|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Fark edilmeyen zenginlikler |
|
Bir forumda “Hayatımızda o kadar çok şeye sahibiz ki, bunları fark edip şükredelim” diye devam eden yazının sonunda yapılan yorum ilginç geldi.
Başka bir üye şöyle demişti: Hayat elimden o kadar çok şey aldı ki, verdiklerini göremiyorum.
Satırları okuyunca bu kişiye hak vermeye çalıştım.
Uzaktan ahkâm kesmek kolay olduğundan “Olur mu canım?” demeden düşünceler ürettim.
Kendimce senaryolar yazdım.
Ne kadarının içine oturdu hayatı bilemiyorum. Ama bu cümleyi söylemesine sebep olacak kadar acıklıydı benim senaryolarımda.
“Hayatın hep soğuk yüzüyle karşılaşmıştır.”
“Hiç ummadığı anda yaşadığı hayal kırıklıkları iyice umutsuzlaştırmıştır.”
“En sevdiğini, acı bir olayla kaybetmiştir.”
“Kimsesizdir, tutunacak dalı, teselli bulacak sıcak bir ocağı yoktur.”
Türünden binlerce trajik olay geldi, geçti zihnimden. Hatta “Bu kadar da değildir canım. Daha neler” diyeceğim kadar acıydı benim yazdıklarımda.
Ama bu kadar olayın içinde, bu cümleyi haklı olarak söyleyebileceğini bir an bulamadım.
Ve birçoğumuzda var olan, yetinememe hastalığının bu kişiye de bulaştığına karar verdim.
Bu zamanın en tehlikeli hastalıklarından biriydi hiçbir şeyle yetinemeyip, daha fazlasını isteme hali.
Ve bu halin getirdiği sonuç ta; en küçük olayda üzülüp, perişan olmak.
Devamında ise: Ufak bir hayal kırıklığı, küçük bir başarısızlık, ani gelen bir hastalık ya da terk ediliş. Bütün dünyamızı altüst etmeye yetip, acıya dair ne kadar cümle varsa üretmemize sebep oluyordu.
Ve çevremizde olan diğerlerine, “Sakin ol. Ben varım ya!” deme fırsatı dahi bırakmayan feryatlarımız.
Bu tür durumlarda, dehşet bir halde yükleniyoruz kadere ya da sebeplere.
“Ben bunu hak etmedim” türünden arabesk cümleler koşa koşa geliyor. Hayatımızın kapısında oturup, bize de pencereden bakıp gözyaşı dökmek kalıyor.
Ben bu halimizi, önünde birçok oyuncağı olduğu halde, sadece içlerinden birinin kırılması, kaybolması ya da bir başka çocuğun almasıyla bütün oyuncaklarını kırıp “illa o oyuncağı isterim” diye ağlayıp, kendini yerden yere vuran çocuğun haline benzetiyorum.
Hem kendini, hem çevresindekileri çileden çıkaran bu çocuk ne kadar şefkate, acımaya layıksa bizde olamayanlar için ya da yitirdiklerimiz için ağlarken o kadar merhameti hak ediyoruz.
Ve sahip olduğumuz onca oyuncağı görmeyip, bir oyuncak için elimizdekilerden de olup, bir hayatı boş yere harcayıp yitip gidiyoruz.
Elimizdekileri gören ve “Bak bu kadar şey var sana ait.” diyenlere de düşman kesilip, daha fazla feryat ediyoruz.
Oysa insanın her umutsuz anında, daha kötü durumda olanı düşünerek mutlu olması gerekiyordu.
“Hiçbir şeyim yok” diyenler ise, ellerindeki mucizeyi fark etmeyenlerdi. Çünkü onlarda birçok insan gibi mucizeye inanmıyorlardı.
Oysa her sabah kahvaltıya gelen birkaç çeşidi beğenmezken, sadece ekmek ve çayla kahvaltı yapan ve bu ekmeğin taze olması için dua eden çocuklar olduğunu düşünmek.
Ya da sokaklarda çöp tenekelerinde ekmek arayan kocaman dedeleri görüp, şükretmek.
Toplu taşıma araçlarından şikâyet edip bir araban olmadığı için umutsuzluğa düştüğünde, cebinde bilet parası olmadığı için her gün yürümek zorunda olanları fark etmek.
İşler iyice zorlayıp, “yeter “ denileceği anda, günlerdir iş arayan insanlarla konuşmak.
İstediği ayakkabıyı denkleştirip alamadığı için üzülürken, hiç ayakkabı giyemeyecek olan engelli birine rastlamak.
İnsanı şikâyet etmeden önce defalarca düşünmeye sevk eden mucizelerdi.
Unutulmamalı ki:
“İnsanlar basit sebeplerle mutlu, daha da basit nedenlerle mutsuz olacak şekilde yaratılmıştır. Aynen basit bir sebeple doğmaları ve daha da basit bir sebeple ölmeleri gibi”
19.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Ege’de maddî ve mânevî bahar |
|
Esenboğa’dan havalandıktan birkaç dakika sonra Ankara çoktan geride kalmıştı.
Dâvet üzerine İzmir’e gidiyorduk. Bir saatlik uçuştan sonra Adnan Menderes Havaalanına indik. Kadim dostumuz Adnan Beyle buluşarak hizmet merkezimize ulaştık. Öğle namazını müteâkip akşama kadar gönül dostlarımızın iş yerlerini ziyaret ettik. Değişik zamanlarda giderek tanıştığımız dâvâ arkadaşlarımızla iki sene sonra tekrar buluşup hasret gidermek, fânî dünyanın bâkî sevinçleriydi.
Yatsı namazından sonra yeni hizmet merkezindeyiz. Doksan metre karelik geniş salon tamamen dolmuş, yeni gelenler arka odalara gitmek zorunda kalmıştı. Çevre il ve ilçelerden de gelenler vardı. Yapılan ders, Bediüzzaman’ın mâzi tarafından istikbâl nesillerine ve yöneticilerine mesajlarını ihtivâ ediyordu. O, yaşadığı zamanın insanlarından ziyade, elli sene sonra gelecek nesillerin imanını kurtarmaya çalışıyordu. Hiçbir gerçeğe dayanmayan bahanelerle onu ezmeye uğraşan etkili ve yetkili kişiler, elli sene sonra dünyada olmayacak ve kabirde toprak olmaya yüz tutacaktı. Elbette, kabirde toprak olmuş olanları bu selâmet ve saâdet hizmeti alâkadar etmemek gerekti. Bediüzzaman ve Nur Talebeleri, Nur Risâleleri ile sırf rızâ-yı İlâhî için kendilerinin ve vatandaşlarının âhiretlerini kurtarmaya çalışıyor, kabrin tek başına hapsinden ve cehennemin ebedî idamından korumaya gayret ediyorlardı. Bu memleketi de, maddî ve mânevî anarşiden ve ahlâksızlıktan muhafaza etmeye, dolaylı yoldan hizmetleri vardı. Devletin gücünü elinde bulunduranlar, değil onları ezmek, bilâkis bu mânevî hizmetlere yardımcı olması gerekirdi. Bunu yapmasalar da, hiç olmazsa engel olmamalıydılar. Bu iman hizmeti her şeyin üstündeydi. Dünyanın en büyük meseleleri fânî olduğundan, bu hizmet ise bekaya baktığından onun en küçük meselesine mukabil gelemezdi. Sohbet bu minvâl üzere sürüp gitti.
Çay arasından sonra, Şükrü Bulut kardeşin lâhikalardan okuduğu mektup, Ortadoğu coğrafyasındaki barışın ve dünya sulhunun temel taşlarını izah ediyordu. Medresetü’z Zehra projesi hâlâ güncelliğini koruyordu. Din ilimleri ile fen ilimlerini birlikte okutmaktan başka çâre yoktu. Verimli bir ders olmuştu.
Sohbete katılanların çoğu gittikten sonra, geride kalanlarla biraz daha sohbet ettik. Bediüzzaman’ın meslek ve meşrebini bilen ve hangi gerekçeyle olursa olsun orijinal kimliğinden tâviz vermemeyi kendine misyon edinmiş dâvâ adamları istisnasız dimdik ayaktaydı. Biz, ne bâdirelerden geçmiş ve ne fırtınalar görmüştük. Okyanusları geçmeyi başaranlar, küçük derelerde boğulmazdı. Meselelerimizi meşveret zeminlerinde çözmek en önemli düsturumuzdu. Sorulu-cevaplı devam eden son bölüm bir hayli sürmüştü. Hüsn-ü niyet ve hüsn-ü nazar her şeyi kolaylaştırıyordu. Üstadın, “maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî hiçbir şey beklemeden, sırf rıza-yı İlâhî için hizmet etmek” mesleği bundan böyle de rehberimiz olmaya devam edecekti.
Pazar günü saat 11:00’de başlayan, “Meşrutiyetten Cumhuriyete Demokrasi Serüveni” seminerimiz bir buçuk saat sürdü. Namaz ve ikram faslından sonraki soru-cevap bölümü bittiğinde saat 15:30’u gösteriyordu. Yüz civarındaki demokrat karakterli katılımcı, soruları ve katkılarıyla seminere renk katmışlardı.
Sür'atle vedalaşarak oradan ayrıldık. Çünkü, uçağımızın kalkmasına çok az zaman kalmıştı. Diğer illere göre maddî baharın erken geldiği Ege illerinde, hizmetin mânevî baharı da hükmediyordu. Hiçbir şey onların hizmet şevkine engel olamıyordu. Ege bölgesinin bu bahadır dâvâ adamlarına buradan selâm olsun...
19.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AB’yi boşlayınca |
|
Başörtüsü tartışmalarında, birbirini izleyen sivil bildirilerden birinde ifade edilen ve sanırız, genelde tasvip gören şöyle bir tesbit vardı:
“Hak ve özgürlüklere bir bütün olarak sahip çıkılmalı. Eğer iktidar AB sürecinde bu yaklaşımı ortaya koymuş ve üç yıldır reformları ihmal etmeyip aynı hızla sürdürmüş olsaydı, başörtüsü yasağı dahil olmak üzere birçok sorun daha kolay ve sancısız bir şekilde çözüme bağlanırdı.”
Ne yazık ki, AKP bunu yapamadı. 17 Aralık 2004’te, AB’den müzakerelere başlama günü olarak 3 Ekim 2005 tarihini “kopardıktan” sonra reformlara daha fazla asılması gerekirken, tam tersine inanılmaz bir rehavetin içine girdi.
Müzakereleri yürütecek başmüzakerecinin tayini bile aylar sürdü. Dahası, demokratikleşme için yapısal reform anlamında hiçbir yeni adım atılmadı. Evvelce yapılmış olanların uygulamaya yansıması için de fazla bir çaba gösterilmedi.
3 Ekim 2005’te müzakerelerin resmen başlaması bile bu durumu değiştiremedi. Süreç, halkın ilgisini çekmeyecek teknik formaliteler şeklinde takdim edilerek gündemden düşürüldü.
Rehavet eleştirileri öfkeli tepkilerle savuşturulmak istendi. Ve böylece zaman hızla akıp gitti.
2005 ve 2006 öyle geçti. 2007’nin sonuna geldiğimizde ise hükümet, yavaşlama eleştirilerini bu yıla mahsus olmak kaydıyla kabullenme noktasına geldi. Bunun için gösterdiği gerekçe, 2007 senesinde peş peşe iki seçim yapmış olmamızdı.
Ancak bu kabullenme, önceki iki senenin AB süreci açısından boşa gitmiş olduğu gerçeğinin üzerini yine örtemiyor.
Gelinen noktada, ne yıllardır beklenen anayasa reformu yapılabilmiş, ne asker-sivil ilişkilerini normalleştirme noktasında kayda değer yeni bir adım atılabilmiş; ne en âcil ve zarurî ihtiyaçlardan biri olan yargı reformuna el atılabilmiş, ne üniversite sorunu çözülebilmiş, ne de 301’e dokunulmuş.
22 Temmuz seçiminden sonra anayasa meselesine el atılacak gibi oldu, ama sınırötesi operasyon gündemiyle kamufle edilen statüko tepkilerine takılarak akim kaldı. Başörtüsü için izlenen yol da yeni anayasayı iyice zora soktu.
Parça buçuk ele alınan yargı reformunun bir ayağını teşkil eden “Yargıtay’ı küçültme” girişimi ise, yapılmak istenen işin altyapısının oluşturulmaması, Yargıtay’ın işyükünün önemli bir kısmını devralması öngörülen istinaf mahkemelerinin henüz kurulmamış olması ve konunun gündeme geliş zamanının başörtüsü ve laiklik tartışmalarının had safhada olduğu bir döneme rastlaması gibi etkenlerle yine ertelendi.
Aynı girişimin, evvelce de, yine AKP iktidarında bir kez daha gündeme getirilip, sonrasında şimdi olduğu gibi rafa kalktığını biliyoruz.
Bütün bunlara baktığımız zaman, AKP’nin ikinci iktidar döneminde de ümit veren bir başlangıç yapamadığını, eski hataları tekrarlamayı sürdürdüğünü, geride kalan sekiz aya yakın sürenin reformlar açısından yine boşa geçtiğini, zaman ilerledikçe ve hadiselerin gelişme seyri temâşâ edildikçe, bundan sonrası için de ümit beslemenin pek isabetli olmayacağını ifade etmek, çok üzücü dahi olsa, yanlış olmasa gerek.
Nitekim AKP’ye karşı açılan kapatma dâvâsı, böylesine sıkıntılı bir tablonun tuzu biberi oldu.
Bakalım, bu krizin içinden nasıl çıkılacak?
19.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Atike ÖZER |
Modernite ve anne |
|
Asrın kronik vak’ası olan modernizm, insanın fıtratına yerleştirilen yardımlaşma hissini ‘hayat mücadelesine’ ve ‘hayat kavgasına’ dönüştürdüğünden beri ne acı ki biz anneler de kavgacı olduk çıktık…
Durağan kalmadan, hayata katkı sağlamayı yanlış anlayıp hayata kavga ve mücadele içinde katılmaya çalıştık.
“Bir işi bitirdiğinde bir başkasına giriş” İlâhî uyarısını yanlış anlayıp kavga ve çekişmeye giriştik, zaman zaman haddi aştık… Varlıkların hayat mücadelesinde ‘Güçlü olan kazanır’ yanlış inanışıyla tehlikeli güçler elde etmeye çalıştık…
Orman kanunlarında bile aslan aç iken parçalar. Doyduğunda ise yanına kadar gelen en taze ceylana bile el sürmez… Bunun gibi varlıklar arasında kurulan bu ekolojik denge yanlış anlaşılıp abartıldığında soy sop üstünlüğü, ırk üstünlüğü, cinsiyet üstünlüğü ortaya çıktı…
Ve ‘hayat kavgası’ başladı…
Zihinlerde ‘Güçlüyüm, ezerim’ bilinci oluştu…
Bu hastalıklı bilincin aileye bulaşması da çok zor olmadı. Feministler, güçlü olan ayakta kalabiliyorsa kadın güçlü olmalıdır dediler… Kadının kendini ezdirmemesi ve erkek üzerinde hakimiyet kurması anlayışı ile evliliklerini savaş meydanı, kendilerini de amazon ilân ettiler.
Yazık oldu kadına, çok yazık oldu…
Bizim hanımefendi, masum, güneş görmemiş süs bitkilerimiz , hanımellerimiz, güllerimiz, yaseminlerimiz, lalelerimiz, gelinciklerimiz kızgın çölde güneşin bile kavuramadığı deve dikeni bitkisine dönüştüler.
Cehennem ahalisinin zehirli gıdası olan, tadına bakıldığında zehrinden iç organları parçalayan zakkum çiçeğine dönüştüler azar azar… Cennet ağacı ve Tûbâ dalları olmakdan uzaklaştılar böylece.
Modernitenin sunduğu bu hastalıklı hayat sonucunda boşanmalar arttı. Gayri meşru ilişkiler revaç buldu… Böylece kadının yaratılışında var olan ‘annelik duygusu’ zarar gördü…
Çare, yeniden fıtrata dönmek ve şaşmaz pusulamız olan sünnet-i seniyye ile aile yuvalarımızı Cennetten bir köşe yapmak...
19.03.2008
E-Posta:
|
|
Faruk ÇAKIR |
Müstehcen yayından vazgeçilmeli |
|
“Kadınlar Günü”nün kutlandığı günlerde (8 Mart) maalesef alışık olunan ‘çirkin’ haberler de eksik olmadı. Gazetelerde yer alan haberlere göre, bir devlet üniversitesinin meslek yüksek okulu cilt bakımı ve güzellik bölümü öğrencileri, öğretim üyeleri tarafından ‘taciz’ edilmiş.
Haberi manşetine taşıyan ve İstanbul’da ücretsiz olarak dağıtılan ‘bulvar’ gazetesi formatındaki “20 dk” adlı tabloit gazete, “Rezillik” başlığını kullanmış. (10 Mart 2008) Bu çirkin davranış, ‘rezillik’ boyutunu da aşmış, ama haberi duyuran ‘bulvar gazetesi’ keşke bu tavrında samimi olsa. Maalesef, aynı gazetenin neredeyse bütün sayfalarından ‘müstehcen’lik akıyor. Bir yandan müstehcenliği teşvik etmek, öte yandan da ‘taciz’lere karşı çıkıyormuş gibi davranmak mümkün müdür?
Kısaca ‘taciz’ olarak ifade edilen çirkinlik, aslında bir neticedir. Gazetede bahsi geçen ilgili haber, yanlış da olabilir. Ama bu piyasada ‘taciz’ hadiselerinin yaşandığı inkâr edilebilir mi?
2001 yılında yapılan bir anket de aynı gerçeği göz önüne sermişti. O tarihte, Ankara Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulundan iki öğretim görevlisi ile GATA’dan bir öğretim görevlisi 10 branşta 356 “elit” bayan sporcuyla anket yapmış. Ankete katılanların yüzde 56.2’si cinsel tacize uğradığını belirtmiş. Bunların bir kısmı spor hayatı boyunca 1-2 defa tacize uğradığını ifade ederken, bir kısmı da devamlı taciz edildiklerini söylemişler.
Sonraki yıllarda da ‘taciz’ haberleri maalesef gazeteleri kirletmeye devam etti. Halter camiasında yaşandığı iddia edilen ‘taciz’ hadiseleriyle ilgili ifadeler 10 Eylül 2004 tarihli Vatan gazetesinde yer aldı.
‘Taciz’ konusundaki haberler elbette bunlarla sınırlı değil. Ve elbette ‘taciz’ sadece spor camiasında yaşanmıyor. ‘Mânevî temelleri sarsılan’ cemiyette, her sahada bu ve benzer çirkinliklere rastlamak mümkün. Üzücü olan, bu çirkinliklere karşı olduklarını ilân edenlerin, bir yandan da müstehcenliği teşvik etmesidir.
Bu konudaki sorumluluk en başta medyaya ve siyasî iktidara düşmektedir. Siyasî iktidar, her türlü müstehcenliğe karşı toplumu ikaz etmeli ve gerçekleri ortaya koymalıdır. Bu konuda var olan kanunlar uygulanmalı, gençlerin müstehcenlik tuzağına düşmesi engellenmelidir. Hiç kimse; müstehcenliği teşvik eden yayınlar devam ettikçe bu tacizlerin sona ermesini beklemesin...
Bazıları itiraz etse de gerçek şu ki; ‘ateş’ ile ‘barut’ yan yana, iç içe olamaz. Birbirinden etkilenen ve ‘yangın’ çıkmasına sebep olan bu maddeleri bir arada ‘kardeşçe’ tutacaklarını zannedenler, sadece o iki maddeyi değil, şehirleri ve ülkeleri de yakmış oluyorlar.
Her türlü ‘taciz’ hadiselerine karşı olduklarını ilân edenler lütfen bu iddiâlarında samimi olsunlar. En başta medya, tacizleri engellemek için müstehcen yayın yapmaktan vazgeçsin. Yangına, körükle ya da benzinle müdahale etmek anlamına gelecek olan müstehcen yayınlar; gençlerimizi ve geleceğimizi ciddî mânâda tehdit ediyor.
Bu tehdidin sanal bir tehdit olmadığı, medyaya yansıyan ‘çirkin’ haberlerden de anlaşılmıyor mu? O halde, yanlıştaki ısrarın anlamı var mı?
19.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Son hamle |
|
Mümtaz Soysal, AKP’yi kapatma dâvâsıyla alâkalı olarak ‘darbe mi olsaydı yani?’ diye soruyor. Yani iddianamenin alternatifini darbe olarak görüyor. Peki darbe nedir? AKP’ye kapatılma dâvâsı açılması asimetrik bir darbe değil midir? Siyasetin tabiî seyrine müdahale darbe değil midir? Zaten askerî darbe yapılamadığı için yargı darbesi geldi. Ve bunu yerli yabancı herkes kabul ediyor. Sadece darbeyi askerler mi yapar sanki?
Peki Abdurrahman Yalçınkaya neden böyle zayıf içerikli ve üzerinde iyi çalışılmamış bir metni veya iddianameyi alelacele devreye soktu? Aslında, AKP’nin kapatılması dâvâsı zamanlama olarak aceleye getirildi, ama düşünce olarak eski bir düşünce. 2003 yılından itibaren darbe süreci başlamış, ama hep sekteye uğramış. Bunda en büyük katkı ve pay Hilmi Özkök’e ait. Kıvrıkoğlu’nun son çıkışı da, 28 Şubat aktörlerinden Çevik Bir’le ilgili husumetinin darbeyle ilgili olmadığını, şahsî olduğunu; ya da farklı cuntaların veya en hafif tabirle ekiplerin temsilcileri olmalarından kaynaklandığını ortaya koyuyor. Hilmi Özkök ise orduyu yasal zeminde ve siyasetin uzağında tutmuştur. Ardından Büyükanıt’ı zorlasalar da ondan da istedikleri doğrultuda bir sonuç alamayınca yargı darbesi yoluna başvurdular. Zaten kimilerine göre Kıvrıkoğlu’nun Hilmi Özkök’le ilgili söyledikleri Büyükanıt’ı hedef alıyor: “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle” misali ve emsali bir durum. Esasında, AKP’yi kapatma dâvâsı ve iddianame bir panik havasının mahsulü. Bu panik havasının gerisinde CHP ile ordu arasındaki ayrışma çizgisi var. Bu darbeci çevrelerin de son umutlarını tüketmiştir. Bu pürtelaşla da yargı darbesi aceleye getirilmiştir. Milliyetçi kanatta da, ulusalcı-milliyetçi ayrışması var. Bilindiği gibi, ulusalcılar daha ziyade Ergenekon gibi yapılanmalarla anılıyorlar. Yine ordu ile gayri nizamî güçler arasında ayrışma eski tüfekleri tükenme noktasına getirmiştir. Ufuk Uras da buna temas etmiştir (Dünkü Akın Birdal ifadesi yanlış olmuştur).
***
Bu işin panik kısmı. Bir de paranoya kısmı var ki, bunu da Vural Savaş gibilerin tezlerinde görüyoruz. ‘AKP kapatılmazsa şeriat gelir’ diyorlar. Şeriat dediğiniz manavda, bakkalda satılan bir meta mıdır? Bu iddia, iddinamede de yer alıyor. Savcı Abdurrahman Yalçınkaya’ya göre, dinî bayramlar, millî bayramlardan daha coşkuyla kutlanıyor. Bu da kapatma sebebi. Bunlar da yargı darbesinin paranoyak zemine oturduğuna işaret ediyor. Dinî günler ve bayramlar millî günlerden daha ziyade kutlanıyorsa, bunda AKP’nin ne suçu veya katkısı var? Dolayısıyla bu son hamle de birçok yönden maluldur. Zemini çürüktür. Ellerinde patlamaya mahkûmdur. Gerekçe olarak zemini çürüktür. Zira mesele panikten ve paranoya hâlinden kaynaklanmaktadır. ‘Rejim elden gidiyor’ korosunun solo hâline dönüşürken ki son izdüşümüdür.
***
Türkiye’de artık darbenin her türlüsü akim kalmaya mahkûmdur. Bu girişim de son hamle olmaya aday, hatta mahkûmdur. Tarihî zemine baktığımız zaman, tarih başka yöne akmış ve mecrası tamamen değişmiş. Dolayısıyla bu girişimler suları yokuşa akıtmaktan farksızdır. Bundan dolayı, Babacan’ın dediği gibi, anakroniktir. Bu girişimin tarihî zemini olmadığından dolayı, geniş kitleler nezdinde makes bulması mümkün değildir. Sosyolojik zemin de değişmiştir. Dolayısıyla bu sosyolojik zeminde de bir darbe teşebbüsü geri teper. Sosyolojik ve tarihî olgular, artık Türkiye’nin geri dönmesine müsaade etmez. Ne AKP eski AKP’dir, ne de eski tüfekler eski tüfektir. Bundan dolayı bu teşebbüsler akim kalmanın ötesinde AKP’nin ekmeğine yağ sürmektedir. Şu anda sistemin AKP’nin yerine ikame edebileceği hiç bir şeyi yoktur. Nuray Mert, Vatan’da bunu doğru olarak teşhis etmektedir (söylemlerinin diğer kısımlarına katılmıyorum). Dolayısıyla, birileri AKP’yi tasfiye edeyim derken kendi ayaklarına kurşun sıkıyor, bindikleri dalı kesiyor ve AKP’yi tasfiye ederken tasfiye oluyor. Nitekim, Ahmet Altan’ın öngörüsü de bu yöndedir.
Şartları zorlamaya gerek yok. Aksi takdirde, girişenler altında kalır ve kırılmayı beraberinde getirir. Bu bir oyundur, ama güç, oyunu bozar. Güç ise, tarihî dinamiklerin ve sosyolojik dinamiklerin değişmesidir. Herkes aklını başına devşirsin...
19.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Mevlidle yeniden doğarken |
|
Bir uçurumun kenarında yuvarlanıp ölmek üzereyken birisi sizi kurtarsa ne kadar sevinirsiniz.
Açlıktan, yokluktan, kimsesizlikten kıvranırken birisi gelip sizi yedirip içirse, giydirse, iş imkânları sağlasa, geleceğinizi garanti altına alsa ne kadar minnettar olursunuz.
Mevlid Kandili denilince Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) dünyaya teşriflerini hatırlıyor, sevinç ve mutluluktan uçar hâle geliyoruz. Sadece bizim için değil, her şey için bayram oldu teşrifleri. Çünkü her şey yokluktan, hiçlikten, mânâsızlıktan, tesadüf oyuncağı olmaktan kurtuldu.
“Sen olmasaydın yerleri gökleri yaratmazdım” hitabına mazhar olan o Yüce Resûl (asm) sayesinde var olduk. Ve onun sayesinde de yok olmak, hiç olup gitmekten kurtuluyor, sonsuzluk kazanıyoruz.
Neye sahipsek onun sayesinde sahibiz. Neler kazanmadık ki onun sayesinde? Salât-ı Tefriciye’de ne güzel özetlenmiş bunlar. Meâlen şöyle:
“Allah’ım, sayesinde içinden çıkılmaz işlerin çözüme kavuştuğu, sıkıntıların dağıldığı, ihtiyaçların yerine getirildiği, isteklerin elde edildiği, iman ile dünyadan göçme maksadına erildiği ve onun şerefli yüzü suyu hürmetine buluttan yağmur indirmesi için Allah’a yalvarıldığı Efendimiz Muhammed’e (asm), onun âl ve ashabına, her göz açıp kapadıkça ve her nefes alış verişte, Sence bilinen nesneler adedince en mükemmel salât ve eksiksiz selâm eyle.”
Ne olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi, bu dünyada niçin bulunduğumuzu onun sayesinde öğrendik. Hayatın anlamını onun sayesinde kavradık, tadına onun sayesinde vardık. Dünyamız onun sayesinde Cennete döndü, imanın eşsiz bir nimet olduğunu; sayısız lezzet, nur ve faydaları bulunduğunu onunla öğrendik
Onunla hayat bulduk, ihya olduk. Kur’ân, “Ey iman edenler! Peygamberiniz sizi din ve dünyanıza hayat verecek şeylere davet ettiğinde, Allah’a ve Resûlüne uyun”1 buyurmuyor mu?
Çünkü Kâinatın Efendisinin (asm) lisanıyla, “Şüphe yok ki sözün en güzeli Allah’ın kitabı; yolun en güzeli de Muhammed’in (asm) yoludur.”2
Mevlid Kandiliyle ihyâ olurken bu hakikatleri hatırlıyor, kandilinizin hayır, bereket ve saadetlere vesile olmasını Rabbü’l-Âlemîn’den niyaz ediyoruz.
Dipnotlar:
1- Enfal Sûresi: 24. 2- Buhârî, Edeb: 70; Müslim, Cumaa: 43; İbni Mace, Mukaddime: 7.
19.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“Ekmeksiz yaşarız, hürriyetsiz yaşayamayız!” |
|
Ömrü boyunca iman ve imanın bir özelliği olan insan hak ve hürriyetleri için mücadele veren Bediüzzaman, “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!” der.
Evet, Türkiye’de, önceliği ekonomiye, ekmeğe verip; hak ve hürriyetler adına bir şey yapmayanlar; veya bir adım atıp, hemen ric’at edenler İslâm âleminin ve hürriyet kahramanlarının verdiği hak ve hürriyet mücadelesinden ders almalı değil mi?
Ki, ekmek de, ekonomi de ancak hürriyet zemininde gelir. Çünkü, insanın kabiliyetleri ancak hür zeminde inkişaf eder. Teknolojik ve ilmî gelişmeler de ancak düşünce, inanç, okuma ve eğitim hürriyetinin olduğu yerde inkişaf eder.
İnsanlık ve İslâm tarihine bakınız: Ne zaman hak ve hürriyetler kemâliyle işlediyse, ilmî, teknolojik gelişme, zenginlik ve refah da o nisbettededir. İşte Asr-ı Saadet, İşte Endülüs Emevî devleti, İşte Abbasi, İşte Selçuklu, İşte Osmanlı vs. Ne zaman Müslümanlar İslâmiyete sarılmış, hak ve hürriyetlere (kul hakkına) riâyet etmişse yükselmişlerdir. Ne zaman İslâmiyetten uzaklaşmışlarsa, belâlara, musibetlere maruz kalmış, gerilemişlerdir.
Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu yaşasak; tekrar eski satvet ve haşmetimize kavuşacağız. Ve ne vakit İslâmın güzelliklerini fiillerimizle göstersek, Avrupa ve dünyanın diğer kıt’aları da dalgalar halinde İslâmiyete girecekler…
Zira, hürriyette/meşverette bir adam, bin adam kadar iş görebilir. Şeriatın üsûlüne göre yapılan meşveret, baskı ve tahakkümün belâsından kurtarır.1 Meşverette batıl, hak sûretini giymekle fikirleri aldatmaz.2 Meşveretin (şeffaflığın, çok sesliliğin, katılımın) hüküm sürdüğü yerde, şüphelerin hükümleri (ve yeri) olmaz; bâtıl hak sûretini giymekle fikirleri aldatamaz.
Zira, hakikî, samimî bir ittifakta (bir fikir alış verişinde) herbir fert, sâir kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.3
Asya’nın, İslâm âleminin tali, taht ve bahtının anahtarı meşveret,4 şeffaflık, demokrasi, hürriyettir. Eğer hürriyeti, meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse, bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihyâ edecektir.5 Ve huzur ile saadeti kazanacaktır. Zira, meşveret/hürriyet, mutluluk sebebidir.6
Kur’ân’da, “Bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez!”7 diye bu hakikat nazara verilir.
Kendimizi değiştirmemiz için okumamız gerekir. Okumak için, hür olmamız ve meşrutiyete/hürriyete sahip olmamız gerekir. İnanç, düşünce ve fikir hürriyetine sahip olursak, istidat ve kabiliyetlerimizi geliştiririz. O zaman da terakki eder, yükseliriz.
Okumalı, haklarımızı öğrenmeli, cehaletimizi gidermeliyiz ki, Allah da bizi değiştirsin. Çünkü, bu bir sosyal kanundur:
“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Sûresi: 53/39)
Dini anlamalı ve yaşamalıyız. İnancı olmayan bir sabun imâlâtçısı, bir vaize:
“Sizin anlattığınız dinin, dünyaya iyilik getirdiği görülmüyor! Bunca zaman geçmesine rağmen, dünya kötülerle dolu.”
O sırada, çamur içinde oynayan bir küçük çocuğun yanından geçiyorlarmış. Vaiz demiş ki:
“Sabunun da pek bir fayda getirmediği anlaşılıyor. Zirâ, dünya pis ve pislerle dolu!”
“Ama, sabun kullanıldığı zaman faydalıdır.”
“Evet, din de aynen öyledir. Eğer öğrenilir, anlaşılır, yaşanır ve uygulanırsa dünyaya ve herkese iyilik getirir.”
Dipnotlar: 1- Muhâkemât, s. 32-33.; 2- Muhâkemât, s. 33.; 3- Lem’alar, s. 165.; 4- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 55.; 5- Beyanat ve Tenvirler, s. 32.; 6- Münâzarât, s. 47.; 7- Kur’ân, Ra’d, 11.
19.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Dayanak noktası |
|
Devlet bir bütündür. Hükûmet ve mevzuat (bürokrasi), bu bütünün en önemli iki ayrı parçası hükmündedir.
Demokratik sistemlerde, "kuvvetler ayrılığı" prensibi geçerli.
Dolayısıyla, bu ayrı kuvvetler, çatışmak için değil, uyum içinde çalışmak ve birbiriyle yardımlaşmak için vardır.
Çatışma emareleri ortaya çıktığında ise, birtakım krizlerin çıkması ve ekseriyetin maruz kalacağı zarar–ziyanların yaşanması kaçınılmaz hale geliyor. 2001'de ve şimdiki zamanda olduğu gibi...
* * *
Çatışma halinde oldukları artık aleniyete dökülen hükûmet cenahının en büyük dayanak noktası, mevcut seçmen desteği ve hemen her vesileyle artış gösterdiği vurgulanan yüksek oy potansiyeli.
Karşı cenahın, yani bürokrasinin dayanağı ise, üstü lastikli kànunlar ve konjonktürel içtihatlarla örtülmüş devlet kuvvetidir.
Amiyâne tâbirle, devlet ve hükümet kuvvetleri ne yazık ki karşı karşıya gelmiş bulunuyor.
Her biri, elinde tutmuş olduğu kuvvet kozuna dayanarak, diğerine üstünlük sağlamaya çalışıyor.
Acı da olsa, talihsizlik de olsa, ortada görünen manzara–i umumiye maalesef ki budur.
* * *
Bu nahoş durumun, mutlak çoğunluğa zarar verdiği, mağdurları bir kat daha mağdur olmaya doğru sürüklediği âşikâr görünüyor.
Halen yaşanan ve devam etmesi pek muhtemel olan bu içtimaî sarsıntıdan kârlı çıkanların kim olduğu, bizim gibi şüphesiz herkes için de ciddî merak konusu.
Ne yapıp edip, bunları mutlaka bilmek, tanımak, öğrenmek lâzım. Korkmadan, ürkmeden, yılmadan tanımak ve nemelâzım demeden de tarif etmek lâzım bunları.
Esasen, bunlar bilindiği, yahut bir şekilde tesbit ve tarif edildiği takdirde, ikide bir düğmeye basanların ve kriz büyüsün diye elini ovuşturanların yüzlerindeki maskeyi indirmek, çehrelerini göstermek, dolayısıyla onları tarih önünde mahçup ve kamu vicdanında mahkûm etmek sûretiyle etkisizleştirmek, şüphesiz çok daha kolay ve mümkün hale gelecektir.
Zaten, siyasî istikrarı sağlamanın ve demokratik işleyişi şeffaf ve sağlıklı hale getirmenin yolu budur; başka da bir alternatifi yoktur.
Evet, şeffaflığın, hürriyetçi demokrasiye inananlar için en sağlam, en kuvvetli bir dayanak noktası olduğuna inanıyoruz.
İzahat
"Dört kumandan" kim?
Zaman zaman Risâle–i Nur'un muhtelif bahislerinde geçen ve Üstad Bediüzzaman'ın "tahakkümlerine boyun eğmedim" dediği "dört kumandan"ın kim olduğuna dair suâllere muhatap olmaktayız.
Yakın zamanda da kıymetli okurlarımızdan Ş. Salih Çelik, Fethi Avcı ve Mehmet Yalçın'dan aynı mesele hakkında bir izahat talebi geldi. Bilebildiğimiz ve yazabildiğimiz kadarını ifade etmeye çalışalım. Eksiği–fazlası varsa, bilgimizi ikmâl edebilirsiniz.
Değerli okurlarımızın bahsetmiş olduğu ifade, Risâlelerde şu şekilde geçiyor: "Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divânı Harbi Örfî'de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşalann suâllerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor." (Emirdağ Lâhikası/Son ders, s. 455)
Buradaki ifadelerden anlaşılıyor ki, Bediüzzaman'ın kast ettiği ceberrut kumandanların yekûnu dört değil (2+4=6) altıdır.
İki tanesini zaten açıkça kendisi belirtiyor: Rus'un Kafkas Orduları Komutanı Nikola Nikolayeviç ve DHÖ Reisi İttihatçı Hurşit Paşa.
Âcizane fikir ve kanaatime göre, Üstad'ı ölümle tehdit eden diğer mütehakkim kumandanlar şunlardır:
1) Bir tanesi, hiç şüphesiz ki El–Ebter Paşadır. İkisi arasında çok çetin geçen kavgaların mahiyeti az–çok biliniyor. Ama, tam olarak bil(e)miyorum, Angola mıydı, Angora mıydı neresiydi, hani Üstad Bediüzzaman'ı yeni kurulan Meclis'te zehirleterek ve Riyâset Odası'nda ölümle tehdit ederek, emrine râm etmek istemişti. İşte o dehşetli şahıs... (Bunun künye ve seceresi gibi, mahiyeti de tam olarak bilinemiyor, maalesef.)
2) Bir diğeri, Sultan Abdülhamid'in verdiği maaş ve ihsanı şahaneyi getiren ve Üstad'ın bunu reddetmesi üzerine tehditler savuran Zaptiye Nâzırı Şefik Paşadır.
3) Yine Sultan Abdülhamid'in Hademe Feriki olarak Yıldız Askerî Mahkemesi Başkanlığına atadığı Şakir Paşanın da, Bediüzzaman'ı ölümle tehdit eden konuşmalar yaptığı biliniyor. (Bu ceberrut kumandan, "Halikarnas Balıkçısı" olarak da bilinen Cevat Şakir Kabaağaç'ın babasıdır. Paşa, sonradan belâsını bulmuş ve âilevî bir sebepten dolayı oğlu tarafından vurularak öldürülmüştür.)
4) Dördüncü Kumandanın ise, genç Said'i Dicle Nehri'ne atıp öldürmekle tehdit eden (Hamidiye Paşası) Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa olduğunu zannediyorum.
NOT: Bu meyanda, İstanbul'u işgal eden (1918–1922) ve İngiliz Yüksek Komiserliğinde görev yapan gaddar zalimlerden bir başka komutanın da, Üstad Bediüzzaman'ı ölümle tehdit ettiğini unutmamak lâzım. Bu tehdite mukabil, Said Nursî "Tükürün o ehl–i zulmün hayasız yüzüne!" diye haykırmıştı.
Tarihin Yorumu 18/19 Mart 1953
Yenice–Gönen Depremi
Merkezi Çanakkale'nin Yenice ilçesi olan çok şiddetli bir deprem meydana geldi.
7.3 büyüklüğünde olduğu hesaplanan bu depremden ikinci derecede etkilenen yerleşim merkezi ise, Balıkesir'in Gönen ilçesi oldu.
Yaklaşık 80 kilometre uzunluğunda (30.000 km²) olduğu tahmin edilen buradaki fay hattının kırılması sonucu, 300'e yakın insanımız hayatını kaybederken, binlerce ev ve işyeri de harap oldu.
Öyle ki, bilhassa Yenice'deki 450 civarındaki binadan sadece 30 kadarının hasar görmeden kurtulduğu naklediliyor.
Gönen'de ise, yıkılan veya içinde oturulamayacak kadar ağır hasar gören yapıların 738'i bulduğu, yine deprem kayıtlarında zikrediliyor.
Bu sarsıntıda yıkılan yapıların arasında 211 okul ve 176 resmî binanın bulunuyor olması, bize 1950 öncesi hükümetlerinin imar ve inşa politikaları hakkında ayrıca sağlıklı bir tahminde bulunma imkânını, fırsatını veriyor.
19.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Bu gece kalbimize bir güneş doğdu! |
|
Yıllardan milâdî 571. Aylardan Rebîülevvel ayı. Ayın on ikinci gecesi. Günlerden Pazartesi. Evlerden Mekke’nin en şerefli, en mütevazı, en sakin, en huzurlu evi. Vakitlerden, vakitlerin sultanı, zamanların en şereflisi seher vakti.
Şu karşıladığımız gecenin seher vakti, o şerefli gecenin sene-i devriyesi.
Kâinat ve kâinatın her bir zerresi görülmemiş bir sevince gark oldu o gece. Karanlıklar bir anda nurla yırtıldı, doğudan batıya her yer nurla doldu. Putlar devrildi. Bin yıldan beri yanan Mecusî ateşi söndü. Kutsanan Save Gölü bir anda kurudu. İran’da Kisrâ’nın sarayının on dört sütunu çatır çatır yıkıldı. Gökten bir yıldız doğdu ve yıldızlar salkım saçak yere doğru eğildiler.
Çünkü o an, kâinata şan ve şeref veren, Kâinatın Efendisi, dünyanın ve âhiretin Güneşi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dünyaya teşrif buyurdu.
Kutlu anne Hazret-i Âmine validemiz anlatıyor:
“Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyamda karşıma bir zat çıkıp dedi ki: ‘Ya Âmine, bil ki sen, âlemlerin hayrına hamilesin. Doğduğunda ismini Muhammed koy. Halini hiç kimseye bildirme.
“Doğum zamanı gelmişti. Kayınpederim Abdulmuttalip, Kâbe’yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim: Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi. Ve kanadıyla arkamı sıvazladı. O andan itibaren bende ne korku, ne kaygı hiçbir şey kalmadı.
“Yanıma bir göz attım: Bana bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez beni bir nur denizi sardı. Ve Muhammed dünyaya geldi.
“Gördüm ki doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak, Kâbe’nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım: Secdede! Parmağını göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı, kucakladı ve kapladı. Bir ses işittim: ‘Doğuları ve batıları dolaştırın! Deryaları denizleri gezdirin. Tâ ki mahluklar Muhammed’i ismiyle, sıfatıyla, sûretiyle tanısınlar’ Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti.”
Kâinatın övünç kaynağı Hazret-i Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) dünyaya geldiği sırada, aziz annesinin yanında Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifa Hatun ile Osman bin Ebû’l-As’ın annesi Fâtıma Hatun da vardı. Şifa Hatun o an gördüklerini şöyle anlatır:
“Allah’ın Resûlü (Aleyhissalâtü Vesselâm) doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim. Kulağıma bir ses geldi: ‘Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun!’
“Doğu ile batı arası nurla doldu. Hatta Rum diyarının bazı saraylarını gördüm. Sonra Allah Resûlünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı. Ve gözlerim karardı. Yavrucağı gözden kaybettim. Yine bir ses: ‘Nereye gitti?’ diye sordu. ‘Doğuya götürdüler!’ diye cevap verildi.
“Bu sözler zihnimden hiç çıkmadı. O zamana kadar ki, Allah Resûlü peygamberliğini ilân eder etmez hemen koştum ve ilk Müslümanlarla birlikte iman ettim.”1
O sıralarda, Mekke’de bir Yahudi oturuyordu. Resûlullah’ın (asm) doğduğu gecenin sabahı Kureyş’lilerin karşısına çıktı ve sordu:
“Bu gece kabilenizden bir oğlan çocuğu doğdu mu?”
Kureyşliler:
“Bilmiyoruz!” dediler. Yahudi sözlerine devam etti:
“Varın, gidin, araştırın, soruşturun. Bu ümmetin Peygamberi bu gece doğdu! Sırtında alâmeti var!”
Kureyşliler araştırdılar, soruşturdular ve gelip Yahudi’ye haber verdiler: “Bu gece Abdulmuttalip oğlu Abdullah’ın bir oğlu dünyaya geldi. Sırtında bir alâmet var” dediler.
Yahudi gitti, Resûlullah’ın (Aleyhissalâtü Vesselâm) mübarek sırtındaki peygamberlik alâmetini gördü.
Gördü ama aklı başından gitti. Canından, ruhundan bir parça kopardılar sanki. Kendini yırtarcasına haykırdı:
“Peygamberlik artık İsrail oğullarından gitti! Bundan sonra artık başka peygamber gelmeyecek! Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır” diye bağırdı.2
Bin dört yüz otuz yedi yıldan beri ufkumuz aydınlık bizim elhamdülillah. Karanlık mecâzî oldu, aydınlık hakîkat artık. O gün bu gündür karanlık geçici, aydınlık ebedî; karanlık yüzeysel, aydınlık özde; karanlık hayalî, aydınlık gerçek. Hakikat güneşi bütün kâinatın semasında bu gün. Her taraf nurlu, her taraf aydınlık.
Hazret-i Peygamber’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) ismi ve getirdiği nur, doğudan batıya her yere ulaştı, her yeri zaptetti bugün. Devir onun (asm) devri, zaman onun (asm) zamanı. Çağa hâkim olan o (asm). Dünyayı elinde tutan o (asm). İnsanlığı ayakta tutan o (asm).
Bu gece onun (asm) doğumunun 1437. şerefli yılının yıldönümü. Onun (asm) aramıza, kalbimize, dünyamıza gelişini bir kez daha tebrik ediyoruz. Ona (asm) ve onun âl ve ashabına kâinatın zerreleri sayısınca salât ve selâm olsun.
Bu gece, Peygamber Efendimiz’e (asm) bîatımızı yenilemeli, onu salât ve selâmlarla çok anmalıyız. “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin”3 âyeti gereğince Peygamber Efendimiz’in (asm) sünnetine göre yaşama azmimizi ve aşkımızı canlandırmalı, yaptığımız duâ ve zikirlerle, ömrümüzün son nefesine kadar yaşama niyetinde olduğumuz sünnet-i seniyye ile hem Allah’ın rızasına, hem de Resûlullah’ın (asm) şefaatine mazhar olmaya çalışmalıyız.
Mevlid Kandilinizi tebrik ederim.
Dipnotlar: 1- S. Suruç, Peygamberimizin Hayatı, s. 57; 2- A. Cevdet Paşa, K. Enbiyâ, 1/43; 3- Âl-i İmrân Sûresi: 31
19.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Anafor ve siyasî rant… |
|
Başsavcının AKP’yi “kapatma dâvâsı”, Başkentte siyasetin kamplaşmasına ve oy pastasını iktidar ile ana muhalefet partisi arasında paylaştıran bir oyuna dönüştürüleceğinin sinyalleri alınıyor…
Belli ki Türkiye’de siyasî gerginlik üzerine bina edilen “laikçilik tahriki”yle bütün sağ ve demokrat oyları AKP’nin torbasına doldurup, geri kalanları CHP’ye itmek iki partinin de işine geliyor.
Belli ki “kapatma dâvâsı” gibi siyasete dıştan yapılan bu tür müdahâleler, siyasetin gerçek zemine dönmesini ve AKP’ye alternatifleri engellemek için. Özellikle Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi kulvarının tabiî mecrâsına dönmesine fırsat verdirmemek için…
Tıpkı 27 Mayıs’la başlayan ve her on yılda darbelerle ve postmodern darbelerle “demokrat misyon” partilerinin önünün kesilmesi ameliyesi gibi…
Tıpkı Yargıtay eski Başkanı Kanadoğlu’nun, daha gireceği ilk seçimlerde AKP’ye “kapatma dâvâsı” açıp Erdoğan’ın seçimden bir hafta önce apar topar “ifâde vermek” için âlây-ı vâlâ ile bütün medyanın gözü önünde âdeta canlı yayında DGM’ye çağrılıp “ifâdesinin alınması” gibi…
Erdoğan’ın yarım saatlik “DGM ziyareti”nin durup dururken partisine en az yüzde 10’luk bir oy sağladığı o gün yapılan birçok ankette açıkça ortaya çıkmıştı.
Şimdi de seçimlerden altı ay sonra bir mahallî seçim öncesinde aynı senaryo tekrarlanıyor…
* * *
“Demokrasi bu kadar ucuz mu!” diye yakınan Erdoğan’ın, bu durumu açıkça halka şikâyet ederken “mahallî seçimler”den sözedip, partisinin kapalı ve çok gizli grup toplantısında, “Bu işler bize yarar, oylarımız artacak, toprağımız bereketlenecek” demesi dikkat çekici..
Keza Başbakan Yardımcısı Şahin’in, “bu mesele bize yüzde 50’yi sağlar” diye sevinerek “kapatma dâvâsı”nı açanlara “teşekkür” etmesi, diğer bir tâbirle “dâvâ”nın üzerindeki ucuz siyasî hesapları deşifre ediyor.
Bu arada baştan beri AKP’ye tam destek çıkan medyada furya başladı bile. Kimi “özel” televizyonlarda “şov”a dönüştürülen “özel anketler”le aynen 27 Mayıs gece yarısı Genelkurmay web sitesindeki “e-muhtıra” sonrasında olduğu gibi, Başsavcının bu teşebbüsüyle AKP’nin yüzde 70’leri bulduğundan bahsediliyor.
Medya, üniversiteler, yargı ve laik kurumlar, 28 Şubat sürecine benzer bir ayrışmayla çapraz ve asimetrik kışkırtmalarla, milletin değerlerini itici ve incitici propagandalarla yeniden “laik” - “anti laik” kutuplaşmasını alevlendiriyor. Bir ucuna AKP’yi, diğer ucuna CHP’yi koyduğu tahterevalli oyununu oynatıyor.
Varsa yoksa iki parti; AKP ile CHP. Bunun dışındakiler âdeta unutturuluyor. Özellikle Türkiye’de 1946’da demokrasinin kurucu partisi olmuş; tek parti döneminde yasaklanan Ezân-ı Muhammedî’yi iktidara geldikten bir hafta sonra aslına çevirmiş; din eğitimi ve öğretimini yaygınlaştırmış, mekteplere din derslerini koymuş, 571 imam hatip okulunu, üç bin Kur’ân kursunu, onlarca yüksek İslâm enstitüsünü ve İlâhiyat fakültesini hizmete açmış, Diyanet’e 80 bin kadro sağlamış Demokrat Parti çarpıtmalarla yok sayılıyor.
Ve bu durum en çok seçmen nezdinde âdeta alternatifsiz edilen AKP’nin işine geliyor…
* * *
Elbetteki bir partiyi “kapatma dâvâsı”nın hiçbir mâkul gerekçesi olamaz . Demokrasilerde partileri kuran, iktidara getiren, iktidardan düşüren ve kapatan millettir; mahkemeler değil.
Lâkin son Cumhurbaşkanı seçiminden önce bizzat Erdoğan’ın ikrarıyla yüzde 26 ile 36 arasında dolaşan AKP’nin oylarını yüzde 46’lara tırmandıran Anayasa Mahkemesi’nin “367 şartı”nda olduğu gibi, belli ki bu hâdise üzerinden de öncelikle siyasî rant hesapları yapılıyor. Türkiye’nin demokrasisinin yaralanmasının, inanç özgürlüğü ve mânevî meselelerdeki tıkanmanın verdirdiği zayiat umurlarında değil…
Anlaşılan o ki, siyasetin tabiatındaki “cerbeze” ile AKP, ideolojik devlet zihniyetiyle gözleri “laikliğin korunması”ndan başka bir şey görmeyen halka rağmenci mihrakların “sunduğu” bu fırsatı da tepe tepe kullanacak. Uzun süre sürecek ve belki de mahallî seçimler sonrasına sarkacak “dâvâ”yı “mağduriyet” rolüyle avantaja dönüştürecek.
Şu hale bakın; Türkiye ciddî bir anafordan geçiyor. Dünyada herkes kendi derdine düşmüş. Ekonomi, kritik ve kaotik bir sürece giriyor. Irak savaşının mimarı Bush’un yardımcısı Cheney Ankara’ya geliyor. Türkiye dış politikada bir dizi emr-i vakiyle karşı karşıya….
İktidar partisi hakkında kapatılma dâvâsı açılıyor. Ne var ki, partinin genel başkanı ve Başbakan, hâlâ “hedef 2009 mahallî seçimleri, bu bizim oylarımızı arttırır” diye milletvekillerine tesellî verip meseleyi “siyasî rant hesapları”yla açıklıyor…
Yazık…
19.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Ankara nurlandı |
|
Ankara karışık. Ankara’nın siyasî havası karanlık, üzerinde kara bulutlar var.
Bürokrasi ve memur şehri olarak bilinen Ankara, son günlerde sıkıntılı günler geçiriyor. Cumhurbaşkanlığı, Meclis, Başbakanlık, bakanlıklar, genelkurmay, kuvvet komutanlıkları, genel müdürlükler gibi resmî kurumların hepsi başşehir Ankara’da bulunuyor. Ankara’nın bu bürokratik yapısı şehirde yaşayanların ruhlarına, binaların renklerine, insanların yüzlerine bile yansır. İnsanların birbirleri ile yaptıkları sohbetlerde bile bu ruh hali hâkimdir.
Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın AKP’ye açtığı kapatma dâvâsı sebebiyle ortalık toz duman. Halkın seçtiği partiyi yargı kararıyla kapatmanın demokratik ülkelere yakışmadığı şeklindeki tepkiler büyürken, Anayasa Mahkemesi üyeleri dosyayı incelemeye başladı. Hakkında kapatma dâvâsı açılan AKP strateji belirlemeye çalışıyor. Zaten sınır ötesi harekât ve başörtüsü yasağını kaldırmak amacıyla çıkarılan anayasa değişikliğinin de Anayasa Mahkemesinde olması dolayısıyla yaşanan karışıklıkla bunalan Ankara bu dâvâdan sonra hepten “kara”rdı.
* * *
İşte böyle bir bunalım içinde gazetemizin Ankara’da Anadolu Gösteri ve Kongre Merkezinde düzenlediği program, bütün bu olumsuzlukları, gerginlikleri, huzursuzluğu unutturdu.
Dört bin kişilik büyük bir salon “nur yüzlü” insanlarca hınca hınç doldurulmuştu. Bu insanlar 38. vefat yıldönümünde Bediüzzaman’ı anma amacıyla gelmişlerdi. İnsanların yüzünde huzur ve sükûnet vardı. Bir tarafta salonun girişinde birbirleriyle muhabbetle kucaklaşanlar, diğer tarafta ellerinde Can Kardeş ve Genç Yaklaşım dergilerini satan can kardeşler, diğer bir köşede yayınları tanıtan büromuz elemanları… Daha salonun girişindeki bu manzara tam bir muhabbet ve huzuru gösteriyordu. Salonda yerlerini alan “nur yüzlü” insanlar konuşmaları heyecanla beklerken, yine yüzlerinde bu huzur gözleniyordu.
Toplantının konusu “Meşrutiyetten Cumhuriyete Demokrasi Serüveni” olunca programdaki konuşmalar da demokrasi üzerine oldu. Yaşanan demokrasi dışılıklara karşı “demokrasi” mesajı vurgusu üstüne basa basa dile getirildi.
Gazetemizin İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular, Türkiye’nin demokratikleşmeyi başaramadığını söylerken verdiği örnek, Türkiye’nin demokrasi serüvenini özetler mahiyetteydi. Kaplumbağa hacca gitmeye karar verir. “Sen bu yürüyüşle nasıl hacca gideceksin” diye soranlara, “Gitmesine giderim de, şu yaramaz çocuklar olmasa. Tam şehir merkezinden geçerken beni ters çeviriyorlar, düzelip yoluma devam etmek için çok çaba sarf ediyorum” demiş. Kutlular, bu hadiseyi anlattıktan sonra konuyu Türk demokrasisine getirerek, demokrasimizin tıpkı bu kaplumbağa gibi ihtilâllerle, ara dönemlere, postmodern darbelerle sırtının yere getirildiğini, tam toparlanacağı zaman yine bir kesintiye uğratıldığını anlattı. Ve halkın demokrasi konusunda hassas olması gerektiğini söyledi. Demokrasiyi kesintiye uğratanlara; “Niye millî iradeye müdahale ediyorsunuz, oturun oturduğunuz yerde’ demek lâzım” diye de ilave etti.
“Meşrutiyetten Cumhuriyete Demokrasi Serüveni”ni anlatan hukukçu Nihat Derindere de Türkiye’nin 100 senelik demokrasi macerasının din-siyaset geriliminde geçtiğini söyledi, bugün de aynı şeylerin tartışıldığını anlattı. Üstüne basarak Risâle-i Nur talebelerinin Türkiye’de iktidarın el değiştirmesini değil, iktidarın dönüşmesini sağladıklarını ifade etti.
Günün en anlamlı anları ise Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur, Mehmet Fırıncı ve Abdülkadir Badıllı Ağabeylerin konuşmalarında yaşandı. Bu ağabeylerin kısa ve özlü konuşmaları salonda mânevî bir atmosferin yaşanmasına sebep oldu.
* * *
Fakat dinleyenler arasında birisi vardı ki, anlatmadan geçmeyeceğim.
Programın yapılacağı gün tam bürodan çıkmak üzereyken Türkçeyi az konuşabilen birisi telefonla aradı. Programa gitmek istediğini, fakat adresi bilmediğini söyledi. Konuşurken de “Tanzanyalılara da açık mı toplantı?” diye sordu. İlk önce espri yaptığını sandık, ama adresi tarif ettikten sonra telefonu kapatıp, salona gittik. Biz bu telefon konuşmasını unutmuştuk. 10-15 dakika sonra birisi yanımıza yanaşıp “Mehmet Bey telefonu size açan bendim” dedi. Kendisine yer gösterirken, isminin Zübeyir Ali olduğunu, Kocaeli Üniversitesini kazandığını, 6 ay öncede Tanzanya’dan geldiğini öğrendik. Ankara’da bulunmasının sebebi de Türkçe öğrenmekmiş. Bediüzzaman’ı Tanzanya’da tanıdığını anlattı. Ankara metrosunda, otobüslerde ve sokaklardaki ilân panolarında programın reklâmını görünce çok memnun olduğunu ve dinlemeye geldiğini anlattı. Zübeyir’i Kutlular ve Fırıncı Ağabeylerle tanıştırdık. Programı izlemeye gelenler gibi Zübeyir yüzünde tebessüm ve huzur görünüyordu. Programı sonuna kadar takip eden Zübeyir’le daha sonra da görüşmek üzere anlaşıp vedalaştık.
Bediüzzaman’a yakışan bir programdı, emeği geçen bütün herkese teşekkür ediyoruz…
19.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|