Başörtüsü tartışmalarında, birbirini izleyen sivil bildirilerden birinde ifade edilen ve sanırız, genelde tasvip gören şöyle bir tesbit vardı:
“Hak ve özgürlüklere bir bütün olarak sahip çıkılmalı. Eğer iktidar AB sürecinde bu yaklaşımı ortaya koymuş ve üç yıldır reformları ihmal etmeyip aynı hızla sürdürmüş olsaydı, başörtüsü yasağı dahil olmak üzere birçok sorun daha kolay ve sancısız bir şekilde çözüme bağlanırdı.”
Ne yazık ki, AKP bunu yapamadı. 17 Aralık 2004’te, AB’den müzakerelere başlama günü olarak 3 Ekim 2005 tarihini “kopardıktan” sonra reformlara daha fazla asılması gerekirken, tam tersine inanılmaz bir rehavetin içine girdi.
Müzakereleri yürütecek başmüzakerecinin tayini bile aylar sürdü. Dahası, demokratikleşme için yapısal reform anlamında hiçbir yeni adım atılmadı. Evvelce yapılmış olanların uygulamaya yansıması için de fazla bir çaba gösterilmedi.
3 Ekim 2005’te müzakerelerin resmen başlaması bile bu durumu değiştiremedi. Süreç, halkın ilgisini çekmeyecek teknik formaliteler şeklinde takdim edilerek gündemden düşürüldü.
Rehavet eleştirileri öfkeli tepkilerle savuşturulmak istendi. Ve böylece zaman hızla akıp gitti.
2005 ve 2006 öyle geçti. 2007’nin sonuna geldiğimizde ise hükümet, yavaşlama eleştirilerini bu yıla mahsus olmak kaydıyla kabullenme noktasına geldi. Bunun için gösterdiği gerekçe, 2007 senesinde peş peşe iki seçim yapmış olmamızdı.
Ancak bu kabullenme, önceki iki senenin AB süreci açısından boşa gitmiş olduğu gerçeğinin üzerini yine örtemiyor.
Gelinen noktada, ne yıllardır beklenen anayasa reformu yapılabilmiş, ne asker-sivil ilişkilerini normalleştirme noktasında kayda değer yeni bir adım atılabilmiş; ne en âcil ve zarurî ihtiyaçlardan biri olan yargı reformuna el atılabilmiş, ne üniversite sorunu çözülebilmiş, ne de 301’e dokunulmuş.
22 Temmuz seçiminden sonra anayasa meselesine el atılacak gibi oldu, ama sınırötesi operasyon gündemiyle kamufle edilen statüko tepkilerine takılarak akim kaldı. Başörtüsü için izlenen yol da yeni anayasayı iyice zora soktu.
Parça buçuk ele alınan yargı reformunun bir ayağını teşkil eden “Yargıtay’ı küçültme” girişimi ise, yapılmak istenen işin altyapısının oluşturulmaması, Yargıtay’ın işyükünün önemli bir kısmını devralması öngörülen istinaf mahkemelerinin henüz kurulmamış olması ve konunun gündeme geliş zamanının başörtüsü ve laiklik tartışmalarının had safhada olduğu bir döneme rastlaması gibi etkenlerle yine ertelendi.
Aynı girişimin, evvelce de, yine AKP iktidarında bir kez daha gündeme getirilip, sonrasında şimdi olduğu gibi rafa kalktığını biliyoruz.
Bütün bunlara baktığımız zaman, AKP’nin ikinci iktidar döneminde de ümit veren bir başlangıç yapamadığını, eski hataları tekrarlamayı sürdürdüğünü, geride kalan sekiz aya yakın sürenin reformlar açısından yine boşa geçtiğini, zaman ilerledikçe ve hadiselerin gelişme seyri temâşâ edildikçe, bundan sonrası için de ümit beslemenin pek isabetli olmayacağını ifade etmek, çok üzücü dahi olsa, yanlış olmasa gerek.
Nitekim AKP’ye karşı açılan kapatma dâvâsı, böylesine sıkıntılı bir tablonun tuzu biberi oldu.
Bakalım, bu krizin içinden nasıl çıkılacak?
19.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|