* Üstad Hazretlerinin vefatından sonra, Risâle-i Nurlara muâraza edenlere karşı Zübeyir Ağabeyin tavrı nasıldı?
Üstad Hazretlerinin sağlığında bir uygulama var. Üstad Hazretlerine bir sünûhat veya ilham geldiği zaman veya hizmetlerle ilgili bir inkişaf olduğu zaman, onlar bir lâhika haline getirilir, Anadolu’ya dağıtılırdı. Keşke o günkü lâhikaları bugün bulabilsek... Keşke onları, birisi bir arşiv falan yapmış olsa... Bizim kalmadı tabiî, belki üç-beş tane buluruz...
Zübeyir Ağabey, sağlığında—özellikle gazete çıkmadan evvel—bir yerde mühim bir hizmet olduğunda veya hizmetlerle ilgili önemli bir müsbet veya menfî bir mesele olduğu zaman; müsbet ise zaten onu aksettirir, menfî ise buna karşı Risâle-i Nur’dan, Üstad’dan delillendirmek sûretiyle ne gibi cevap bulması gerektiğini, takınılacak tavrı vesâire bir lâhika olarak neşrettirirdi. Dolayısı ile hizmetlerde biz birbirimizle umumî olarak bir bütündük. Olan bitenler hakkında herkesin bir bilgisi olurdu.
* Üstad Hazretlerinin, Zübeyir Ağabey hakkında “Seni kâinata değişmem” diye bir ifadesi var. Zübeyir Ağabey hangi özellikleri sebebiyle Üstadın o hitabına mazhar olmuştu?
Şimdi Üstad Hazretlerinin en yakın talebelerini biliyorum. Hepsinden Allah razı olsun. Hepsinin bir meziyeti vardır. Yani çok yakınında bizzat hizmetinde bulunan Tahirî Ağabey, Abdullah Ağabey, Ceylan Ağabey, Bayram Ağabey, Sungur Ağabey, Hüsnü Ağabey hepsinden Allah razı olsun. Üstad Hazretlerinin meziyetlerinden bir meziyet ile mümeyyizdirler. Kimisinin takvası, ubudiyet ciheti mümeyyiz vasfıdır. Diğeri zekâveti ve fetaneti, kimisi gayreti ve fedakârlığı... Kanaatimce, Zübeyir Ağabeydeki farklılık şuydu: Zübeyir Ağabey bütün bu meziyetleri şahsında cem’ etmiş bir özelliğe sahipti. Başka görüştüğünüz ve Zübeyir Ağabeyi tanıyan kişilerin de, aynı şeyleri söyleyeceklerini tahmin ediyorum.
Zübeyir Ağabey, Üstad Hazretlerinin küçük bir misali gibidir. Belki onun kadar vüs’atli veya kudretli değil, ama, bütün meziyetleri deruhte etmiş, üzerinde bulunduran bir zâttır.
Şimdi her büyük zatın bir musahibi vardır. Zübeyir Ağabey de, sultanlar sultanı olan Bediüzzaman Hazretlerinin baş kumandanı idi. Şimdi hâl böyle olunca, diğer ağabeyler de bunu böyle bilirler ve takdir ederlerdi.
Esasında Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetinde bulunan insanlar, özel seçilmiş insanlardır. Üstad Hazretleri, Zübeyir Ağabeye “Sen üç yaşından beri benim taht-ı tasarrufumdasın” diyor! “Ben seni o zaman talebeliğime kabul etmişim” diyor! Zübeyir Ağabey özel olarak seçilmiş biri. Kanaatimce, diğer talebeleri de aynen bu şekilde! Üç yaşında olmamışsa bile, beş, on yaşında olmuştur. Netice itibari ile demek istediğim şu: Üstad Hazretlerine hizmetkârlık vazifesinde bulunan insanlar, özel önemi olan insanlar. Bunu nereden çıkarıyorsun? Bugünkü hizmetin, devâsâ dünya çapındaki, kâinat çapındaki ihtişamından çıkarıyorum. Eğer öyle sıradan insanlar olsaydılar hizmetler bu günlere kadar gelir miydi? Anlaşılan saff-ı evvellerin hepsi, seçilmiş ve Üstad’a “buyur” denilmiş çok özel insanlardır.
* Bu konu ile alâkalı bir hatıra anlatabilir misiniz?
1930 yılında Sıddık Süleyman Ağabey—Allah rahmet etsin—Barla’da Üstad Hazretleri ile birlikte idi. Ben Barla’ya ilk 1968’de gittim. Barla yolu yeni açılmıştı. Ham bir yoldu. Bayram Ağabey götürmüştü beni o zamanlar. Dağdan taşlar maşlar düşmüştü, asfalt masfalt diye birşey yoktu yolda! Sadece köy hizmetlerinin greyderleri geçmiş, hepsi bu kadar. Üstad Hazretlerinin sağlığında Barla’ya gitmek için Eğirdir’den kayıkla gitmek gerekiyor. Veyahut da ata biniyorsun, Eğirdir ile Barla arası 23-25 km’dir. O da dağdan, taştan aşarak gidiyorsun. Barla dediğin yer işte böyle bir yer. Çok yakın bir tarihe kadar kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdi Barla! Meselâ elektrik yoktu, yol yoktu, hiçbir şey yoktu!
Biz Barla’ya gittiğimizde, milletin gidip baktığı ve şimdi müze olarak kullanılan Üstad Hazretlerinin evinde yatar kalkardık. Üstad Hazretlerini, Barla’ya ilk geldiğinde evinde misafir eden Muhacir Hafız Ahmed’in damadı olan ve büyük çınarın dibindeki Yokuşbaşı Mescidinin imamı Hacı Bahri Amca’da idi anahtarı. Barla’ya gittiğimiz zaman Hacı Bahri Amca’nın evinden anahtarı gider alır, bugün müze olarak kullanılan dersanede kalırdık. 60’lı yılların sonu 70’li yılların başında Barla’yı bilen, Barla’ya gelen yoktu! O zamanlar da Barla’ya gitmeye cesaret eden adam yoktu! Gidecek olan olsa, yolu bilen yoktu! Yolu bilen olsa, parası yoktu vesâire... O günkü şartlarda öyle idi. Şimdi böyle bir yerde, medeniyetin 200 yıl gerisinde bulunan bir yerde, insanların neredeyse kimse ile temas edemediği, gitmenin gelmenin bu kadar müşkül olduğu bir yerde, Sıddık Süleyman Ağabeyin bir mektubu var, diyor ki: “Zannediyorum ki bu eserleri bütün dünya okuyacak.” Ortada hiçbir şey yok! Sadece Üstad söylüyor, Şamlı Hafız Tevfik Ağabey müsvedde olarak yazıyor! Bu müsveddeyi alıyor, Barla’daki bir iki kişi yazıyor! El yazısı bu... Matbaa falan da yok! Ondan sonra Bedre’den Sabri Ağabey geliyor, Üstad ona bir nüshasını veriyor, gidiyor yazıyor. Ertesi gün gidiyor İslamköy’e götürüyor! Bedre nere, İslamköy nere! Hem de yayan! Kaç km’lik yol! Oraya götürüyor, Hafız Ali ona bakıyor, birkaç saat geç gelirse veyahut hiç gelemezse, “Sabri Efendi mes’ulsun” diyor. Ondan sonra Hafız Ali onu yazıyor, İslamköy’den birkaç kişi yazıyor, ondan sonra Atabey, Atabey’den Kuleönü’ne, Kuleönü’nden falan yere, falan yerden Isparta’ya vesâire... Yani 1930’lu yıllardaki şartlar bu! Ama Sıddık Süleyman diyor ki: “Zannediyorum ki, bütün bu eserleri bütün dünya okuyacak!” Adama demezler mi: Ne bütün dünyası kardeşim, Barla’daki okuyamıyor! Üstad Hazretlerinin ve bu işlerle uğraşan bütün talebelerin üzerinde müthiş bir baskı, zulüm, dayak, sıkıntı, mahkeme, hapis her şey var. Böyle şartlar altında Sıddık Süleyman’ın görüşüne bakın! Bu inanılmaz gibi geliyor!
Biz bugün inanmıyoruz bir takım şeylere! Adam orada görüyor! Ha bugün aynı şeyler dense, ne demek istendiği net anlaşılır ve kabul edilebilir! Meselâ “Sibirya’da veya Finlandiya’da veya Güney Amerika’da, yok efendim Kongo’da insanlar Risâle-i Nur’u okuyacak” desen anlaşılır! Niye? Artık internet, medya var, neşriyatlar almış başını yürüyor, gazeteler, her şey var bugün! Matbaalar var, milyonlarca basılıp gönderiliyor! Ama o zaman her şeyin yasak olduğu bir yerde üç-beş nüsha bir kitap var, o kadar! Hatta daha kitap haline gelmemiş, defter! Ve Sıddık Süleyman “Bütün dünya okuyacak” diyor! O zaman talebeler tarafından yazılan mektupların ifade gücüne, ondaki samimiyete, ondaki meseleyi kavrayış şekline bakın! İnsanın aklı hayrette kalıyor! Böyle imkânlardan uzak bir yerde, köy şartlarında yaşayan insanlardaki bu ifade gücü, bu belâgat, bu samimiyet, bu feragat, bu fedakârlık... Bu inanılır birşey değil! Olamaz böyle birşey! Ama olmuş! Hiçbirisi tesadüfi değil! Onun için Üstad Hazretleri “Isparta, taşıyla toprağıyla mübarektir!” diyor! Sadece Isparta değil; Kastamonu da, Emirdağ da, Afyon da, Denizli de mübarek...
* Tekrar Zübeyir Ağabeye dönelim isterseniz...
Zübeyir Ağabeyin istiğna düsturu da fevkalâdeydi. Suret-i kat’iyyede ikramları kabul etmezdi! Aynen Üstad gibi... Hatta Zübeyir Ağabeyin kardeşi Haydar Gündüzalp—Allah uzun ömürler versin—evlenmiş de, onun hanımı Zübeyir Ağabeye birşey göndermiş. Zübeyir Ağabey’in yazdığı mektup var, öyle zor kabul ediyor ki! “Bizim mesleğimiz şöyledir, böyledir” diyor, “Ama o mübarek hanımın hediyesi 200 liralık kadar geldi bana. Sonra düşündüm ki insanın annesi, babası, kardeşleri ve ailesinden aldığı şey dışarıdan aldığı gibi değildir, bundan dolayı kabul ettim” diyor. Şimdi düşün... Kardeşinin hanımı, ne olur ki yani? Bu kadar titizlik gösteriyor!
Meselâ rahmetli Hamza Emek Ağabey et getiriyor Süleymaniye’ye... Şimdi Zübeyir Ağabey kabul etmezse Hamza Ağabey oturup ağlayacak. Zübeyir Ağabey de Hamza Ağabeyi kıramaz! Emirdağ’da bu kadar Üstad’a hizmet etmiş bir ağabeyin hediyesini kabul etmemek... Onu kabul ediyor ve eder etmez—zannederim—Ahmet Gümüş Ağabeye veya Mustafa Ekmekçi’ye “Kardeşim sen bizim prensibimizi biliyorsun! Al git, arkadaşlara, kardaşlara aşağıda yemek yap! Hamza Ağabeyin ikramını reddedemedim” diyor. Zübeyir Ağabey kendi şahsına kabul etmiyor, orada gelen giden kardeşlere yemek yapılması için kabul ediyor. Öteki talebelere “Siz de şahsınıza kabul etmeyiniz” diyor. Ermenek’e yazdığı mektupta “Biliyorsunuz, nur talebeleri böyle hediye kabul etmiyor” diyor.
Zübeyir Ağabey “Ben Üstaddan böyle görmüşüm” diyor. Kaldı ki helâldır, mübahtır... Üstad Hazretleri, bu prensibini “İlmin izzetini, Risâle-i Nur’un hakikatini” rencide ettirmemek ve ileride birtakım tehlikelerden korumak, vikaye etmek için uyguluyor. Bu, onun hayatının en önemli prensibi.
* Zübeyir Ağabey’in menfî meselelere karşı tutumu nasıldı?
Malûmunuz, Üstad Hazretleri menfiliği hiç sevmiyor. Kesinlikle menfî hiçbir haber verilmeyecek Üstad’a... Hizmetlerimizin menfiliğe tahammülü yok! Çünkü ben menfi birşey anlattığım zaman senin şevkin kırılıyor! Ruhuna işliyor. Ruhunda tahribatlar oluyor! Zübeyir Ağabey—zannediyorum—Islahiye’deyken postahanede çalışıyor. Müdürü, Zübeyir Ağabeyi çok seviyor esasında. Birgün Zübeyir Ağabeye Dersim’de yapılan katliâmları anlatmış. Şöyle öldürüldü, böyle şişlendi, çocuklar şöyle oldu, kadınlar böyle oldu... Zannediyorum Isparta’da faytonla bir yere giderken, Zübeyir Ağabey her nasılsa Üstad’a o zatın kendisine anlattığını anlatıyor. Üstad birşey demiyor. Bir yere gidiyorlar. Üstad bir ağacın dibinde evrad, ezkâr, vs ile meşgul. Zübeyir Ağabey ile diğer ağabeyler, 5-10 m ileride bir yerde oturuyorlar. Üstad geliyor, ama çok celâlli. Zübeyir Ağabeye, “Benim kuvve-yi mâneviyemi mi kırmak istiyorsun? Niye bana bunları anlatıyorsun?!” çok kızıyor. Ondan sonra gidiyor... Zübeyir Ağabey çok üzülüyor. Üstad yarım saat, bir saat sonra tekrar geliyor, yumuşak bir şekilde “Mânevî ihtar var! Affedildin! Sen bunu kasten yapmamışsın!” diyor. Zübeyir Ağabey onun için menfî şeyleri kat’î sûrette bahsettirmez. Her söylediği müsbet olurdu! Hatta enteresandır, ben Zübeyir Ağabeyi birçok kimseye yol tarif ederken gördüm. Belki bana da tarif etmiştir! Bir yolu anlatırken bile; başka belli başlı şeyler olmasına rağmen, okul, cami gibi Peygamber’i, Allah’ı, eğitimi, dini, maneviyâtı hatırlatan şeyler ile tarif ederdi! Zihinleri daima müsbete doğru teksif ederdi!
* Zübeyir Gündüzalp Ağabeyi özetlemek gerekirse, neler söylemek istersiniz?
24 saati Risâle-i Nurlar, Üstad ve hizmet meselesidir. Bunun dışında bir dünyası yok Zübeyir Ağabeyin.
—Son—
|
Jessica Lutz, Hollanda Ulusal Radyo Televizyonunun Türkiye muhabiri. Utrecht Üniversitesinde okurken, farklılık olsun diye seçtiği Türkoloji bölümü Lutz’un hayatını değiştirmiş. 1989’dan bu yana Türkiye’de yaşıyor ve Türkleri kendine sahip çıkan insanlar olarak tanımlıyor. Lutz, Türkiye’de, Ortadoğu’da ve Kafkaslarda bağımsız gazeteci olarak çalıştı. Savaş arefesinde dört aylık hamile olarak Bağdat’tayken, temposunu düşürmeye ve İstanbul’a yerleşmeye karar verdi. Bunun yanında Türkiye’yi tanıtan “İstanbul’un Yüzleri” adında, içinde yirmiye yakın portrenin olduğu bir kitap yazmış. Lutz önümüzdeki haftalarda bu kitabı Hollanda'da yayınlayacak. Bu kitabın Türkiye’de yayınlanması için ise sponsor arıyor...
Lutz’la Türkiye’nin toplumsal ve siyasal hayatını konuştuk. Lutz, Türkiye’nin gittikçe demokratikleşen bir ülke olduğunu belirtiyor. Yaşanan son krizle ilgili ise; “Şu anda Türkiye’de yargı ‘Senin çıkardığın yasalardan bana ne. Hangi yasanın iyi veya kötü olduğuna ben karar veririm’ diyor. Neredeyse yargı yasa yapacak. Henüz o aşamaya gelmediler, ancak gelebilir. Bu benim için demokrasi adına büyük bir yara. Demokrasi ağır yaralanmıştır. Fakat kimse umursamıyor!” diyor.
TÜRKLER SAMİMÎ VE DÜRÜST İNSANLAR
* Türkiye’ye ne zaman yerleştiniz?
Temmuz 1989’da, ayın 1'inde yerleştim İstanbul’a. Hollanda Utrecht Üniversitesi’ne giderken yabancı dillerden Türkçeyi seçtim. Türkoloji okudum. Bunu yapmamdaki amaç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmaktı. Bu bölümde toplam beş öğrenciydik.
* Bu seçimi yaparken hiçbir Türk’ü tanıyor muydunuz ?
Ben ne Türk tanıyordum, ne de Türkiye’nin haritada yerini biliyordum. Benim öğrenim gördüğüm okulda dersleri rahibeler veriyordu. Bize öğretilen, Ortadoğu tarihi 1453’te bitti. Türklerin Bizans İmparatorluğunu fethetmesi bunda çok etkili olmuştu. Bundan sonrasıyla artık ilgilenmiyorduk. Büyük bir önyargı vardı.
* Peki Türkiye’ye geldiğinizde önyargılarınız değişti mi?
Benim zaten önyargım yoktu. Bunun dışında Türkiye’yle ilgili bir yargım yoktu. Meselâ babam asla İtalyan biriyle evlememi istemezdi. 1983’te Türkiye’ye geldiğimde Topkapı benim için çok kaotikti. Sen küçüksün o dönemlerdeki Topkapı otogarını bilmezsin. (Çok bizden olan bu cümle bana çok samimî ve sıcak geldi-HHK) Topkapı otogarındaki kargaşayı filmlerde bile görmemiştim. Herkes bağırıyordu ve heyecan doluydu. Tüm Türkiye’ye ordan gidebiliyordun. Bunun yanında Anadolu’yu turla gezdim. Her gittiğim yerde insanlar beni evine davet ediyordu ve çay ikram ediyordu. Hayatımda o kadar çok çay içmemiştim.
* Halbuki çoğu Avrupa ülkesinde Türkler ‘Barbar’ olarak bilinir, öyle değil mi?
Bunu söyleyenler Türkiye’yi ve Türkleri tanımayanlar. Büyük babam Türkiye’ye yerleşeceğimi söylediğimde “Kendine dikkat et. Türkler acımasız insanlardır” demişti. Ama dedemin böyle düşünmesindeki sebep, Birinci Dünya Savaşında insanların birbirlerini öldürmeleriydi. Burada tam tersi bir tabloyla karşı karşıya kaldım. Türk insanları çok sıcak ve dürüst. Ne kadar “Biz yalancıyız. Dolandırıcıyız” deseler de... Ben Türkleri bana sahip çıkan insanlar olarak tanıdım. Böyle olmasa yirmi yıl kalmazdım zaten. Bunun yanında mimarinizi düzeltmeniz lâzım. Binalarınız çok kötü.
* Avrupa’daki Türklere bakarak olumsuz yorumlarda yapılıyor. Bu konudaki görüşünüz nedir?
Eski nesil Türkiye’nin imajını etkiliyor. Genç nesil Avrupa’ya entegre olduğunda görünmüyor. Eski nesile bakarak yorumlar yapılıyor. Türkler Hollanda’da yaşayan diğer halklardan farklı olarak birbirlerine daha kenetlenerek yaşıyorlar. Hollanda kültürüne kendilerini kapatıyorlar.
* Türkiye’de, gazetecilik yaptığınız süre içinde sizi derinden etkileyen olay var mı?
Bizim işimiz genellikle kötü taraflara bakmak. Beni en çok etkileyen olay, 1990’lı yıllarda Güneydoğu’da yaşananlar.
PKK’ya karşı savaş ateşliydi. Her iki taraf oldukça vahşi davranıyordu. İnsanlar katır sırtlarında evlerinden göçmek zorunda kalıyordu.
* Böyle bir ortam bir kadın gazeteci olarak sizi ürkütmüyor muydu?
Ürküyorduk, ancak korkmak bir heyecan veriyordu. Yoksa gazeteciliği yapamazsınız. Biz işimizi yaparken devlet bizden şüpheleniyor. Bizimle konuşan insanları karakollarda sorguluyordu. Bunun üzerine biz de onlara zarar gelmesin diye halkla konuşmuyorduk.
TÜRKİYE’Yİ, BRÜKSEL’DE
ORDU MU TEMSİL EDECEK?
* Güncele dönersek Türkiye’nin AB’ye entegre olacağını düşünüyor musunuz?
Türkiye isterse tabiî ki olur. Türkiye, AB’ye üye olan diğer ülkeler gibi farklı bir ülke. Hepimizin kültürü farklı. Meselâ yapısal olarak Hollanda’yla Bulgaristan’ın hiç alâkası yok.
* Türkiye’nin ‘Müslüman olması sorun’ diyenler var. Katılıyor musunuz?
Müslüman olması sorun olmamalı. Avrupa’nın göbeğindeki Bosna Hersek de Müslüman bir ülke. Kimse ona bakmıyor. Avrupa Türkiye’nin büyük ve değişik bir ülke olmasından korkuyor. Türkiye, AB’ye girerse etkisi büyük olacak. Türkiye’nin birliğin dışında olmasının sebebi, hazır olmayışı. Türkiye bu haliyle AB’ye girse çiftçiler mahvolur. Bunun yanında son yıllardaki gelişmeler gösteriyor ki, Türkiye’de ordunun etkisi büyük. Şimdi de ön planda yargı var. Bunlar Avrupalıların anlayamayacağı tuhaflıkta olaylar. Ordu siyaset üzerindeki etkisini çekmeden Türkiye, AB’ye giremez. Bu durumda ordu Brüksel’e temsilci gönderip Türkiye’yi mi temsil edecek? Yargı mı ülkeyi yönetecek? Bu ülkeyi kim yönetiyor onu merak ediyorum. Hakikaten acayip bir durum. Türkiye’de iki kesim var ikisi de ‘Türkiye’yi biz yönetiyoruz’ diyor. Bu kapatma dâvâsı benim açımdan Türkiye’nin en büyük krizi...
* Peki kapatma dâvâsını çalıştığınız televizyona nasıl anlatıyorsunuz?
Ben bu durumu Hollandalılara anlatamıyorum. Çalıştığım televizyon olayları kavrayamıyor. Gülünç buluyor. Hükümet partisi, cumhurbaşkanı nasıl yasaklanacak bunu anlayamıyorlar.
NEREDEYSE, YARGININ
KENDİSİ YASA ÇIKARACAK
* Siz Türkiye’yle ilgili ne anlatıyorsunuz?
Türkiye’nin demokratik bir ülke olma yolunda epey yol katettiğini anlatıyorum. Normal demokrasilerde politikacılar yasayı yapar, yargı kontrol eder. Şu anda Türkiye’de yargı ‘Senin çıkardığın yasalardan bana ne. Hangi yasanın iyi veya kötü olduğuna ben karar veririm’ diyor. Nerdeyse yargı yasa yapacak. Henüz o aşamaya gelmediler, ancak gelebilir. Bu benim için demokrasi adına büyük bir yara. Demokrasi ağır yaralanmıştır. Fakat kimse umursamıyor!
* Toplum ne yapabilir ki?
Bence sokağa dökülsünler. Tıpkı Gül’ün cumhurbaşkanlığı öncesinde sokağa dökünüldüğü gibi. Bence demokrasi için bu gerekli.
* ”Biz AKP’li değiliz. Neden sokağa dökülelim” denilebilir. Buna ne diyeceksiniz?
AKP’yi sevmeyebilirsin, ancak burada sözkonusu olan AKP değil, demokratik sistem. AKP kötü bir hükümet olabilir. Bunun cezasını sandık verir. AKP bence başörtüsü yasası konusunda yanlış yaptı. Bunu genel bir anayasa değişikliği içinde gündeme getirmeliydi. Bunu söylerken başörtüsü yasaklansın demiyorum. Başörtüsünü yasaklamak daha büyük bir hata.
BU SİZİN SİSTEMİNİZ VE SİZ HALLETMELİSİNİZ!
* AKP kapatılırsa bu AB sürecine nasıl yansır. Süreç durur mu?
Durabilir. Avrupa’da Türkiye’yi görmek istemeyen ülkeler bunu koz olarak kullanacaklar. Bence Avrupa, Türkiye’de demokrasiyi destekleyen bir tutum göstermeli. Avrupa, AKP’ye mi sahip çıksın? Buradaki hukuka mı? Burası sizin ülkeniz ve bu durum sizin meydana getirdiğiniz sistemin bir sonucu. Bence bu durumu sizin halletmeniz gerekir. Avrupa demokrasiyi desteklemek dışında birşey yapamaz ancak çekilip gelişmeleri seyreder.
* Türkiye’ye karşı olanlar bu durumu nasıl kullanacak?
Avrupa’daki Türkiye’yi istemeyenlerin birşey yapmasına gerek yok. Türkiye kendi kendini dışlatıyor. Türkiye’nin düşmanlarının birşey yapmasına gerek yok. Türkiye kendi kendine kötülük yapıyor. Geçen hafta İngiliz bir bakanla görüştüm. Fransa’nın bunu koz olarak kullanmak istediğinden bahsetti. Sarkozy, “Türkiye demokratik, Avrupalı bir ülke değil. Artık Türkiye’ye hayır diyelim” anlayışı içindeymiş. İngiltere tüm gücüyle Türkiye’nin AB sürecini desteklemekten yana ve Fransa’ya ‘sus’ diyor. Fransa son gelişmelere çok seviniyor.
* Sizce dâvâ süreci kapatmayla biterse ne olur?
Bunu tahmin etmek çok zor. Türkiye’nin en büyük partisi kapatılırsa ve o partiyi parti yapan insanlara seçime katılma yasağı gelirse bu gerçek bir seçim olmaz. Böyle bir durumda Türk seçmeni seçimleri boykot etmeli. Hiçkimse oy vermemeli. Yargıçlar ülkeyi yönetmek istiyorlarsa yönetsinler. Benim fikrim Ordu ve Anayasa Mahkemesi Gül’ün seçilmesi önüne engel çıkardıktan sonra, AKP’nin seçimleri büyük bir zaferle kazandığı dönemde, Tayyip Erdoğan’ın Genelkurmay Başkanını emekliye sevk etmesiydi. Son olarak Genelkurmay başkanı Kıbrıs’la ilgili siyasî açıklamalar yaptı. Erdoğan bunalıma mı girdi bilmiyorum. Neden tepki vermiyor? Sadece sloganlar atıyor...
* Siz muhalefet partisi olan CHP’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?
CHP’yi hiç kimse sosyal demokrat olarak tanımlamıyor. Eskiden CHP ve Kemalistler Batıcı idi. Batıya yönelmişlerdi ve umutları oradaydı. Son dönemde bu insanlar Batıya sırtlarını döndüler ve Batıdan korkuyorlar. Batının, Türkiye’yi parçalamak istediğini söylüyorlar. Bu tehlikeli bir gelişme. Korku yerine güvenle hareket etseler Türkiye bambaşka bir ülke olur. Bu insanların Batılı kimliklerini kullanıp Türkiyeyi ileri itmeleri lâzım ama tam tersini yapıyorlar.
KEMALİSTLER AKP’NİN MERKEZ PARTİ
OLMASINA SEVİNMELİLER
* Siz Kemalistleri nasıl tanımlıyorsunuz?
Batıya sırtlarını dönmüş, korkan insanlar. Kendilerini küçük bir adada hissediyorlar ve deniz gittikçe kendi aleyhlerinde yükseliyor. Suda etrafını saran köpek balıkları var. Bu durumun hayal olduğunu görmüyorlar.
* Bu korku ve suların yükselme hissi onlara akıl dışı hareketler yaptırabilir mi?
Öyle olmadı mı? Yargının davranışı öyle değil mi? Yargıyı oluşturan insanlar Türkiye’nin demokratik bir ülke olmasını istiyorlardı. Türkiye'nin, Avrupa’ya girmesini istiyorlardı. Artık onu istemiyorlar. Endişe verici gelişme.
* AB’nin Müslümanlara özgürlük alanı açtığından şikâyet ediyorlar...
Bu özgürlük alanının sonu yok diye korkuyorlar. Türkiye’nin insanları antidemokratik insanlar değiller. Ben radikal kesimin azınlıkta olduğunu düşünüyorum. AKP kitle partisi ve radikal değil. Kitlelerse uzlaştırıcıdır. Bence AKP, Kemalizmin zaferidir. Eskiden dinci olan gruplar sisteme çekilmiştir. CHP’liler buna sevinmek yerine korkuyu körüklüyor. CHP AKP’yi kucaklaması gerekirken itiyor...
* Yani siz AKP’nin sisteme entegre olarak uzlaştığını, sıranın CHP’de olduğunu mu söylüyorsunuz?
Evet aynen öyle...Türkiye’nin yüzde doksan dokuzu Müslüman deniyor. Bu ülkeyi Müslümansızlaştıramazsın ki. Kemalistler ‘din tamamen kişisel birşey olsun, siyaseti etkilemesin’ istiyorlar. Din soyut bir kavram. İnsan için dini önemliyse umumî alanda da bunu ifade edecek. Sevinmesi gereken şey AKP’nin merkez parti olması keşke Kemalistler bunu görse.
|