Bediüzzaman’ın vefatının 48. yılına tekabül eden meşrutiyetin 100. yılında, onun bu yüz yıllık süreçte ortaya koyduğu çizgi ve bu inişli çıkışlı sürecin kritik dönemeçlerinde aldığı tavır, gerek yayınlarımızda, gerekse Türkiye çapında gerçekleştirilen panel, konferans, seminerlerde ele alınarak değerlendiriliyor.
Bu çalışmaların çok özenli ve dikkatli bir şekilde yürütülmesi ve devam ettirilmesi önemli.
Zira bu sürecin başından itibaren Said Nursî’nin eserlerinde kayıt düştüğü parametreler ve dile getirdiği ölçüler, demokrasi serüvenimizin bundan sonraki aşamalarında hepimize ışık tutup yol gösteren birer deniz feneri hükmünde.
Divan-ı Harb-i Örfî ve Münâzarat başta olmak üzere, Bediüzzaman’ın o dönemde kaleme aldığı ve 1950’den sonra bazı yerlerini küçük rötuşlarla güncelleyerek “Eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olabilir” notuyla tekrar neşrettiği eserlerini sanki yeni yazılmış gibi okursak bunu çok daha iyi görüp anlayabiliriz.
Hadiselerin akışı, hattâ çoğu zaman “Tarih tekerrürden ibarettir” dedirten benzerlikler de, bu eserlerdeki ölçülerin tazeliğini teyid ediyor.
Bunun ilginç örneklerinden biri, 22 Temmuz seçimlerinden sonra ortaya çıkan tablonun, bazı siyasetbilimciler tarafından “3. meşrutiyet dönemi” olarak nitelenmesi. Demek ki meşrutiyet, 100 yıl öncesinde kalmış, bugün için anlam ifade eder olmaktan çıkmış bir kavram değil.
Tabiî, bu iddianın sahipleri, sandıktan iktidar olarak çıkan kadroları, “seçilmiş padişah” olma hedefi peşinde koşmakla suçlayan bir önyargıyı dile getiriyorlar. Meşrutiyette öyleydi ya. Başta bir padişah, yanında seçilmiş bir Meclis var...
Bu iddia, dünyanın gidişatıyla ve bir asır öncesinden itibaren insanlığın girdiği yeni çağın karakteristik özellikleriyle tamamen çelişiyor.
Ki, bu özelliklere Said Nursî ta o zamandan dikkat çekmiş. İstibdat döneminde hakimiyet kuvvette iken ve bunun sonucu olarak kimin kılıcı keskin, kalbi katı ise o yükselirken, hürriyet ve meşrutiyet (yani cumhuriyet ve demokrasi) çağında kuvvetin hakka intikal ettiğini, dolayısıyla aklın, bilginin, kanunun ve kamuoyunun öne çıktığını vurgulayıp, “Kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecek” demiş.
Bu bakımdan, faraza, iddia edildiği gibi birilerinin kafasında padişahlığı diriltme niyeti olsa bile, dünyanın ve insanlığın geldiği yer buna müsaade etmez. Çünkü tek adam dönemi sona ermiş, milletin hakimiyeti dönemi başlamıştır.
Millet bu hakimiyetini, kendi tercihiyle oluşan Meclis, onun içinden çıkan hükümet ve tam bir fikir hürriyeti ortamı içinde oluşan kamuoyu vasıtasıyla tecellî ve tezahür ettirecektir.
İşin bir başka ciheti, seçim sandığından çıkan neticeyi “3. meşrutiyet” olarak niteleyen kafa yapısının, gerçekte cumhuriyet adı altında tek parti diktatoryasını savunan zihniyet olması.
Meşrutiyeti bir “irtica” kavramı olarak mahkûm eden bu anlayışın, demokrasiye ve onun temelini oluşturan halk iradesine bir türlü ısınamamasının altında yatan asıl sebep de bu.
Ama fikr-i beşeri kayıt altına alan ağır zincirlerin parçalandığı, gidişatın giderek hızlanan bir süreç içinde hak ve özgürlüklerin önünü açacak bir seyir takip ettiği şu çağda, tarihin akışına direnme talihsizliğine dûçar olmuş bu zavallı zihniyetin hiçbir şekilde başarılı olma şansı yok.
Önemli olan, şimdiye kadar bu akışı geciktiren ve bundan sonra da geciktirebilecek olan yanlışlardan uzak durmak, yapılan hataları tekrarlamamak, geçmişte yaşanmış tecrübelerden doğru dersler çıkararak istikbale yürümek.
İşte bu noktada Bediüzzaman’ın eserleri, yüz yıllık süreç içinde doğrulukları defalarca ispat ve teyid edilmiş ölçü ve parametreleri gösteren şaşmaz bir rehber ve yol haritası niteliğinde.
Hürriyet ve demokratikleşme mücadelesinin başarısı, bu rehbere sım sıkı sarılmamıza bağlı.
Kurtuluşun anahtarı Risale-i Nur’da.
01.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|