Siyasetin kışlaya, okula ve camiye sokulmaması söylemi sık sık tekrarlandığı için herkesin aklında yer etmiş durumda. Ama gereğinin yapıldığını söylemek mümkün mü?
Kışla, bilhassa 27 Mayıs darbesiyle başlattığı, sonraki müdahaleleriyle devam ettirdiği ve 28 Şubat’ta farklı bir format verdiği “siyasetle içli dışlı olma” geleneğinden hâlâ çıkabilmiş değil.
Gerçi son dönemde Genelkurmay adına yapılan açıklamalarda askerin günlük siyasetle işinin olmadığı her fırsatta tekrarlanıyor; ama “devlet siyaseti” olarak adlandırılabilecek bir konsept çerçevesinde askerin siyasete bir şekilde müdahil olmasının yolu hâlâ açık tutuluyor.
Bu “devlet siyaseti”ni ifade etmek için kullanılan şablonlar “devletin temel nitelikleri, anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri, laik cumhuriyet, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” gibi, hepimizin aşina olduğumuz tabirler kullanılıyor.
Bu kavramlar adına sergilenen tavırlar, yapılan açıklamalar, yayınlanan bildiriler zaman zaman günlük siyasete müdahale boyutuna erişirken, bu işin dengesi henüz bulunabilmiş değil.
Aynı durum “okul” için de söz konusu. Özellikle üniversitelerin, şu günlerde olduğu gibi, siyasî iktidarla, hattâ Meclisle karşı karşıya gelerek sıkı bir mücadele içine girmeleri, orada da ciddî bir sıkıntının devam ettiğini gösteriyor.
Sadece bilim ve eğitimle uğraşması gereken bu kurumların yine “devletin temel nitelikleri” ve özellikle “laiklik” adına ortaya koydukları tavır ve sürdürdükleri mücadele, üniversiteleri de siyasetin yıpratıcı zeminine çekerek hırpalıyor.
“Cami”ye gelince. Türkiye’de, İran’da veya diğer bazı yerlerde olduğu gibi doğrudan cami eksenli siyaset hiç olmadı. Ama din-siyaset ilişkisinde, olması gereken denge de bulunamadı.
Öyle söylemeseler dahi “din adına” siyaset yapma pozisyonuna düşen politikacıların önemli bir kısmı bunun yanlış olduğunu kabul ve itiraf edip yeni bir rota çizdiklerini duyurdular.
Ama bu iddia ile yola devam ederken, bir taraftan eski alışkanlıklarından kurtulamadıklarını gösteren tavırlar sergilemeyi, diğer taraftan “dindarların da siyasette başarılı olabileceklerini ispatlama” iddiasını dile getirerek, kendilerine yönelik kuşkuları güçlendirmeyi sürdürdüler.
Bu kuşkuları besleyen ve laiklik adına istismar eden cenahın laikliği din karşıtlığı gibi anlayan ve öyle yorumlayan tavrı da işi iyice zorlaştırdı.
Türkiye hâlâ bu ikilemin sancılarını yaşıyor.
Gelelim, yazının başındaki formülde zikredilmeyen, ama en az onlar kadar siyaset dışı kalması gereken bir başka kuruma, yani yargıya.
Ne yazık ki, cumhuriyetin ilk yıllarındaki istiklâl mahkemelerini saymazsak, yine 27 Mayıs’tan bu yana Türkiye, adaletin canına okuyan bir “yargının siyasallaşması” fecaatiyle karşı karşıya. Adalet tarihine kara leke olarak geçen Yassıada yargılamaları, bu felâketin başlangıcı oldu.
Ama adalet en büyük yarayı, yüksek yargının Genelkurmay brifingleriyle tezgâhtan geçirildiği 28 Şubat sürecinde aldı. Ve bu tahribatı, tecrübeli siyasetçi ve hukukçu İhsan Tombuş Yeni Asya’ya verdiği mülâkatta şöyle ifade etti:
“Tek parti ve DP dönemini, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül ihtilâllerini yaşadım. 28 Şubat’ta hepsinden fazla hukukun hırpalandığını, hukuka tasallut ve saldırı vuku bulduğunu, hukukun çiğnendiğini, evrensel hukuka aykırı davranışlara girildiğini gördüm. 28 Şubat’ta hukukun üstünlüğü prensibi ortadan kalktı. Politika ve ideolojiler hukukun emrinde olması gerekirken, hukuk onların emrine girdi.” (1.12.03)
Bilhassa eski 312 ile şimdiki 301 dâvâlarında verilen tartışmalı kararlar, gazete ve parti kapatmalar, başörtüsüyle ilgili karar ve açıklamalar, 27 Mayıs ve idam övgüleri, yargı kurumunu siyasî ve ideolojik zeminde tartışılır hale getirdi.
Bu hale getirilmiş bir yargıdan kim gönül rahatlığıyla adalet bekler ve yargıya güven duyar?
28.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|