Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Senin baban bir teferruattı yavrum



Senin baban bir teferruattı yavrum, cenazesinde sloganlar attığımız ve anında unuttuğumuz.

Senin baban bir teferruattı yavrum, lafı döndürüp dolaşıp kendisine bağladığımız.

Senin baban, vatan söz konusu olduğunda da teferruattı, vatan söz konusu bile değilken de teferruattı.

Vatan aslında her zaman söz konusuydu, bir bakıma. Zira işin içinde ister istemez bir “vatandaş” vardı. Hani şu halk plaja hücum edince dışarıda kalan vatandaş değil. Düpediz TC Kimlik No’lu vatandaş. Misal: Sen…

Hem uğruna sloganlar atılıyordu, hem de teferruat oluyordu baban ve baban gibiler; anlaşılması güç bir çelişkiydi yavrum, her çelişki gibi.

Vatan aslında bir simgeydi yavrum. O sadece bir toprak parçası değildi. İnsanın doğup büyüdüğü, kendisinden bir parça bulduğu ve kendisinden bir parça kattığı o toprak parçası değildi.

Vatan, vatanla beraber kimilerini daha içine alan başka bir şeydi. Baban o içine alınanlardan biri değildi, “gerisi” idi sadece.

Teferruat olması, onun için büyük sözler edilmesine engel değildi. Zira teferruatçı vatanseverler için büyük söz, denizdeki kum bolluğundaydı.

Üzülme yavrum, dik dur. Zira sen de büyüyünce bir teferruat olacaksın. Hatta sana büyük bir gururla teferruat olduğunu söyletecekler. Sen gururlu bir teferruat olarak yaşayacaksın. Ağlamayacaksın. Zira ağlamak teferruata yakışmaz. Zira ağlamak, bir teferruattır.

Büyüyünce yine vatan söz konusu olacak, sen yine “gerisi” tarafında bir teferruat olarak yerini alacaksın. Senin için de sloganlar atılacak ve denizdeki kum bolluğundaki büyük laflardan senin hakkında da söylenecek.

Sen bir teferruat olarak öleceksin. Ardından her teferruatın söylemesi beklenen söz söylenecek:

Vatan sağ olsun…

01.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yol haritası



Bediüzzaman’ın vefatının 48. yılına tekabül eden meşrutiyetin 100. yılında, onun bu yüz yıllık süreçte ortaya koyduğu çizgi ve bu inişli çıkışlı sürecin kritik dönemeçlerinde aldığı tavır, gerek yayınlarımızda, gerekse Türkiye çapında gerçekleştirilen panel, konferans, seminerlerde ele alınarak değerlendiriliyor.

Bu çalışmaların çok özenli ve dikkatli bir şekilde yürütülmesi ve devam ettirilmesi önemli.

Zira bu sürecin başından itibaren Said Nursî’nin eserlerinde kayıt düştüğü parametreler ve dile getirdiği ölçüler, demokrasi serüvenimizin bundan sonraki aşamalarında hepimize ışık tutup yol gösteren birer deniz feneri hükmünde.

Divan-ı Harb-i Örfî ve Münâzarat başta olmak üzere, Bediüzzaman’ın o dönemde kaleme aldığı ve 1950’den sonra bazı yerlerini küçük rötuşlarla güncelleyerek “Eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olabilir” notuyla tekrar neşrettiği eserlerini sanki yeni yazılmış gibi okursak bunu çok daha iyi görüp anlayabiliriz.

Hadiselerin akışı, hattâ çoğu zaman “Tarih tekerrürden ibarettir” dedirten benzerlikler de, bu eserlerdeki ölçülerin tazeliğini teyid ediyor.

Bunun ilginç örneklerinden biri, 22 Temmuz seçimlerinden sonra ortaya çıkan tablonun, bazı siyasetbilimciler tarafından “3. meşrutiyet dönemi” olarak nitelenmesi. Demek ki meşrutiyet, 100 yıl öncesinde kalmış, bugün için anlam ifade eder olmaktan çıkmış bir kavram değil.

Tabiî, bu iddianın sahipleri, sandıktan iktidar olarak çıkan kadroları, “seçilmiş padişah” olma hedefi peşinde koşmakla suçlayan bir önyargıyı dile getiriyorlar. Meşrutiyette öyleydi ya. Başta bir padişah, yanında seçilmiş bir Meclis var...

Bu iddia, dünyanın gidişatıyla ve bir asır öncesinden itibaren insanlığın girdiği yeni çağın karakteristik özellikleriyle tamamen çelişiyor.

Ki, bu özelliklere Said Nursî ta o zamandan dikkat çekmiş. İstibdat döneminde hakimiyet kuvvette iken ve bunun sonucu olarak kimin kılıcı keskin, kalbi katı ise o yükselirken, hürriyet ve meşrutiyet (yani cumhuriyet ve demokrasi) çağında kuvvetin hakka intikal ettiğini, dolayısıyla aklın, bilginin, kanunun ve kamuoyunun öne çıktığını vurgulayıp, “Kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecek” demiş.

Bu bakımdan, faraza, iddia edildiği gibi birilerinin kafasında padişahlığı diriltme niyeti olsa bile, dünyanın ve insanlığın geldiği yer buna müsaade etmez. Çünkü tek adam dönemi sona ermiş, milletin hakimiyeti dönemi başlamıştır.

Millet bu hakimiyetini, kendi tercihiyle oluşan Meclis, onun içinden çıkan hükümet ve tam bir fikir hürriyeti ortamı içinde oluşan kamuoyu vasıtasıyla tecellî ve tezahür ettirecektir.

İşin bir başka ciheti, seçim sandığından çıkan neticeyi “3. meşrutiyet” olarak niteleyen kafa yapısının, gerçekte cumhuriyet adı altında tek parti diktatoryasını savunan zihniyet olması.

Meşrutiyeti bir “irtica” kavramı olarak mahkûm eden bu anlayışın, demokrasiye ve onun temelini oluşturan halk iradesine bir türlü ısınamamasının altında yatan asıl sebep de bu.

Ama fikr-i beşeri kayıt altına alan ağır zincirlerin parçalandığı, gidişatın giderek hızlanan bir süreç içinde hak ve özgürlüklerin önünü açacak bir seyir takip ettiği şu çağda, tarihin akışına direnme talihsizliğine dûçar olmuş bu zavallı zihniyetin hiçbir şekilde başarılı olma şansı yok.

Önemli olan, şimdiye kadar bu akışı geciktiren ve bundan sonra da geciktirebilecek olan yanlışlardan uzak durmak, yapılan hataları tekrarlamamak, geçmişte yaşanmış tecrübelerden doğru dersler çıkararak istikbale yürümek.

İşte bu noktada Bediüzzaman’ın eserleri, yüz yıllık süreç içinde doğrulukları defalarca ispat ve teyid edilmiş ölçü ve parametreleri gösteren şaşmaz bir rehber ve yol haritası niteliğinde.

Hürriyet ve demokratikleşme mücadelesinin başarısı, bu rehbere sım sıkı sarılmamıza bağlı.

Kurtuluşun anahtarı Risale-i Nur’da.

01.04.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Adil olmak veya olmamak



Kâinatın Yaratıcısı nizamını adalet düsturları ile kurmuştur. Yaratılan hiçbir varlıkta adaletsizlik bulunmamaktadır. Çünkü adalet olmasaydı yaratılan varlıklardaki düzen ve intizam da olmayacaktı. Adalet olmasaydı karmaşa olacak ve imtihana tabi tutulan insanlardan da adaletli olmaları istenmeyecekti.

Kâinatın her tarafında adaletle hükmeden Rabbimiz, biz insanlardan da adaletli olmamızı istemektedir. “Muhakkak ki Allah adaleti emretmektedir” hükmü insanoğlu için büyük bir yol haritası çizmektedir. Emir büyük yerden gelmektedir. İnsan olmak isteyen insanlar bu emre uymak zorundadır. Bir kere insanoğlunun uygulayacağı en büyük adalet, kendisini yaratıp dünyaya misafir olarak gönderen Rabbini tanıması ve emirlerini yerine getirmesidir.

Adalet hakkı olana hakkını vermektir. Adalet emanet olarak verileni yeri ve zamanı gelince asıl sahibine vermek olduğuna göre, insanlar da kendilerine verilen hayat nimetini asıl sahibine vermek zorundadırlar. Böyle yaptıkları takdirde adaletle hükmetmiş olacaklardır. Aksi takdirde, yani verilen hayat nimetini, asıl nimet sahibinin emirleri dairesinde kullanmamak büyük bir adaletsizlik olmuş olacaktır.

Adaletsiz davranmanın her yerde mutlaka müeyyidesi olacaktır. Adaletli davranmanın, Allah’ın rızasını kazanma bakımından önemli bir görev olduğunu bilen ve adaletsiz davranmanın büyük bir vebal olduğunu idrak eden büyük insanlar adil olmak için ellerinden geleni yapmışlardır.

Bunun sonucu olarak adil yönetimleriyle meşhur olan “Ömer”ler yeryüzüne gelmiş ve kılı kırk yararak insanlarla olan münasebetlerini devam ettirmişlerdir.

Şüphesiz hayatının her safhasında adil olan insanlar, Allah’ın rızasını kazanma yolunda önemli bir adım atmışlardır.

Adaletin mükâfatı “mahkeme-i kübra”da büyük olacak ve adil insanlar büyük ihsanlara nail kılınacaklardır.

Buna karşılık adil olmayanları da büyük sorgulama beklemektedir. Bir kısım insanlar, adaletsiz davranarak haklarına tecavüz ettiği insanların ve bütün mahlukatın hakkını ödemekte zorluk çekecek ve bunun karşılığında cehennem gibi bir ebedî şekavete müstehak olmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır.

Allah’ın Resulü (asm) adaletle ilgili mübarek sözleriyle ehl-i imanı hep ikaz etmiştir. Adaletle hareket etmenin büyük mükâfatlara, adaletsizlikle hareket etmenin büyük cezalara sebep olacağını ifade buyurmuşlardır Yüce Nebi...

Elbette hayatın her safhasında insanların hareketlerinde adalet aranır. Ancak vazifeleri insanlar arasındaki davaları adaletle sonuçlandırmak olanların sorumluluğu elbette farklı olacaktır.

Bunlar için Allah’ın Yüce Resulü (asm) şöyle buyurmaktadır: “İki hâkim Cehennemlik, birisi de Cennetliktir. Bir hâkim var ki, hakkı bilir, onunla hükmeder. Bu hâkim Cennetliktir. Bir hâkim de var ki hakkı bilir, fakat bile bile onunla hükmetmeyerek zulmeder. Bir hâkim de var ki, bilgisizce hükmeder. Bu ikisi de Cehennemliktir.”

Hüküm açıktır. Adaletle hükmeden Hâkimler Cennetlik, bilerek veya cahillikle adaletsiz davranan hâkimler Cehennemlik olacaklardır. Bu durum hayatımızın her safhasında, bütün hareketlerimiz için de geçerli olmalıdır. Her zaman hakkın ve haklıların yanında olmalı, haksızlık yapanların da karşısında olmalı insan.

Hakkın hatırını her zaman üstün tutmak insan olmanın en önemli gereğidir. Bu sebepledir ki, Hz. Ali bir Yahudi ile eşit şartlarda “kadı”nın huzurunda yargılanmış ve hüküm Yahudi’nin lehine verilmiştir.

Buna benzer uygulamalar İslâm hukukunun uygulandığı zamanlarda çok görülmüştür. Çünkü İslâm hukukuna göre, insanlar hangi inançtan olurlarsa olsunlar adalet önünde eşittirler.

İslâm’ın çok adil olan hukukunu bilmeyenler ve bilmek istemeyenler çoğu zaman hükümlerini hep yanlı vermişlerdir. Onların nazarında güçlü olanlar haklı, güçsüzler haklı da olsalar haksızdır.

Bunlar çoğu zaman ideolojik yaklaşımlarla adaleti lekelemişlerdir. Ne yazık ki, bugün insanlığın en büyük problemlerinden biri hak ve hukukun bir kısım hukuk adamları tarafından ayaklar altına alınmasıdır. “Zalimler için yaşasın Cehennem” demekten başka elimizden bir şey gelir mi ki?...

01.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Adalet, barış ve komşuluk



Ezher’in Daimi Diyalog Komitesi var ve son sıralarda Ezher ile Vatikan arasında yapılan diyalog toplantılarından birisinin konusu kutsal kitaplarda ve vahiy dinlerinde komşuluk ilişkileriydi. Hakka şehadette bulunmak, kendi aleyhine de olsa hakkaniyeti esas almak hak dinin mensuplarının en önemli özelliklerinden birisidir. Sapma ise, haklılıkta veya adelette inhisarcılıktır. Yani olgulara bağlı olmaksızın kategorik olarak kendini daima doğru kabul etmektir. Bu, Yahudilikteki en büyük sapmalardandır. Dolayısıyla insan prensiplerde doğru olabilir, bununla birlikte bunu olgular dünyasına (hadisat) yansıtmakta başarısız kalabilir. Bazen de tersi olur. Prensiplerde ve ilkelerde hatalı olabilir, ama olgularda veya olguları değerlendirmekte isabetli olabilir. Sözgelimi, tarih anlayışında da gerçekler ve bir de algılamalar var. Hak dine mensup olmayanlar hak dini bulmakla yükümlüdürler ve imtihanları bu merkezdedir. Hak din üzerine olanların imtihanı ise hakikat esaslarını olgulara yansıtma becerisindedir. Dolayısıyla olguları değerlendirme üzerinden doğru ilke ve prensipleri saptırmaya bir yol bulunur. Dindar insan dikkatli değilse bu tuzağa kolay düşer. Bundan dolayı meşhur söz vardır: “Nasıl inanıyorsanız öyle yaşarsınız. Nasıl yaşarsanız da öyle inanmaya başlarsınız...”

Komşuluk gibi güzel hasletler de insanı bazen hakikate taşır. Bazen de ehl-i hak ve hakikat bu gibi değerleri yabana attığından dolayı kendi özüne ve mesajına yabancılaşır. Vatikan ile Ezher arasında diyaloğun konularından birinin komşuluk olarak seçilmiş olduğunu görmüştük. Tam da bunun ertesinde Jerusalem Post gazetesinde Batı Kudüs ve Doğu Kudüs’te ve benzeri ortak alanlarda Yahudilerle Filistinlilerin ilişkilerine ışık tutan bir yazı yeraldı: “Komşunuzu seviyor musunuz?” Evet bu sorunun tahmin edilebileceği gibi çok farklı cevapları var. Bazıları Arap komşularını hor görmüyor. İnançları ve ırkları farklı olsa da onları bir komşu olarak görüyor. Elbette bunun tersine Araplardan nefret eden komşular da var.

***

Kur’ân Ehl-i Kitap için ‘yakın komşu/el caru’l cenb’ tabirini kullanıyor. İsrail’in kuruluşundan ve kimilerine göre 1897 ve kimilerine göre 1917 yılından beri başlayan Yahudi yüzyılı çerçevesinde elbette iki inanç toplumunun ilişkileri bu süreçten etkilenmiş ve yer yer zehirlenmişti. Ve işin gerçeği İslâm’a ve Müslümanlara yönelik bir küresel ahzap kuşatması var. Bunda da başı kimi Yahudiler çekiyor. Kimi Yahudilerden ve dinsizlerden ve mutaassıp Hıristiyanlardan oluşan kutsal olmayan bir ittifak ve şer cereyanı var. Bunlar medeniyetler ve onun ötesinde dinler arası çatışmaları körüklüyorlar. İslâm alemi ile Batıyı kutuplaştırmaya çalışıyorlar. Misâl olarak Bernard Lewis, Oriana Fallaci ve Papa 16’ncı Benediktus’un sırayla bu eğilimleri temsil ettiği söylenebilir. Kimi Yahudiler ve mutaassıp Hıristiyanlar dinsizleri kullanırken maalesef kimi dinsizler de aksine düşmanlık peşindeki dinî kurumları kullanıyorlar. Bununla birlikte haklarını yememek açısından söylemek zorundayız ki, Yahudiler arasında Müslümanlara dost istisnai bir akım da var. Özellikle bu istisnalara temas etmek istiyoruz. Natura-i Carta gibi gruplardan söz edilebilirse de biz daha ferdi yaklaşımları nazara vermek istiyoruz. 31 Mart 2008 günü Filistinliler Toprak Günü’nü kutlamışlar ve bu bağlamda gösteriler düzenlemişler. 32. Yıllık Toprak Günü toplantı ve etkinliklerine yapılan umumî çağrı üzerine alışılmadık bir şekilde Haham Menahem Froman da icabet etmiş. Haham Menahem Froman: “Adalet taleplerine ben de katılıyorum. Adalet bizi barışa götürür...” diyor. Zaten adaletsizlik dinin manipülasyonunda ve tahrifatında en büyük etkendir.

***

İslâm’a karşı küresel saldırının üç önemli ayağı var. Birincisi, İlhan Selçuk’un da temas ettiği gibi Kur’ân-ı Kerim’deki bazı ayetlerin Yahudilerle ilgili değerlendirmesi. Geert Wilders’in İslâm ile Faşizmi eşitleme sebeplerinden birisi de bu algıdır. İkinci sebep, Kur’ân-ı Kerim’in kadına eşitsiz davrandığı iddiasıdır. Bunu da The Economist dergisi gibi dergiler savunuyor. Hem Geert Wilders hem de The Economist gibi şahıslar veya hükmî şahıslar sözkonusu alanlardaki Kur’ân ayetlerinin ayıklanmasını istiyorlar. Pim Fortuyn’un itirazlarından birisi de İslâm’ın eşcinselliğe izin vermemesiydi. İslâm düşmanlığının merkezinde Yahudilik meselesi olsa da aslında müstesna Yahudiler Geert Wilders’in saldırıları karşısında Müslümanları destekliyor ve kayırıyorlar. Bunlardan birisi Hollandalı Yahudi asıllı programcı ve sunucu De Winter. Diğeri de emekli haham Abraham Setendorp. Bunlar belki yangını söndürmeye yetecek bir sağanak değilse de bir serpinti ve karınca kararınca bir katkıdır. Belki de önemli olan kemiyetten ziyade işin bu keyfiyet yönüdür.

01.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Meşrutiyetin ilânından bugüne yüz sene geçtiği halde



2008, II. Meşrutiyetin ilânını hatırlatıyor bize. O günden bugüne yüz sene geçti aradan. Demokrasi yolunda aldığımız yola bakarsak ondan ne kadar istifade ettiğimizi daha iyi anlarız. Bediüzzaman Hazretleri, “Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz”1 diye boşuna dememişti.

30 Mart 2008 Pazar Günü mânevî bir ziyafete sahne olan İstanbul Taksim’deki Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda avukat Kadir Akbaş’ın yönettiği, değerli ilim adamlarımızın katıldığı panelde meşrutiyet ve demokrasi konularını dinledik.

Bediüzzaman Said Nursî’nin o günün büyük bir Osmanlı âlimi olarak hürriyet ve demokrasiden yana tavır koyduğunu belirten gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular, yaptığı açış konuşmasında bu yüz sene içerisinde demokrasinin dört defa kesintiye uğradığına dikkat çekti.

Paneli yöneten Kadir Akbaş ise, Bediüzzaman’ın görüşlerine atıflar yaparak demokrasiye bakışını özetledi. Yüz sene önce yaptığı tespitlerin, bugün de aynen geçerliliğini koruduğunu belirtti.

Türkiye onca yol aldığı halde maalesef gerektiği gibi demokratik olamamıştı. Cumhuriyet demokratik olmalıydı. İlk panelist olan Prof. Dr. Mehmet Altan, bunun için insan hak ve özgürlükleri esas alınmalıydı dedi. Dünyalılaşmalıydı Türkiye. AB kriterlerine uyulmalıydı. Kuvvet kanunda olmalı, hukuk üretebilmeliydik. Bu da üreten toplum olmakla mümkündü. Üreten toplum hukuka ihtiyaç duyardı.

Meşrutiyetten yüz sene öncesiyle, yani 1808’le karşılaştırmalarla meseleye giren Dr. Cengiz Aktar ise, topluma, bireye gerek duyulmadan o günkü yönetimin, ihtiyaç duydukları, daha doğrusu kendilerini ayakta tutmaya yaradığı nisbette Batılılaşmaya kapı açtıklarını belirtti. Elbette dış dinamiğe ihtiyaç vardır. Bu iç dinamikle sentez yapılabildiğinde İspanya örneğinde olduğu gibi demokratikleşmede güzel noktalara ulaşılabilirdi. Bediüzzaman’ın, demokrasiyi Asya’nın bahtını açacak bir anahtar görmesini de önemli bir öngörü olarak niteledi.

Prof. Dr. Doğu Ergil ise bugün hâlâ gerektiği gibi demokrasiye ulaşamayışımızın sebepleri üzerinde durdu. Kurucu ideoloji, “biz ve onlar” diyerek, meselâ milliyetçiliği esas alınca, yerine göre “onlar”ı düşman bile ilân edebiliyordu. Kırmızı ışıkta geçmeyi doğru dürüst başaramayan bir toplumun, demokrasiye ulaşması da o ölçüde gecikiyordu.

Prof Dr. Atilla Yayla ise, hangi şartları taşıyan ülkelerin demokratik olabileceğini, ülkemizin ne ölçüde demokrat olduğunu anlattı. Bir ülkenin demokratlığında en önemli kriter, devletten önce kişi hak ve özgürlüklerinin esas alınmasıydı.

Gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Kâzım Güleçyüz de, Üstadın Meşrutiyetle ilgili tespitlerine yer verdi. Şeriat istibdadın kara lekesini insanlığın alnından silmek için gelmişti. Meşrutiyet adı altında yeni bir istibdad gelmemeliydi. Meşrutiyetin özünde meşveret vardı. Kuvvet şahsın elinde olursa istibdat olabilirdi, kanunun eline geçmeliydi. Adalet esas alınmalıydı.

Meşrutiyetin ilânından yüz sene sonra bile hâlâ demokratikleşmeyi konuşuyor olmamız bu konuda daha çok fırın ekmek yememiz gerektiğini göstermiyor mu?

Dipnot: 1- Münazarat, s. 29.

01.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hak ve hürriyetlerin ilk yazılı kaynakları



Yazılı kaynakların ilk defa Sümerlerde ortaya çıktığı ileri sürülür. Oysa Rabbimiz, insanları terbiye etmek ve ahlâkî değerleri yerleştirmek için ilk insan, ilk peygamber Hz. Âdem (as) ile başlayarak birçok peygamber ile suhuf (sayfalar), dört büyük kitap indirmiştir. Diğer peygamberler de bu sayfa ve kitaplarla hükmetmek üzere gönderilmiştir.

Semavî kitaplar, hak ve hürriyetlerin belgeleri, anayasalarıdır. Tevrat’ın on emri, direkt hak ve hürriyetlerle ilgilidir. Kur’ân, baştan sona hak ve hürriyetler manzûmesidir. Başta düşünme ve ilim hürriyeti, 780’i aşkın âyetle teşvik edilmiştir. Din, inanç, vicdan ve hatta inançsızlık hürriyeti de en geniş anlamda verilmiştir: “Sizin dininiz size, benim dinim bana.”5 “Dinde/inançta zorlama yoktur.”6 “Sizi yaratan Odur. Böyle iken, kiminiz kâfir olur, kiminiz mü’min.”7 “De ki: Bu Kur’ân, Rabbinden gelen bir haktır. Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”8

İnsanlar öğretmensiz, öndersiz, rehbersiz kalamazlar. Çünkü, akıl ve zekâ her şeyi çözmeye yetmez. Bu rehber ve muallimin öğrettiklerinin de toplandığı bir sahife, bir kitap olması gerekir. Çünkü, insanlar câhil, zâlim ve unutkandırlar. Bundan ötürü, mutlaka bir haritaya, bir kataloğa, bir kanunlar mecmuâsına muhtaçtırlar. Semâvî kitaplar, peygamberlerin eline verilmiş, insanlığa gönderilmiş bir tâlimatnâme, bir harita, bir katalogdur. İnsanlar, Allah’ın emir ve yasaklarını bu kitaplar sayesinde öğrenip hayatlarına yön vermeye çalışırlar.

Eğer İlâhî rehberler olan Kitaplar indirilmeseydi, insanlar yaratılış gâyelerini, vazifelerini, emirlere uydukları takdirde ne gibi mükâfatlarla karşılaşacaklarını, yasaklarından kaçınmadıkları zaman da nasıl cezâlara çarptırılacaklarını bilemezlerdi. Kezâ, nasıl ibâdette bulunacaklarını, birbirlerine karşı nasıl muâmele edeceklerini kestiremezler, hayatlarını da düzene sokamazlardı. Dolayısıyla çeşitli kişilerce aldatılırlar, yanlış yola sevk edilmekten kurtulamazlardı. Semâvî kitaplar geldiği halde onlara uymayanların nice sapıklıklara, bâtıl inanç ve düşüncelere saplandıklarını gördükten sonra bunun önemini daha iyi anlıyoruz.

Bütün bunların yanında, her insan Rabbi, Hàlıkı, Mâbûdu ile konuşmak ister. İşte kitaplar, beşerin Rabbi ile bir konuşmasıdır. Evet, Allah, kulları içerisinde peygamber denilen seçkin insanlarla vahiyler göndererek konuşur. Kitaplar da bu vahiylerin toplandığı mecmualardır. İnsanlar kitapları okuyarak, Rableriyle bir nevî konuşmuş olur, ulvî bir haz ve neşe duyarlar.

İşte kitaplara îman, bu mânâlara hizmet eder. Ki, bir âyetin meâlinde bu husus, “Bir de insanlar arasında ihtilâfa düştükleri hususlarda onunla hükmetsin diye, o peygamberlerle beraber hak kitap indirdi” şeklinde beyan edilir.

Semâvî kitaplar, baskıyı ve keyfilikleri önlemiş; hayatımızı sana, bana, ona göre değil, İlâhî emir ve nehiylere göre tanzim etmemizi sağlamıştır. Bu da başkalarının keyfine göre değil, hür irademizle hareket etmeyi gerektirir.

Evet, insanlığın bugün geldiği ilmî, fikrî, hukukî merhalenin; hak ve hürriyetlerin, hukukun menbaı olan semâvî kitaplardan kaynaklandığı sosyolojik bir gerçektir.

Dipnotlar: 1- Kâfirun Sûresi: 6.; 2- Bakara Sûresi: 256.; 3- Tağabun Sûresi: 2. 4- Kehf Sûresi: 29.; 5- Yûnus Sûresi: 99.; 6- Bakara Sûresi: 213.

01.04.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Deniz Feneri'nin eğitim hizmetleri



Deniz Feneri Derneği'nin dâvetlisi olarak, geride bıraktığımız Mart ayının başında ve sonunda olmak üzere iki ayrı seyahatimiz oldu.

Seyahatimizin ilkini Batman ve çevresine yapmıştık. Son gezinin nihaî noktasını ise, Samsun'a bağlı Vezirköprü ilçesinin Kıranalan Köyü teşkil etti.

Batman'a yaptığımız seyahatin mahiyeti ile ilgili notları sizlere aktarmıştık. Kısaca hatırlatmak gerekirse: Deniz Feneri Derneği tarafından binlerce ilköğretim okulu öğrencisine muhtelif yardım malzemesi (okul ihtiyaçları, gıda, diş temizliği ürünleri, vs.) dağıtmış, sağlık taramaları yaptırmış ve iki anaokulu sınıfının da hemen bütün ihtiyaçlarını karşılayacak bir hizmet sunmuştu.

Bu yapılanlar, Deniz Feneri'nin eğitime yönelik büyük hizmet projesinin sadece küçük bir bölümünü teşkil ediyordu.

Benzer hizmetler, yurdun muhtelif bölgelerinde pekçok okulda gerçekleştirilirken, bir yandan da şiddetli ihtiyaç duyulan yerlerde (özellikle köylerde) donanımlı, pırıl pırıl okullar inşa ediliyor.

İşte, bu okullardan biri de, geçtiğimiz hafta sonu Vezirköprü'nün Kıranalan Köyünde inşası tamamlanarak hizmete sokuldu.

Köy, çok ücra bir yerde bulunuyor. Samsun merkezinden yaklaşık 200 km uzakta. Gide gide tâ Amasya ili sınırına vardık.

Okulun resmî açılış merasimi yapılacak diye, o gün köy yerinde tam bir bayram havası vardı. Köy halkı, kadını–erkeğiyle, genci–yaşlısıyla âdeta seferber olmuştu.

Zira, köylerine harikulâde bir hizmet gitmişti. Eskimiş, o ahıra benzeyen harabe vaziyetteki tek odalı köy okulu yerine, şimdi tam teşekküllü yepyeni bir okul inşa edilmişti.

Bu duruma sevinmeyip de ne yapsın köylüler... Üstelik, nisbeten fakir ve mahrumiyet yeri olan köy ahalisinin, bu vesileyle yolu da yapılmıştı. Yani, bir hizmet bir başka hizmetin yolunu açmış, bir kalite bir diğer kalitenin tetikleyicisi olmuştu. Böylelikle hayat, tam da yerinde güzelleşmiş, esasen mevcut olan güzelliğe yeni bir güzellik daha eklenmişti.

* * *

Açılış merasimine, çok kalabalık bir heyetle gittik. Ayrıca, merasime bölgenin hemen bütün askerî ve mülkî (garnizon kom. vekili, vali, kaymakam, belediye başkan vekilleri...) temsilcileri de iştirak etmişti.

Birkaç nüfuslu köye, şimdi de birkaç yüz kişilik misafir heyeti gelmişti. Her tarafta hummalı bir faaliyet vardı.

Köylüler, fakir oldukları halde–Allah ne verdiyse—önceden birtakım hazırlıklar yapmıştı. Kimi semaverini alıp gelmiş, misafirlere çay ikram ediyor, kimileri de kazan kazan pişirmiş oldukları yemek hizmetiyle uğraşıyordu. Dolayısıyla, herkes halinden memnun bir vaziyetteydi.

Köy kadınları, bir kenarda toplanmış halde, protokol heyetini ve yapılan konuşmaları ölçülü bir mesafede durarak takip etti. Köylerine yapılan bu hayırlı hizmeti tebrik ve duâ ile alkışlıyorlardı.

Bu arada, Deniz Feneri Derneğinin temsilcileri ve özellikle derneğin genel başkanı sayın Engin Yılmaz'la da görüş alış verişinde bulunduk. Eğitim alanındaki hizmet ve faaliyetlerinin–en ücra köylere varıncaya kadar–yurdun hemen her tarafında hummalı bir şekilde sürdüğünü ifade ettiler.

Biz de, "hayatı yerinde güzelleştirmek" mânâsındaki bu hizmetlerini yürekten tebrik ediyor ve hayırlı çalışmalarında muvaffakiyet temennisinde bulunuyoruz.

Tarihin yorumu

Danıştay'ın 140. yılı

Bugün ismi Danıştay olan devlet kurumu, Şurâ–yı Devlet ismiyle bundan tam 140 yıl önce bugün kuruldu.

Şurâ'nın toplanması ve resmî açılış merasiminin yapılması, ancak 10 Mayıs 1868 günü mümkün olabildi.

Sultan Abdülaziz'in padişah, Ali Paşanın ise sadrâzam olduğu dönemde kurulan Şurâ–yı Devlet'in ilk başkanlığını sonradan sadrâzamlık makamına kadar çıkacak olan Mithat Paşa yaptı.

Mahallinden seçilerek gelen ve hemen her unsuru temsil eden Şurâ'nın üyelerine, o tarihlerde "meb'us" deniliyordu.

Meclis'in açılış merasimine katılan Sultan Aziz'in uzun bir konuşma yaptığı ve özetle şunları söylediği kaydediliyor: "Bu yeni teşkilât, kuvvetler birliği yerine, kuvvetler ayrılığı esasına dayanıyor. Yürütme kuvvetinin, adliye, diniye ve teşriîye kuvvetinden (kànun) ayrılması gibi..."

Osmanlı Devleti süresince 48 devlet adamının başkanlığını yapmış olduğu Danıştay'da, Cumhuriyet döneminde ise, bugüne kadar 20 başkan görev yaptı.

01.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



İzmir’den okuyucumuz:

* “Soğan ve sarımsak yenilen yere melekler gelmez mi?”

1- SOĞAN ve sarımsak Allah’ın yeryüzünde bitirdiği nimetlerdendir. Şifalıdırlar. Kendilerine mahsus tatlarıyla, şifa verici özellikleriyle, Allah’ın birer ikramı ve hediyesidirler; elbette şükrü gerektirirler.

2- Bu demek değildir ki, soğan ve sarımsak yemenin bir âdâb-ı erkânı yoktur. Âdâbsız erkânsız ne var ki, soğan ve sarımsak yemek âdâbsız olsun? Bu adaba riâyet ettikten sonra, melekler gelmez mi diye kendimizi helâk etmemize gerek kalmaz. Çünkü melekler âdâb ve erkâna riayeti severler.

Soğan ve sarımsak yemenin adabına gelince:

* Hazret-i Ömer (ra) bir Cuma hutbesinde Allah’a hamd ettikten sonra şunları söyledi:

“Ey insanlar! Siz, benim kokusunun çirkin olduğunu gördüğüm soğan ve sarımsak denilen şu iki yeşilliği yiyorsunuz. Hâlbuki Resûlullah Efendimiz (asm) hayattayken; mescitte kendisinden soğan ve sarımsak kokusu gelen adam görürdüm. Böyleleri Bâkî tarafına çıkarılıncaya kadar elinden tutuluyor, götürülüyordu. Şu halde kim soğan ve sarımsak yiyecek olursa, pişirmek sûretiyle kokusunu gidersin!”1

* Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin muhtereme zevcesi Ümmü Eyyûb (ra) anlatıyor:

“Ben, Peygamber Efendimize (asm) içinde soğan, sarımsak ve pırasa gibi çirkin kokulu yeşillikler bulunan bir yiyecek hazırladım. Fakat o (asm) bundan yemedi ve şöyle buyurdu:

“Ben arkadaşım Cebrail’e (as) eziyet etmek istemem!”2

Malûm; melekler rayiha-yı tayyibeyi, yani iyi ve hoş kokuları severler, kötü kokulardan ise hoşlanmazlar.

Bu durumda:

1- Soğan, sarımsak ve pırasa gibi ağızda koku yapan yeşillikler yendiğinde ağız kokusu giderilmelidir.

2- Bunun için dişlerin fırçalanması, ağızda karanfil.. vs. gibi koku giderici baharat çiğnenmesi tavsiye edilmektedir.

3- Aksi takdirde toplum içine, camie ve ibadet yapılan mescid veya mescid hükmündeki yerlere çıkılmamalıdır.

***

Ömer Bey:

*“Câmiü’s-Sağîr’in 3. cildinin 2797 no’lu hadisini açıklar mısınız?”

Söz konusu hadiste Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmaktadır:

“Gaflet şu üç şeyde olur: Allah’ı anma meselesinde, sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar geçen sürede ve kişinin ne derece borca girdiğini düşünmeden ödeyemeyecek kadar borç alması halinde.”

Bu hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz (asm) hangi konularda zaafiyetimiz bulunduğunu bildirmiştir. Malûm, gaflet, zafiyetten gelir. Sırayla görelim:

1- Allah’ı zikretmek: Şeytan Allah’ı anmaktan, Allah’ı zikretmekten ve Allah’a kulluk yapmaktan bizi her fırsatta alı koymak ister. Bunun için bize gaflet verir, bizim ilgi ve alâkamızı dağıtır, bize sabırsızlık verir... vs. Bunu baştan peşînen bilirsek; kalbimizi pek fazla itham etmeden, düşmanlık gördüğümüz makamı bilir ve ona göre duyarlı bulunuruz. Allah’ı anmaya ve ibadet yapmaya karşı içimizde bir isteksizlik doğduğunda, buna aldırmadan, ibadetimizi yaparız. Bu isteksizliğin şeytandan geldiğini bilir, kalbimize yüklenmeyiz, düşmanımızı tanırız.

2- Sabah namazı kıldığımız saatler, sevabının yüksekliğinden olacak, en fazla üzerimizde gaflet bulunan saatlerdir. Uyandığımızda eğer yatağı terk etmemişsek şeytanın fısıltıları hemen başlıyor: “Birazcık daha yatıver. Şu yana da bir dön. Ne olacak? Az sonra kalkarsın!” diyor. Oysa birazcık yatıverdin mi, yeni bir uyku perdesine gömülüyorsun ve artık güneş doğuncaya kadar uyanamıyorsun! Böylece şeytan ucuz bir hamleyle bizi tuzağına düşürmüş oluyor.

Sabah namazını vaktinde kılmış olduğumuzda da, güneş doğuncaya kadar uyumayıp zikir ve evradla meşgul olmamız sünnettir. Oysa bu sünnete karşı da yine içimizdeki gaflet ve bu gafleti kullanan şeytanla savaşmak zorundayız.

3- Güç yetirilmeyen borç ise, maddî ağırlığı gereği insana gaflet vermekte, hayatı ağırlaştırmaktadır.

Dipnotlar:

1- İbn-i Mâce, Et’ime, 59/3363

2- İbn-i Mâce, Et’ime, 59/3364

01.04.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Boş olmayan boşluk



Atomun çekirdeği ile elektron arasındaki boşluk, dünya ile güneş arasındaki boşluk, yıldızlar ve galaksiler arasındaki boşluk…

Nefes alıp vermede boşluk, eklemler arasındaki boşluk, hücreler arasındaki boşluk, beynin kafatasındaki boşluk, parmaklar arasındaki boşluk…

Yerle gök arasındaki boşluk, adımlar arasındaki boşluk, harfler arasındaki boşluk… Kederle kemal arasındaki boşluk, ümitle ümitsizlik arasındaki boşluk, gülmekle ağlamak arasındaki boşluk, ilimle cehalet arasındaki boşluk… Ömürle ölüm arasındaki boşluk… İki dalga arasındaki boşluk, demircinin çekiçleri arasındaki boşluk, notalar arasındaki boşluk…

Mevcudât boşlukta mı yüzüyor, mevcudâta anlam katan boşluklar mı? Sorular boşlukları doldurmak için mi sorulur, sorgu; içine düştüğümüz derin boşluktan çıkabilme çabası mı?

Kalp öyle boş ki, içine kaç kâinat girse dolmuyor… Kâbe’nin içi boş, kâinatın kalbi boşlukta dönüyor… Zere; boşluk âlemde yüzen dev bir varlık… Kâinat; zerreler kalemiyle yazılmış büyük bir kitap…

Çiçek o kitapta bir harf, yıldız diğer bir harf… Bulut, yağmur, rüzgâr, ağaç, kuş diğer harfler… Harfler arasındaki boşluklar anlam bütünlüğünü yakalamak için, anlamsızlık boşluğunda boğulmak için değil…

Bütün harfler “elif”tendir, bütün harfler “elif”i okumak içindir… Harfler bitişik olsaydı okumak mümkün olur muydu hikmet-i kâinatı?

Boşluk, boşu boşuna “boşluk” değil, anlam doluluğunu belirginleştirmek için… O anlamı yakalamayanlar için her şey boşluğa yuvarlanmış, hiçlikte boğulmuştur…

Zihnini ıvır zıvırla dolduranlar, kalbini çer çöple kaplayanlar, duygularını değersiz şeylerle perişan edenler boşluğun derin çukuruna dalmış, kendinde kaybolmuştur… Ruhuna dönen, kalbine bakan, aklını kullanan, sırrını soranların gayret ipine tutunarak yokluğun boşluğundan çıkabilirler…

Arayanların bulamadığı, bulanların arayanlar olduğu boşluk; herkesin yüreğinin tam ortasında duruyor… Ne mal, ne evlat, ne devlet, ne şöhret doldurabiliyor bu boşluğu… Küçük kederler, küçük sevinçler birer avuntu; asıl olan yüreğinin tam ortasını bulabilmek ve doldurabilmek…

Zamanı boş geçirmek, kapladığı mekânın hakkını verememek ne büyük bir boşluk… Hoşluk; harfleri yakınlaştırıp mânâyı yakalamak, hayatı o anlam ile tamamlamak… O zaman ölümün de anlamı var, yeniden dirilmenin de…

Boşluk; boş gözlerin göremeyeceği kadar derin… O ancak boş bir kalb, safi bir zihin, temiz bir şuur ile anlaşılır… Boşa bakmamak; anlama doğru atılmış bir adım, adımlar arası sıklaştırılır da boşluklar doldurulursa “anlam” menzili uzak olmadığı görülür…

Bu yazı bir adım attırmışsa “anlam”a, bir boşluğu doldurmuştur; kâğıdın, mürekkebin, zamanın, zihnin… Helâllik istemek hakkımızdır.

01.04.2008

E-Posta: [email protected]





Faruk ÇAKIR

Dostluklara engel medya



Medyadan yana pek de şanslı olduğumuz söylenemez. Muhalefeti de, iktidarı da, vatandaşı da her fırsatta medyadan şikâyetçi olur. Bu durum belki de medyanın ‘adının kötüye çıkmış olması’ndandır, ancak medyadan yana şikâyetçi olanlar haksız da sayılmaz.

Zaman zaman hatırlattığımız bir konu var. İnsanlarla tanışırken ‘gazeteciyiz’ deyince şüphe ile karşılayanlar oluyor. Bir defasında tanıştığımız bir ‘ünlü’ kişi, “Ben medyadan korkarım, güvenemem” demişti. Belki de “Niçin korkuyorsunuz, korkmaya gerek yok” dememi beklemiş, ama ben cevap olarak “Ben de korkarım” demeyi tercih etmiştim. Muhatabım belki de böyle bir cevap beklemiyordu, ama vak’a bu.

Anlaşılan, Türkiye’de yayın yapan gazete, tv ve dergiler; sadece Türkiye’de yaşayanları değil, yurt dışı ilişkilerimizi de olumsuz etkiliyor.

İHH İnsanî Yardım Vakfı’nın Sudan’ın başşehri Hartum’da başlattığı “Afrika Katarakt Projesi”nin tanıtımına katılan Türkiye’nin Sudan Büyükelçisi Fatih Ceylan’ı dinlerken bunu bir defa daha anladık. Büyükelçimiz, geçtiğimiz aylarda gerçekleşen Sudan Cumhurbaşkanı Beşir’in Türkiye ziyareti esnasında medyanın sergilediği tavrı çok yadırgamış. Özetle şöyle diyor: “Bu gezi, ilişkilerimizi daha da kuvvetlendirmesi gerekirken medyanın tavrı çok yanlış oldu. Bazı Amerikan gazetelerinin gözüyle ve yorumuyla Türkiye-Sudan ilişkilerini değerlendirmek çok yanlış. Bazı yazarlar doğru değerlendirmeler yaptı, ancak çoğunluk bu konuda hataya düştü. Elbette Sudan’ın da kendi iç problemleri var. Ancak bunları yorumlarken, hadiseyi doğru teşhis etmek lâzım. Bilmeden, araştırmadan yorum yapmak ilişkilerimize zarar veriyor.”

Büyükelçimiz Fatih Ceylan’ın bu tesbiti sonrası, ziyaretin gerçekleştiği günlerdeki (Ocak 2008) gazetelere bir defa daha bakma ihtiyacı hissettim. Gerçekten de Sudan-Türkiye arasındaki anlaşma ya da fırsatlardan çok, başka konular (mesela, Darfur gibi) gündeme taşınmış.

Elbette, Sudan’ın Darfur gibi halletmesi gereken problemleri vardır. Ancak bunlar da belki de Türkiye ya da başka dost ülkelerin maddî ve manevî yardımlarıyla hallolabilir. Bu yaraları tedavi etmek yerine, kaşımak ve yeniden kanatmak kime ne fayda verir?

Medyanın bu konulardaki tavrı yanlış neticeler veriyor. Asıl sıkıntı da, bölgeyi iyi tanımadan sadece yabancı ajansların yaklaşımıyla hadiseyi değerlendirmek. Tabiî ki bu büyük bir sıkıntı. Temelinde ise İslâm ülkeleri ile iyi işleyen bir haber ağının olmaması var. Bu eksiklik zaman zaman Diyanet İşleri Başkanlığınca da dile getiriliyor, ancak kalıcı çare bugün itibarıyla bulunabilmiş değil.

Ne zaman ki ‘dış haberler sayfaları’mız sadece ‘Amerikan haberleri sayfası’ olmaktan kurtulur ve İslâm dünyasında yaşananlardan da haberdar oluruz, o zaman kardeşliğimiz daha da pekişir...

İHH’nın öncülük ettiği, “Afrika Katarakt Projesi” inşallah buna da vesile olur...

01.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri