|
|
Rifat OKYAY |
Tarih diye diye (1) |
|
Vakit geçirmeden düşünmek lâzım. 21. yüzyıl dünyasında geleceğe dair millet ve dolayısıyla devlet olarak tesbit edilmiş, hedefimiz var mı? Güçlü kudretli bir devlet ve saadetli refah içinde bir millet...
Hedefler olmazsa, neticeler, sonuçlarda olmaz. Kudretli bir devlet ve saadetli bir millet. Bu hedefler ne kadar büyük tutulursa o kadar uzun ömürlü olur. Kendisine en yakın Batı Roma imparatorluğunu üçe katlayarak dünyanın gelmiş geçmiş en uzun ömürlü, en büyük ve en huzurlu imparatorluğu unvanını elde eden Osmanlı bizim için güzel bir örnek olabilir.
Kimisi şahsî hırs ve hevesiyle tarih sahnesinde iş yaparken, kimisi de ulvî his ve inandıkları amaçlar doğrultusunda işler yapmıştır. Bunu yaparken herkes Celâleddin Harzemşah gibi olamamıştır, ama ona yaklaşık düşüncelere sahip olanlar daima muvaffak olmuşlardır. Çünkü onun gibi tarih aynasının pâk insanları mağlup bile olsalar şan ve şerefle, izzet ve namusla anılmışlardır. Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa gibi…
Halid bin Velid’in Avrupa kıyılarına attığı ilk adım ulvî ve bir o kadarda kutsal olduğu için muazzam bir Endülüs medeniyetini dolayısıyla Avrupa medeniyetini netice vermiştir. Halbuki bu adım Allah için atılmıştı. Medeniyet ve dünya saadeti için değil, ama neticeleri arasında bu bir dünya ikramı olarak yer almıştır.
Şimdi bakıyoruz ulvî his ve kudsî manalar fitrî olarak olmadığı gibi birde üstüne üstlük engelleniyor ve bunları netice serecek her şey yasaklanıyor. Şimdi şu sıralar sadece laf-u güzafla işlerini idare eden herhangi bir ordu, dünyanın herhangi bir yerinde askerlerine besmelesiz yemek yedirse. Allah demeyi yasak etse. Namaz kılanları temizlese. İbadetini, sadece kendilerini muvaffak ve muzaffer edecek olan Allah’a karşı kulluğunu medenî bir insan gibi yapmaya kalkan mensuplarını düşman ilan etse!... Buna ne denir? Kendi kendine çuvallama mı yoksa kendini imha etme mi? Adını siz koyun. Irak işgalini gerçekleştiren zalim ve sömürgeci ABD Suudi Arabistan’a yerleştirdiği birliklerine çölün ortasına askerinin kulluğunu yapsın, ibadetini Allah’a yapsın ve O’ndan yardım istesin diye çadır kiliseler kurmuştu. Ne kaybetti veya ne şekilde bir ayıbetti? Misalleri çoğaltmak mümkün lâkin nato mermer ve nato kafaya tesiri mümkün değil.
Sözün kısası küçük, çok küçük, mini minnacık kafaların büyük, çok büyük muazzam meseleleri kavraması, kendisine hedef ittihaz etmesi ve bu hedeflerine ulaşarak isbat-ı vücud’da bulunması zordur, çok zordur efendim…
Zor ile güzellik olmadığı gibi, zor ile tarihe gerçekten kahraman, millî ve manevi rütbelerle geçemeyiz. Devletin bağrında, milletin kalbinde yer almamız zordur. Vesselam…
Yine de zararın neresinden dönülse kârdır diyoruz ve bir kudsî hedefin, bir büyük devletin, çok mutlu ve saadet içinde bir milletin hayalinde bulunmanın, bunları arzu etmenin zararsız olacağını düşünüyoruz…
28.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
“Sâni-i zülcelal koca kâinatı bir musıki, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbani ve bir musıka-i ilahi tarzında yapmış ki hikmet-i beşer o sanat karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.”
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler s. 70
BAHARIN ZAMANI GELDİ...
Müziğimizin zirvesi Dede Efendi öyle başlıyordu. Hicaz şarkısına “Baharın zamanı geldi a canım/Yavru ceylan gel gidelim.” Hakikaten baharın geldiğinin işaretleri artık iyice kendini belli eder olmuş. Geçtiğimiz hafta Nevruz kutlamaları ile bahara merhaba demenin sevinç gösterileri vardı pek çok yerde. Dilerseniz biz de müziğimizdeki şarkılara kısaca bir göz atalım, bakalım kimler bahar için neler söylemiş, ne besteler yapmış? Fahri Kopuz’un hicaz bestesinde Süleyman Nazif, “Sen olmazsan’’ diyordu. “Bahar olsa çemenzar olsa alem handedar olsa/Sen olmazsan hayalimde zemin ağlar sema ağlar.’’ Zekai Tunca’nın Kürdilihicazkâr bestesinde Mehmet Erbulan ise “Bahar çiçek çiçek gelince güzel/Hayat sevilince sevince güzel” dizeleri ile bir bahar güzellemesi yapıyordu. Teoman Alpay ise bahar neşesini Nihavend şarkısında “Bahar geldi gül açıldı/Ruhuma neşe saçıldı” derken Dramalı Hasan Güler de aynı hislerini benzer şekilde “Baharın gülleri açtı/Etrafa neşe saçtı” şeklinde Rast makamında ifade ediyordu. Müziğimizin bir başka zirve ismi Hacı Arif Bey de baharda evde durulmaması gerektiğini düşünenlerden: “Bahar oldu beğim evde durulmaz/Bu mevsimde çemenzâre doyulmaz.” Bahar, Emin Ongan’ın segâh şarkısında ve Hilmi Soykut’un dizelerinde kendini şöyle göstermiş: “Baharı okşuyor ellerim/Meltemlerde burcu burcu sevgi/Sularda hülyalar boncuk boncuk/Mercan gibi.” Baharın gelişine en çok sevinen meğer sadece bizler değilmişiz. Ali Galip Alnar bülbüllerin bahar sevgisini bakın nasıl anlatmış şarkıda: “Bahar gelir gonca açar/Bülbül öter nağme saçar/Gül bülbüle bülbül güle/Hayran olur gönlüm açar.”
KAYSERİ...
Geçtiğimiz hafta Cuma akşamı Kayseri’deydik. Yağmurun bereketi yerini program başlamaya yakın açık ve güzel bir havaya bırakmıştı. Sürekli yanımızda bize yardımcı olan öğretmen Hasan tardeşimiz, onun kardeşi Resul, müzik öğretmeni Orhan Bey ve hazırlıkları yürüten herkesi tatlı bir heyecan ve merak sarmıştı. Program başladığında salonun tamamen dolduğunu görmek, Kayserili kardeşlerimizin teveccühünü göstermesi açısından memnuniyet vericiydi. Tabiî biz kuliste saz arkadaşlarımızla birazdan paylaşacağımız sahne öncesi son provaları yaparken içeride de ilgiyle dinlenen, izlenen program sürüyordu. Sıra bize geldiğinde özellikle Çanakkale Şehitleri ve bütün şehitlerimiz için Fetih Marşı’nı okuduktan sonra ilâhilerimizi seslendirdik. En son üç eserimiz ise Üstadla ilgili bestelerdi. Hakikaten dolu dolu, coşkulu, anma programının amacı ve anlamına uygun bir geceydi. Bu geceyi düzenleyenlerden ve çok emek harcayanlardan Ali Göllü Bey’in yüzündeki, sesindeki ifadeler sarf ettikleri çabanın karşılığının alındığını gösteriyordu sanırım. Türkiye’mizin her tarafında halen ard arda yapılan bu anma programları inşallah amacına, yapılış gayesine uygun cereyan etmekte ve sonuçları bakımından da hayırlara vesile olmakta. Cenâb-ı Hak emeği geçen herkesten razı olsun.
TEŞEKKÜR EDERİM...
Efendim uzun bir aradan sonra geçen hafta ilk yazımızı yayınlamak nasip olmuştu. Yazı sonrası gerek telefonla arayarak, gerekse bir vesileyle karşılaştığımız dostlarımızın, okurlarımızın hayırlı olsun temennileri bizi oldukça mutlu etmişti. Bir de sağolsunlar mesaj yazarak hoşgeldin diyen okurlarımız vardı:
Tarsus’ tan malî müşavir Ahmet Ceylan Bey “26 Eylül 2006 tarihinden bugüne yani 18 Mart 2008 Salı günü Çanakkale Şehitlerimizi anma gününe tevafuk eden ve Yeni Asya gazetemizin Kültür Sanat sayfasında neşredilen “Gönülden Dile Müzik Düşünceleri” yazınızı okuduk ve çok memnun olduk. Yazılarınızın devamını bekliyoruz’’ diyordu. Kendilerine çok teşekkür ediyorum. İnşaallah 5 Nisan'da Tarsus’taki Kutlu Doğum programında biz de orada olacağız. ABD'den ise Said Çakır kardeşimiz bizi oldukça mutlu eden aşağıdaki satırları yazmış: ‘’Yazılarınızla buluşmak bizleri o kadar mutlu etti ki. Ayrılıklar hep hüzünlüdür ama kavuşma gerçekleştiğinde o hüzünler yerini kat be kat fazla sürurlara bırakır. Okuyucularınıza mektup, e-mail konusunda yazdıklarınızı okurken kendime çok kızdım. Önceden yazılarınızı okuduktan sonra, onları kesip alırdım. Üniversitede sosyal muhtevalı bir derste bütün sınıfla paylaşıyordum, sonra arkadaşlarla kafeteryada oturup o yazılarınız üzerinden muhabbetlerimize devam ediyorduk. Fakat yeni fark ettiğim bir şey var; size bir teşekkür e-maili bile atmamışım, Hoşgeldiniz Ali abi...’’ Böylesine içten bir mesajın bizi mutlu ettiği kadar mahçup ettiğini de söylemek isterim.
Ayhan Aydın Bey ise "Hoş geldin Ali Kardeş; inan çok sevindim. Allah yar ve yardımcın olsun’’ duâsıyla bize hoşgeldin diyerek gönül kapılarını da açmış. Allah razı olsun. Bu vesileyle bizleri duasına dahil eden, hoşgeldin diyen, iyi temennilerde bulunan bütün okurlarımıza teşekkür ediyorum, saygılarımı sunuyorum.
28.03.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Şaban DÖĞEN |
Avrupa, Müslüman mı oluyor? |
|
Öğrencilik yıllarımızın heyecanlı günlerinde marşlarımızda “Moskova’nın göbeğine ‘Hak yol İslâm’ yazacağız” kelimeleri de yer alırdı. Bütün dehşetiyle hükmeden, dine hayat hakkı tanımayan dehşetli bir sistemle ruhları, kalbleri, duyguları yaralanan bu insanlar için bile kurtuluş reçetesi olarak gönderilen İslâmın şefkatli elinin ulaşmasını isterdik.
Demek kader çoğunlukla dillendirdiğimiz bu arzuyu duâ yerinde kabul buyurdu. Bugün Rusya, fıtrata ters düşen komünizmi 80’li yıllardan itibaren terk etmek zorunda kaldı. Geri dönüp Hıristiyan da olamadı, bir kısmı kapağı İslâma attı, devlet de İslâmla barışmak zorunda kaldı.
Koyu baskıcı bir sistem bu hâle gelir de, aslı hak bir din olan Hıristiyanlığı baştâcı edinmiş Avrupa ve Amerika İslâma karşı nasıl bir tavır takınabilirdi?
Feraseti, önsezisi ve sosyolojik tesbitleriyle Bediüzzaman, bunun cevabını tâ yüz sene kadar önce okuduğu Şam Emevî Camiindeki meşhur hutbesinde şöyle dile getirmişti: “Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.”1
21 Mart’ta Anka Ajans’tan gelen bir habere göre, bunun ilk emarelerini kısmet olursa yirmi seneye kadar Avrupa’da görme imkânı bulacağız. Habere göre Avrupa’nın başşehri olarak bilinen Brüksel nüfusunun üçte biri Müslümanlardan meydana geliyor. Yirmi yıl içerisinde de şehrin Müslüman olacağı öne sürülüyor.
Ajans, haberini Fransa’nın büyük gazetelerinden Le Figaro’ya dayandırıyor. Le Figaro, “20 yıl içinde Brüksel’de ilk din İslâm olacak” başlıklı Brüksel kaynaklı uzun bir haber yayınlıyor.
Geçen hafta Belçika’da yayınlanan bir araştırmanın sonuçlarına dikkat çeken Le Figaro, Belçika’daki Louvain Katolik Üniversitesi’nden sosyolog Olivier Servais’in, Müslümanların yüksek doğum oranı nedeniyle “15-20 yıl içerisinde çoğunluk” olması beklendiği görüşüne de yer veriyor. Doğan çocuklara, daha çok Muhammed isminin verilmesine dikkat çekiyor. Le Figaro, Brüksel’de Faslıların yoğun biçimde yaşadığı Molenbeek’te “kadınların hemen hemen tümünün kapalı” olduğunu, esnafın Arapça konuştuklarını da belirtmeden geçememiş.
Bu noktada Müslümanlara düşen en önemli görev İslâmı iyi ve doğru anlamak, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu” gösterebilmektir. Bu yapıldığında sadece Müslüman nüfus artmayacak, Batılılar da İslâmın güzelliklerine mest olup, ona kurtuluş simidi gibi sarılacaklardır.
Dipnotlar:
1- Hutbe-i Şamiye, s. 38.
28.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kabir ziyareti üzerine |
|
Mardin’den okuyucumuz: “Kabir ziyaretinin hükmü nedir? Nasıl ve ne amaçla yapılır? Kabirde yatan kişiye faydası olur mu?”
Kabir ziyareti yaparak bizden önce gidenleri duâmızla hatırlamak sünnettir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), önceleri hurafelere zemin oluşturmasın diye kabir ziyaretini yasaklamışsa da, daha sonra, ölülere duâ edilmesi ve ölümden ibret alınması hikmetlerine binâen bu yasağı kaldırmış ve kabir ziyaretini teşvik etmiştir. Bizzat kendisi de kabir ziyaretlerinde bulunmuştur. Muhterem annesinin kabrini ziyaret ettiği, duâ ettiği ve hislenerek gözyaşları döktüğü çok vâkî olmuştur.
İbni Ebî Melike diyor: “Hz. Aişe’yi (ra) kabristandan dönerken gördüm.
“Nereden geliyorsun?” diye sorduğumda Hz. Aişe (ra): “Kardeşim Abdurrahman’ın kabrini ziyaretten dönüyorum” dedi.
“Resûlullah (asm) mezar ziyaretini menetmedi mi?” diye sorduğumda ise mü’minlerin annesi (ra):
“Evet!” dedi, “Fakat sonradan bu yasağı kaldırdı.”
Kabir ziyaretinin belli başlı bir zamanı yoktur. Kabirler her zaman ziyaret edilebilir ve oradaki ölmüş ehl-i imana dualar gönderilebilir. Ancak Cuma ve Arefe günleri daha faziletli olduğuna dair rivayetler vardır.
Resûlullah’ın (asm) beyanına göre, kabir ziyaretinde mühim maksatlar vardır. Ebû Zerr’in (ra) rivayetinde Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Mezarları ziyaret et ki, âhireti hatırlayasın! Ölüleri yıka! Çünkü düşmüş bedenle uğraşmak insana öğüttür. Cenaze namazını kıl ki, kalbine hüzün getirsin. Hüzünlü insanlar Allah’ın himayesindedir.”1
Kur’ân’da “geçmiş insanlar” için duâ yapmak ve istiğfarda bulunmak mü’minlerin bir sıfatı olarak zikredilir: “Onlardan sonra gelenler: ‘Rabbimiz! Bizi ve bizden önce îmanla geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla!...’ derler.”2
Yine bir hadis-i şerifte Resûlullah (asm), “İnsanoğlu öldüğünde ameli kesilir. Ancak üç şey müstesna: Sadaka-i câriye (akan, kesilmeyen sadaka), kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine duâ eden sâlih bir evlât (geride bırakırsa amel defteri kapanmaz; bu hayır ve duânın sevabı gelmeye devam eder)”3 buyurmuştur.
Demek duâlarımız, ölenlerimize ulaşmaktadır. Üstad Bedîüzzaman’ın izahıyla (ra), bunu şöyle açıklayabiliriz:
Ağzımızdan çıkan kelimelerin her biri, nasıl ki havanın her bir zerresince teksir edilir ve zerreden zerreye hızlı bir intikal ile muhatabımızın kulağına ânında ulaştırılır. Meselâ, radyo vasıtasıyla bir ezan okunsa bütün dünya aynı sesi, aynı ses tonuyla işitir.
Ve elinizdeki lambanın mukabiline binlerce ayna tutsanız, her bir aynaya tam bir ışık, tam bir nur eksiksiz, bölünmeksizin, küçülmeksizin girer. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın, dünyamızda insanlar arası ilişkilerde “maddî havaya” verdiği aynı vazifeyi, ölenlerimiz ile aramızdaki irtibatı sağlamak üzere mânevî âlemde “manevî havaya” da vermiş olması hiç de akla aykırı değildir. Demek duâlarımızı ölenlerimizin tamamına bağışladığımızda, hepsine eksiksiz ve bölünmeden götürülüp takdim olunması, aklen kabul edilebilir bir gerçektir.4
Öyleyse kabirlerde yakınlarımıza duâ ederken, diğer ehl-i imanı da duâlarımızın kapsamına almalı; hiçbir ehl-i imanı duâlarımızdan nasipsiz bırakmamalıyız. Bunun için; “İsimleri unutulmuş, nesilleri kesilmiş, bir fatiha okuyacak kimseleri kalmamış kâffe-i ehl-i iman ve ehl-i İslâm ruhları için...” cümlesi yeterli bir duâ ifadesidir.
Yakınlarımızın ölümü durumunda onlara duâ etmek, onlara gönderebileceğimiz en makbule geçen hediyedir. Onlar duâlarımızdan hissedâr oluyorlar ve istifade ediyorlar.
***
Murat Bey: “Cenazede yemek verilir mi?”
Evinden cenaze çıkan ailenin yemek hazırlaması ve ikramda bulunması zamansız bir külfet olacağından mekruh; böyle acılı aileye yemek götürmek ise sünnettir. Hazret-i Cafer (ra) şehid olduğunda Resûl-i Kibriya Efendimiz (asm): “Cafer’in ailesine yemek yapınız. Çünkü onların başına—yemek ve içmeye bakamayacakları—büyük bir iş geldi” buyurmuştur.5
Ölü adına ziyafet verilecekse, fakir fukara gözetilmek şartıyla, zaman ve imkân olarak müsait olunduğu zamanlar verilmelidir.
Dipnotlar:
1- İbni Ebi’d-Dünyâ
2- Haşir Sûresi/Ayet:10
3- Müslim, Vasıyyet 14, (1631); Ebu Dâvud, Vesâyâ 10, (2880); Tirmizî, Ahkâm 36, (1376); Nesâî, Vesâya 8, (6, 251)
4- Şuâlar, Yeni Asya Neş., s. 589
5- Ebû Dâvud, Maa Avni’l-Mabud, 3/164
28.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Denizli’den Konya’ya |
|
Türkiye’mizde Mart ayı, haftaların mukaddemesi ve yoğun bir ay olduğundan, çeşitli anma programları ve etkinlikler yapılmaktadır. Denizlili can dostları bir çok mübarek gecede bizi çağırdıkları gibi, “Veladet Gecesi”, halk arasında söylenen tarzıyla Mevlid Kandilinde yine çağırdılar. O geceyi, Denizli’nin görkemli vakıf binasında toplanan münevver şahsiyetlerle, “Güneşler Güneşi Peygamberimizin (asm)” üzerine sohbetlerle geçirdik.
Akabinde Mevlana diyarı aziz Konya’da kendimizi bir günde iki mahalli TV’de canlı yayında bulduk. Birincisi Fatma Öztemel hanımefendinin deruhte ettiği “Uğur Böcekleri” programı idi. Mezkur haftaları ve Bediüzzaman Hazretlerini tane tane işledik. Aynı günün akşamı Konya TV’de Mehmed Küçükgünay’ın yönettiği “Bir Akşamın İçinden” programında “Bediüzzaman Hazretlerinin yaşantısı, kronolojik hayat seyri ve âlemşümûl hizmetinden parçalar” başlıklı birer saatlik programlar yaptık.
Cumartesi gecesi ise, Konya’nın ulusal tek TV’si Kon-TV’de, Halil Atalay ve Fatih Kut beylerin organize ettiği “Değerler okulu” gecesindeki konumuz ise, “Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri” idi. Programda; Bediüzzaman Hazretlerinin üç ay tahsil yaptığı, kesbî ilminin ilk basamağı, üç bin rakım yükseklikteki “Tağı” Medresesinden başlayarak, hayatının bir çok safhasından ve fikir bazında, özellikle müjdeli tespitlerinden ve dünyadaki tahakkuklarından bahsettik.
Pazar günü ise “Bediüzzaman’ı Anma” programları çerçevesinde Yeni Asya gazetesi temsilciliği tarafından Konya Alaeddin Kültür Merkezinde yapılan bir programa iştirak edildi. Açış konuşmasını Said Çamkerten beyin yaptığı toplantıda muhterem Mustafa Özcan’la birlikte bir konuşma gerçekleştirdik. 45’er dakika ile özetlemeye çalıştık.
Konuşmamın konusu, tamamen, Bediüzzaman Hazretlerinin Meşrutiyete, Cumhuriyete, çoğulcu parlamenter sisteme, Türkiye ve İslam âlemindeki demokrasi serüvenine bakışı ve Medresetü’z-Zehra projesi idi. Çünkü onun gününde ondan bahsetmek lâzım. Diğer günlerde diğer zatlar ve gönül kahramanları zikredilebilir. Yoksa hedefe varılmaz.
Konuşmamızın özetinde dedik ki: Bediüzzaman, eserinde, şark yaylalarında bir kara çadır altında diyor ki: “Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz: İşte, eski hâl muhal; ya yeni hal veya izmihlâl. Acaba sizin şu çadırınız, parça parça yandırılırsa, külü havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kabil midir?” (Münâzarât)
Şarktaki aşiretler “Dersaadetten geliyorsun, bize ne getirdin?” diyorlar. Hz. Bediüzzaman “Size müjde getirdim” diyor. “Nedir o müjde?” dediklerinde ise: “Meşrutiyettir, gelin hep beraber sahip çıkalım” diyor. “Asya’nın bahtını, İslâmiyet’in talihini açacak yalnız meşrutiyet ve hürriyettir—fakat şeriat-ı garrânın terbiyesinde kalmak şartıyla.” (Muhakemat) “Asyanın bahtının miftahı, meşveret ve şuradır” (Hutbe-i Şamiye) Münazarat eserinde, Âl-i İmran 159’ncu ve Şûrâ Sûresi 38. âyeti tefsir ederken ise, bu âyetlerin Meşrutiyetin özü olduğunu, Meşrûtiyette şahıs yerine sistemin olduğunu söylüyor. Soruyorum, âlem-i İslâm ve bizler bunun neresindeyiz? Neresinde olmalıydık? Acaba âyetler mi bize küsüp gitti, yoksa bizler mi âyetlerden uzaklaştık.
Salı gününde ise yine Konya’da Aydınlar Ocağının davetlisi olarak, “Bediüzzaman ve İttihad-ı İslâm” seminerimizi üniversite camiasının çoğunlukta olduğu zevâta verdik. Denizli’den Konya’ya ve bütün TV yetkililerine kadar emeği geçen bütün ağabey ve kardeşlerime binler şükran ve daimî başarılar diliyorum. Bu hafta inşaallah aziz Anadolu’nun ayrı bir bağrındayız.
28.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hürriyetin kemâli: Allah’a iman |
|
Elbette uçsuz-bucaksız kâinatı yaratan, idare eden, sevk eden, yöneten kudreti sonsuz Yaratıcıdır. İşte, eğer, insan Allah’a inanmazsa, onun nazarında bu dünya, tesâdüfen, kendi kendine hareket eden ve sür’atle uçuruma giden bir vasıtaya benzer. Karadenizli hayatında ilk defa iki katlı otobüs görmüş ve üst kata çıkmış, oturmuş. Ancak, otobüs hareket eder etmez: “Durun, ineceğim, bu katın şoforü yok!” demiş...
Allah’a îman eden kimse ise, yalnızlıktan kurtulur; her an Onun sonsuz rahmeti, ilmi, hikmeti, koruması ve gözetimi altında olduğunu bilir. Her an Ona sığınır, Ondan yardım bekler, kolaylık görür. Hareketlerini kontrol altında tutar, daima iyiye, doğruya, mükemmele yönelir; kötülüklerden uzaklaşır.
Allah’a inanan insan, herşeyin dizgininin Onun elinde, herşeyin hazinesinin Onun yanında olduğunu, herşeyin Onun emri ve izniyle halledileceğini bilir. Sadece Ona güvenir, Ona bağlanır, Ondan yardım bekler. Hiçbir varlıktan da korkmaz, hiçbir şeye boyun eğmez, minnet etmez. Böylelikle iman, maddeye kul ve köle olmaktan kurtarır. İnsana gerçek şahsiyet kazandırır.
İnsan, âciz ve zayıf bir varlıktır, ihtiyaçları sonsuzdur. Sonsuza dek yaşamak ister. Bu ihtiyaçlarını karşılayacak, arzularını yerine getirecek sonsuz bir kuvvet, kudret, ikram sahibi birine mutlaka iman etmesi gerekir. Aksi halde sıkıntılardan ve taşkınlıklardan kurtulamaz. O zaman da hak ve hürriyetlere, gereken önemi vermez.
İnsanın etrafında binlerce sırlı hâdise cereyan etmektedir. Ayrıca insanın, küçük bir mikroptan en büyük unsurlara, depreme kadar pek çok düşmanı vardır. Bunların tazyik ve baskısından, ancak Allah’a îmanla kurtulabilir.
İnsan, Allah’a îmanla, hadiselerin boğucu sıkıntılarından kurtulur. Allah’a îman, istikbâl endişesini, ölüm korkusunu yok eder. Çünkü, geçmişe, hale, geleceğe hükmedenin yalnız Allah olduğunu bilir. Onun için de korkuya, endişeye gerek yoktur.
Allah’a îman, hayatın, yâni yaratılışın gayesine uygun tarzda yaşamanın sevincini yaşatır. Çünkü insan, îman etmek için yaratılmıştır. Nasıl tıp öğrenimi yapan birinin doktorluk, hukuk fakültesini bitiren bir kişinin avukatlık, savcılık veya hâkimlik yapması, onlara ne derece zevk ve lezzet veriyorsa, başka işlerde çalışmaları da nasıl bir azap ve işkence ise... Aynen öyle de, Allah’a îman için yaratılan bir fıtrat ve vicdânı, başka işlerde istihdam etmek de tarif edilemeyecek derecede bir ıztırap ve işkencedir.
İnsan, en büyük mertebeyi, marifetullah, yâni Allah’ı tanımak ile kazanır. Nasıl ki, öğretim ve eğitim kademelerinden geçtikçe, makam yükseliyorsa—talebe, araştırmacı, asistan, profesör gibi—marifet arttıkça da makam yükselir. Marifet arttıkça, sevgi, saygı, şükür de artar. Bunlar arttıkça da, ruh-u beşer hakiki sürûr ve lezzete ulaşır.
Cenâb-ı Hakk’a îman etmek, Onu tanımak, insanı sonsuz saadete, nimete, nurlara ve sırlara mazhar eder. Bu da, ya bilfiil ya da bilkuvve gerçekleşir. Bu, şöyle bir misâlle açıklanabilir:
Bir kimsenin, garanti, yüz milyon lira alacağı olsun. Bu para, eline geçene kadar bilkuvve hâlindedir. Buna rağmen o insan o parasına güvenerek, alışveriş yapabilir, masrafa girebilir. Para eline geçtiğinde de, “bilfiil” onu kullanabilir. Bunun gibi insan bilkuvve veya bilfiil tevhid nurları ve sırlarından istifade edebilir.
Allah’a îman, insana böylesine huzur ve mutluluk sağlarken, çevresine bir emniyet sübabı olurken; Allah’a îman etmeyen insan ise hem kendisini, hem de çevresini azap ve sıkıntılara atmaktadır. Bunları hayal etmek bile insanı dehşetten dehşete düşürüyor.
Allah’ı gerçek mânâda, Kendisinin tarif ettiği şekilde isim ve sıfatlarıyla tanımayanın, Onu herşeyden çok sevmeyenin ve Ondan korkmayanın yapamayacağı zulüm ve haksızlık yoktur. Çünkü böyle bir insan, içine düştüğü bunalım, korku ve sıkıntılardan kurtulmak, onları unutmak, hatırlamamak için bir kaçış arayacaktır. Bu da, onu maddeten ve mânen felâketlere sürükleyecektir.
Îmanın hazzını yaşayan insanlar, asla sıkıntı ve strese düşmezler. Stres ve sıkıntıya düşmeyenler ise kötülük yapamaz, çirkin hareketlerde bulunmazlar. Bu da, hak ve hürriyetleri kemâliyle işletmesine, nezaket ve nezahete girmesine vesile olur. Demek, Allah’a iman ne derece yüksek ise, hürriyet de o derece parlar.
28.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Baharla gelenler |
|
Soğuk ve dondurucu bir kıştan sonra baharın taze canlılığını yaşıyoruz. Çiçekler, böcekler, bitkiler ve hayvan yavruları... İnsanın dirilişini ve doğuşunu simgeleyen manzaralardır.
“İnsan kendi yaratılışını unutup, Bize misâl getirmeye kalktı:
‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diye.
De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa tekrar O diriltecek.” Âyet böyle cevap veriyor.
Bugün insanlığın en önemli meselesi, öldükten sonra dirilmeye inanma meselesidir.
Hani bir zamanlar yoktuk. İki yıl önce, on yıl önce, elli yıl önce, yüz yıl önce...
Şu yüzyıl içinde dünya, adeta yeniden insan ve diğer canlılar ile şenlendi.
Günde iki yüz bine yakın insan hayata “merhaba” derken, yüz elli bine yakın insan da hayata veda ediyor.
Yeni yeni simalar, yeni yeni bedenler... Çeşit çeşit canlı, bu emrin adeta askerleri ve mühimmâtlarıdır.
Bahar bize bunları hatırlatıyor.
Bunları bilen ve bunlara inanan insanların hayata pozitif bakmamaları mümkün değildir.
Bahar mevsimlerin sultanıdır.
Baharın mânâsını bilmeyen, baharı anlamayan insanlardan yapıcı şeyler beklemek mümkün değildir.
İkinci bir çıkmaz da, ehl-i imanın gafletidir. Bu ince nakışları bilemeyen veya önemsemeyen, “kâinat kitabı” diye tarif edilen sahifeleri okumayanlar da, ayrı bir kategoride değerlendirilmelidirler.
Yaşadığımız dünya misafirhanesinde cereyan eden olayların inceliklerini ve önceliklerini bilememek, gafletin en yüksek derecesidir.
Bir çiçekten dersler alan, bir böcekten ibret ve hayretler çıkaranlar, olaylara yenik düşebilir mi?
İşte bahar yeni bir başlangıçtır. İnsanlara yeni bir fırsatın verildiği güzel günlerin aynasıdır.
“Bakmazlar mı?”, “İbret almazlar mı?”, “Hiç düşünmezler mi?” diye Cenâb-ı Hak insanlara hep ihtar eder.
Her şey, hâl lisanı ile Bismillah derken, insanlar sahip olduklarını hoyratça kullanırlar. Bu, iki kelime ile, gaflet ve dalâlettir.
Ve bahar yine bütün güzellikleri ile kapımızı çaldı. Biz de onu baş göz üstüne içeriye aldık, doyasıya hasretlik gideriyoruz.
28.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Aklı devre dışı bırakmak iyi mi? |
|
Yanlışta ısrar edenleri gördükçe şaşıyoruz. Meselâ, ‘alkollü içki’lerin hem insan sağlığı, hem de ‘toplum sağlığı’ açısından zararlı olduğu tartışma götürmez bir durumdur. Böyle olduğu halde, gerek ‘çağdaş’lık, gerekse başka bahanelerle bu yanlış savunulmaya çalışılıyor.
Tabiî ki alkollü içkilerin zararlarını saymaya ihtiyaç yok. Çünkü aksini, yani alkollü içkilerin hem insan sağlığına, hem de toplum sağlığına faydalı olduğunu ifade edeni duymadık. Buna rağmen, insanlar yanıltılmaya ve aldatılmaya çalışılıyor. Neymiş, alkollü içki kullanmak ‘çağdaş’lık göstergesiymiş! İyi de insanın aklını devre dışı bırakmak ne zamandan beri çağdaşlık göstergesi oldu? Alkollü içkilerin başka hiçbir zararı olmasa bile, sadece ‘aklı devre dışı bırakıyor’ olması, ondan uzak durmak için yeterli sebep olmalı.
Çelişkiye bakın ki, hem ‘aklı ön planda tutmayı’ savunurlar, hem de aklı devre dışı bırakan alkollü içkileri savunurlar...
Bir kısım medya, ‘bütün kötülüklerin kaynağı’ olan alkollü içkileri savunmak uğruna, bir anlamda ayağına ateş etmeyi de göze alıyor. Biliyorsunuz, gazetelerde sigaranın reklamı yapılamıyor, ama daha zararlı olan alkollü içkilerin reklamı serbest! Belki kanunen ‘yasak’, ama uygulamadaki bazı ‘gedik’ler sebebiyle fiilen yasak uygulanmıyor. Gazetelerin, bilhassa hafta sonu ekleri alkollü içki üreten firmaların rekabet alanı haline gelmiş bir durumda. Bir kısmı ‘gel de içme’ diyor, bir kısmı da başka şekillerde milletin aklını çelmeye çalışıyor. Bu reklamlar yayınlandıkça ‘Şimdi Türkiye’yi idare edenlere kızma!’ demekten kendimizi alamıyoruz.
Alkollü içki üretenler sadece gazeteleri değil, ‘sanal âlem’i de bir mecra olarak kullanıyorlar. Teknolojiyi kötüye alet etmek bu olsa gerek. Bir ‘tık’la, aklını devreden çıkaracak olan alkollü içki kapında olsun! Yazık, çok yazık...
‘Sanal âlem’deki bu yanlışa dur demek için yeni bir kanun teklifi hazırlandığı ifade ediliyor. Buna göre, sigara ve alkollü içkileri internet üzerinden elektronik ticaret araçları ile satanlara ağır para cezası verilecekmiş. Ayrıca bunların reklam ve tanıtımı da yapılamayacakmış.
Medyanın, millet menfaatine olan bu gelişmeyi desteklemesi beklenirken, bazıları “Sanal âleme ‘kırmızı sokak’ kriteri” demek suretiyle bu teklife karşı çıkıyor. (Hürriyet, 27 Mart 2008)
Eğer bu teklif Meclis gündemine gelir ve kabul edilirse, takdir etmek lâzım. Ancak hemen hatırlatalım: Sadece kanun çıkarmakla işler hallolmuyor. Bu kanunları uygulayabilmek lâzım.
Daha da önemlisi, alkollü içkilerin reklam ve tanıtımına sadece ‘sanal âlem’de yasak getirmek kesinlikle çare olamaz. İlgili yasak, en başta ‘yazılı medya’ya uygulanmalı. Aksi halde ‘sanal âlem’de reklamı yapılamayan alkollü içkilerin, gazete sayfalarındaki reklamları tam hız devam eder ve arzu edilen fayda temin edilemez.
28.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Derinlere inildikçe... |
|
Ne garip bir ülke oldu şu Türkiye. Haftalık değişen gündemler, siyasî karışıklıklar, kutuplaşmalar… Peşinden “itidal ve sağduyu” çağrıları…
Bir Cuma bakıyorsunuz AKP’nin kapatılması gündeme geliyor, diğer Cuma üç ünlü Ergenekon operasyonları çerçevesinde bir gece yarısı gözaltına alınıyor. Bir önceki gündemi hemen unutuyoruz. Şimdi kim konuşuyor, üniversitelerde başörtüsü yasağını, sınır ötesi harekâtı, sonrasında asker-muhalefet polemiğini, hatta AKP’nin kapatılma dâvâsını…
Bu haftaki gündemimizin konusu: Ergenekon...
Peki nedir bu Ergenekon? Kelime anlamı, “dağın en yüksek noktası, doruğu…” Diğer bir anlamı da “Türklüğün var oluş destanı…” Türklerin, Ergenekon ovasından eski yurtlarına dönerek düşmanlarıyla çarpışmalarını anlatıyor. Ergenekon ile son günlerdeki Ergenekon operasyonları arasında hiç benzerlik yok.
* * *
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın “Bu bombadır, nerede patlar göreceğiz” diyerek tanımladığı Ergenekon operasyonu ile ilgili çok şey söylendi.
Ergenekon operasyonunun ipuçları, ilk olarak Danıştay 2. Daire’ye yönelik silâhlı saldırının ardından konuşulmaya başlanmıştı. 12 Haziran 2007’de, Ümraniye’deki bir evde bulunan 27 el bombasından sonra yürütülen soruşturmalarla ortaya çıkan örgütlenme ile “derin devlet” tartışmaları gündeme gelmiş, Ergenekon olarak bilinen bu örgütlenmeyle ilgili birçok iddia ortaya atılmıştı.
22 Ocak 2008 günü sabaha karşı gözaltılar başladı. Aralarında emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün de bulunduğu 33 kişi sorgulanmaya başlandı. Küçük’ün yanı sıra avukat Kemal Kerinçsiz, gazeteci Güler Kömürcü, Türk Ortodoks Patrikhanesi yöneticisi Sevgi Erenerol, Mersin’de silâh üzerine “ölme-öldürme yemini” ettiren emekli Albay Fikri Karadağ ile Sami Hoştan ve Ali Yasak gözaltına alındı. Operasyonun diğer ayağında Doç. Ümit Sayın ile Doç. Emin Gürses, gazeteci Vedat Yenerer tutuklandı.
En son olarak da İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu ve Cumhuriyet gazetesi imtiyaz sahibi İlhan Selçuk’un da aralarında bulunduğu 13 kişi gözaltına alındı. Perinçek tutuklanırken, Selçuk ve Alemdaroğlu tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
Ümraniye’de bir gecekonduda ele geçirilen el bombaları üzerine başlatılan ve daha sonra genişletilen soruşturma kapsamında aralıklarla gözaltı ve tutuklamalar devam ederken, bugüne kadar 40 kişi tutuklandı.
Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu operasyon öylesine karışık ki, Cumhuriyet gazetesine bomba atanla Cumhuriyet gazetesinin imtiyaz sahibi aynı dosyada yer alıyor. İlişkiler öyle iç içe olmuş ki, kimin eli kimin cebinde belli değil. Ergenekon operasyonunun boyutları tam olarak ortaya çıkarılmış değil. Soruşturmalar devam ediyor. Bu oluşumun amacının bir askerî darbeye zemin hazırlamak için ülkeyi kaosa sürüklemek olduğu söyleniyor.
Bu aşamadan sonra soruşturmanın tamamlanıp, şimdiden 130 klasörü geçtiği söylenen ve İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz’ün hazırlayacağı iddianamenin çıkmasını beklemek gerekiyor. Bakalım bu iddianameden sonra Türkiye’de neler değişecek?
* * *
Başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve TBMM Başkanı Köksal Toptan olmak üzere işçi ve işveren çevreleri “sağduyu” tavsiyelerinde bulunuyorlar. Türkiye’de yaklaşık 50 milyon kişiyi temsil ettiği söylenen TOBB, TİSK, TESK, Kamu-Sen, Türkiye Ziraat Odaları Birliği, Hak-İş ve Türk-İş başkanlarının “Türkiye için sağduyu” başlıklı açıklamalar da “Türkiye bugünlerde zor bir demokrasi ve hukuk sınavından geçmektedir” denilirken herkesin sağduyulu olması isteniyor.
Bu sağduyu çağrısını herkes dikkate almalı. Demokrasiye ve hukuka inanan herkesten aynı ses çıkmalı. Yoksa kendine yapılınca yargı bağımsız değil, başkasına yapılınca “yargıya müdahale etmeyin” demek samimiyetsizlik oluyor. Yargıyı herkes -gerçekten- serbest bırakmalı. Yargı yargılığını, siyasetçi siyasetini, yani herkes işini yapar, her iki taraf da birbirine baskı yapabilecek eylem ve söylemden kaçar, herkes olaylara ideolojik değil, hak ve hürriyetler, özgürlükler ve demokrasi perspektifinden bakarsa meseleler kalmaz. Zira, çetelerin amacı hep demokrasi olmuştur. Bu yüzden de demokrasiye sahip çıkmak herkesin görevidir. Çünkü, derin devletin, derin çetelerin, derin örgütlerin demokrasi de yeri yoktur.
28.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Nevruz provokasyonları… |
|
Başbakan Erdoğan’ın, 5 Kasım’da Bush’la “başbaşa” görüşmesinin ardından ve özellikle sınır ötesi hava operasyonu sırasında ve sonrasında, Washington’un Ankara’yla ilk kez “paylaştığı istihbarat”ın karşılığı gündeme geldi…
Tartışmalar Cumhurbaşkanı Gül’ün bir ay sonra Amerika’ya yaptığı ziyarette de devam etti ve peşinden süren kara harekâtı sonrasında da sürdü.
ABD’nin işgalindeki Irak’ta vereceği “istihbarata göre belirlenen harekâtın hedeflerinin dışına çıkılmaması” benzerî şartlar çokça konuşuldu. Ancak asıl tartışma, Bush yönetiminin AKP siyasî iktidarından “beklentileri” idi...
Başbakan ve Cumhurbaşkanı, söz konusu Amerika ziyaretlerinde Neoconlar’ın kendilerinden “bir talebi olmadığını” defalarca ifade ettiler. Ancak münakaşalar dinmiyor; bir dizi senaryo gündeme geliyor.
Zira Afganistan’da Taliban’a karşı zora giren işgalci ABD, savaşını Türkiye gibi Müslüman bölge ülkelere havale etme peşinde. Artık Kabil’de salt “nöbet tutan” asker değil, Kabil’in dışında bölgenin hâkimi Taliban’la cephede savaşacak asker istiyor.
Keza, tıpkı Irak’ta olduğu gibi uyduruk “gerekçeler”le Türkiye’nin “stratejik müttefik” olarak Müslüman komşu İran saldırısına “ortak” etme emelinde.
Lâkin taleplerin en çarpıcısı, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimi “kabul”ü ve “işbirliği”yle birlikte, Türkiye’nin Güneydoğusunda “siyasî çözüm talebi”nde düğümleniyor. Cumhurbaşkanı Amerika dönüşü “böyle bir şey yok” dese de, olaylar bu “taleb”in en başta yer aldığını ortaya çıkarıyor…
* * *
Yardımcısından sonra Dışişleri Bakanı Rice, Savunma Bakanı Gates ve en son Bush’un muavini “ikinci adam” Cheney ardarda Ankara’ya uğradılar. Bu arada Talabani Ankara’ya dâvet edildi. Bu süreçte “siyasî çözüm” tartışmaları hep en başta yer aldı…
En tuhafı, Amerikalıların kapalı kapılar arkasında dayattıkları projedeki “siyasî çözüm”ü, DTP meydanlarda dile getirdi. Her vesileyle temel ve kültürel hak ve özgürlükleri aşan isteklerle, çözümün “federatif bir sistem”de olabileceği artık açık açık söylendi.
Siyasî iktidar görünürde pek oralı olmazsa da, okyanuslar ötesinden gelen Washington-Erbil-Ankara hattında bu senaryonun hep masada olduğu anlaşılıyor.
Aslında Cumhurbaşkanı Gül’ün Amerika yolunda uçakta, özellikle Kuzey Irak için “teröre karşı çıksınlar, şimdikinin on misli yardım ederiz” sözü, Ankara’nın evvelemirde PKK terör örgütüyle mücadeleye odaklandırılıp, bunun “tasfiyesi karşılığı” çok şeyi kabul edebileceği noktasına getirildiğini ele veriyor…
Şüphesiz bu ABD’nin bir plânıydı. Önce İsrail’in işgalindeki Bekaa Vadisinde, sonra kontrol ettiği Kuzey Irak’ta himâye edip beslettiği, silâh ve mühimmat desteği verdiği PKK terör örgütünün “kısmen” işi bitmişti. Yine “Kürt kartı” için elinde bir “koz” olarak bulunduracaktı; lâkin belli oranda tasfiyesi, daha da işe yarayacaktı…
30 bin insanını katleden ve en az 200 milyar doları harcayan Türkiye’yi “zayıf” noktasında yakalayan ABD ve “savaş ortağı” İngiltere, artık Irak’ın en az üçe bölünmesini netice verecek Kuzey Irak’ta kukla bir “devlet”i “meşrulaştırmak”la kalmamakta. Terörden bîzar Türkiye’yi can damarından yakalayarak “siyasî çözüm” perdesinde “federatif” sisteme zorlamakta…
Geçtiğimiz aylarda “DTP’nin kapatılması” ve sınır ötesi operasyonlar bahanesiyle bazı Güneydoğu il ve ilçelerinden Batı’ya, İstanbul’a uzanan sokak hareketlerine amaca yönelik kargaşa ve kaosun “ayaklanma provaları”ydı. İlgisiz bir biçimde Fransa’daki araba yakma eylemlerini örnek alan “Neron”un bir ara iyice yaygınlaşmasının da maksadı bu idi. Şimdiki “Nevruz olayları”nın da…
* * *
Kâinatın şenlenişi, tabiatın yeniden diriltilmesi ve dirilişi olan ve öteden beri bütün doğu toplumlarında bir bahar bayramı olarak kutlanan Nevruz’un, inadına bazı provokasyonlarla kargaşa ve kavga görüntülerine sahne edilesi ne yazık ki bunun için…
Önce çocukların kullanıldığı, kadınların, yaşlıların öne sürüldüğü “intifada” türü bir “isyan” provası denendi, tutmadı. “Bayrak yakma” ve benzerî tahriklerle Türk- Kürt çatışması senaryosu sahnelendi. Israrla karşılıklı “kamplaşma ve kutuplaşma”ya itilmeye çalışıldı…
Bu da tutmayınca bu kez dış dünyaya karşı, Türkiye’de bir etnik iç savaş olduğu, Kürtlerin Türklere karşı ayaklandığı, isyan manzaraları inadına denenmekte. Hatta Marksist örgüte övgülerin yanı sıra yer yer birlik ve beraberlik mayası olan dinî söylemler ve “Kur’ân’lı” provokasyonlar görülmekte…
Buna iltifat etmeyen milletin ferâseti köreltilmek istenmekte. Hissiyatı tahrik edip “federasyon” paravanında, bin yıldır beraber yaşamış, omuz omuza cihâd etmiş ve yan yana şehid olmuş Türklerle Kürtleri birbirinden ayırma tezgâhları taktik değiştirmekte…
İşte ABD’nin “istihbarat paylaşımı” karşılığının bedeli olarak Türkiye’den taleplerinin vardığı varta…
28.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Kışla, okul, cami ve... |
|
Siyasetin kışlaya, okula ve camiye sokulmaması söylemi sık sık tekrarlandığı için herkesin aklında yer etmiş durumda. Ama gereğinin yapıldığını söylemek mümkün mü?
Kışla, bilhassa 27 Mayıs darbesiyle başlattığı, sonraki müdahaleleriyle devam ettirdiği ve 28 Şubat’ta farklı bir format verdiği “siyasetle içli dışlı olma” geleneğinden hâlâ çıkabilmiş değil.
Gerçi son dönemde Genelkurmay adına yapılan açıklamalarda askerin günlük siyasetle işinin olmadığı her fırsatta tekrarlanıyor; ama “devlet siyaseti” olarak adlandırılabilecek bir konsept çerçevesinde askerin siyasete bir şekilde müdahil olmasının yolu hâlâ açık tutuluyor.
Bu “devlet siyaseti”ni ifade etmek için kullanılan şablonlar “devletin temel nitelikleri, anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri, laik cumhuriyet, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” gibi, hepimizin aşina olduğumuz tabirler kullanılıyor.
Bu kavramlar adına sergilenen tavırlar, yapılan açıklamalar, yayınlanan bildiriler zaman zaman günlük siyasete müdahale boyutuna erişirken, bu işin dengesi henüz bulunabilmiş değil.
Aynı durum “okul” için de söz konusu. Özellikle üniversitelerin, şu günlerde olduğu gibi, siyasî iktidarla, hattâ Meclisle karşı karşıya gelerek sıkı bir mücadele içine girmeleri, orada da ciddî bir sıkıntının devam ettiğini gösteriyor.
Sadece bilim ve eğitimle uğraşması gereken bu kurumların yine “devletin temel nitelikleri” ve özellikle “laiklik” adına ortaya koydukları tavır ve sürdürdükleri mücadele, üniversiteleri de siyasetin yıpratıcı zeminine çekerek hırpalıyor.
“Cami”ye gelince. Türkiye’de, İran’da veya diğer bazı yerlerde olduğu gibi doğrudan cami eksenli siyaset hiç olmadı. Ama din-siyaset ilişkisinde, olması gereken denge de bulunamadı.
Öyle söylemeseler dahi “din adına” siyaset yapma pozisyonuna düşen politikacıların önemli bir kısmı bunun yanlış olduğunu kabul ve itiraf edip yeni bir rota çizdiklerini duyurdular.
Ama bu iddia ile yola devam ederken, bir taraftan eski alışkanlıklarından kurtulamadıklarını gösteren tavırlar sergilemeyi, diğer taraftan “dindarların da siyasette başarılı olabileceklerini ispatlama” iddiasını dile getirerek, kendilerine yönelik kuşkuları güçlendirmeyi sürdürdüler.
Bu kuşkuları besleyen ve laiklik adına istismar eden cenahın laikliği din karşıtlığı gibi anlayan ve öyle yorumlayan tavrı da işi iyice zorlaştırdı.
Türkiye hâlâ bu ikilemin sancılarını yaşıyor.
Gelelim, yazının başındaki formülde zikredilmeyen, ama en az onlar kadar siyaset dışı kalması gereken bir başka kuruma, yani yargıya.
Ne yazık ki, cumhuriyetin ilk yıllarındaki istiklâl mahkemelerini saymazsak, yine 27 Mayıs’tan bu yana Türkiye, adaletin canına okuyan bir “yargının siyasallaşması” fecaatiyle karşı karşıya. Adalet tarihine kara leke olarak geçen Yassıada yargılamaları, bu felâketin başlangıcı oldu.
Ama adalet en büyük yarayı, yüksek yargının Genelkurmay brifingleriyle tezgâhtan geçirildiği 28 Şubat sürecinde aldı. Ve bu tahribatı, tecrübeli siyasetçi ve hukukçu İhsan Tombuş Yeni Asya’ya verdiği mülâkatta şöyle ifade etti:
“Tek parti ve DP dönemini, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül ihtilâllerini yaşadım. 28 Şubat’ta hepsinden fazla hukukun hırpalandığını, hukuka tasallut ve saldırı vuku bulduğunu, hukukun çiğnendiğini, evrensel hukuka aykırı davranışlara girildiğini gördüm. 28 Şubat’ta hukukun üstünlüğü prensibi ortadan kalktı. Politika ve ideolojiler hukukun emrinde olması gerekirken, hukuk onların emrine girdi.” (1.12.03)
Bilhassa eski 312 ile şimdiki 301 dâvâlarında verilen tartışmalı kararlar, gazete ve parti kapatmalar, başörtüsüyle ilgili karar ve açıklamalar, 27 Mayıs ve idam övgüleri, yargı kurumunu siyasî ve ideolojik zeminde tartışılır hale getirdi.
Bu hale getirilmiş bir yargıdan kim gönül rahatlığıyla adalet bekler ve yargıya güven duyar?
28.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
“Erken baharımıza” güz değdi… |
|
Nazar yalnızca yiğitlere mi değermiş? Meğerse tatlı mevsimleri ve güzel zamanları da nazardan kaçırmak gerekiyormuş. Şubat’ın ortalarında Ren Nehrinin iki yakasını süsleyen ezik çiçeklerinden belki de bahsetmemeliydim. Cemrelere tahammülsüz tomurcukların, dağ lâleleri ve papatyaların gurbetteki hikâyesini sizinle paylaşmış olmam, iyi mi oldu acaba!
Erken baharımızı kış yeniden vurunca, herkes ve herşey tekrar sığınaklarına çekildiler. Dönüş yolundaki petonya çiçeklerini yara–bere içinde görünce, baharın kışı beklemesine şükrettim, durdum.
Ah o nazenin çiçekler… Ateşlerde kavrulmuşcasına üzerlerinde yanık izlerini görünce, zemheririn ne denli yakıcı olduğunu aynelyakîn görmüş oldum. Erkenbaharımızı vuran bir “ara kar yağışı” veya dolu inişi değil. Haftalarca yağan karlardan bahsediyorum size… Yollarda arabaları mahsur bırakan ve bazen günboyu kuşların kürsülerini işgal eden adamakıllı karlardan… Bembeyaz çiçeklere bürünmüş ağacın kollarındaki kar önce sizi üşütüyor. Hele yeşillenmiş dallardaki yaprakların karlarla örtülüşünü… Ben karın bir an önce inmesine dua ederken, Ren Nehri kenarında karsız bir kış geçirmiş kızım ise yeni yeni karların yağmasını niyaz ediyor. Çiçekleri, taze taze tomurcukları ve henüz budaktan çıkmış yaprakçıkları kızıma gösteriyorum: “Babacığım bu karlar onları üşütmez. Allah onları soğuktan korur” diyor, duasını bir türlü geri çekmiyor.
Cemreler toprağa mı düşmüş, suya mı veya havaya mı? Ne gezer… Alp Dağlarındaki kış manzarasını arattırmayan karlar, Ren Nehrinin iki yakasını Main ile çoktan birleştirdi. Karlar altında kalan yalnızca Köln değil. Almanya’nın tüm şehirlerinde çocuklar kardan adam yapıyor ve kartopu oynarken sevinç çığlıkları atıyorlar. Ama ben, baharı bekleyenler ve erken baharla sevinenler çocuklar gibi sevinemiyoruz. Çocukları sevinçten hoplatan bu beyaz sayfanın örttüğü veya işret ettiği işaretleri okumaya çalışıyoruz. “Celal tecellilerinden” bahsedenler o kadar çok ki… Onlar da hava ordusunu hücuma sevkeden sebepleri araştırıyorlar… Baharımızı geciktiren unsurları tahlile çalışıyorlar. Onlar ededursunlar, biz ise “Erken Baharımızın” göze geldiğine inanıyoruz.
Avrupa’daki güzel gidişatı durdurmağa yeltenenleri, Şubat yazımızda hesaba katmamışız. Modern koministleri hırpalayan hakperest Avrupalı aydınların tekdüz devam edeceklerini düşünmüşüz. Feleğin çarkları arzumuza göre dönmüyormuş. Ferecimiz şartlara bağlıymış. Daha doğrusu Avrupa’dan Asya’ya yürüyen İsevîlerin iniş–çıkışlarını ve yollarının engebellerini hesaba katmamışız.
Mart’ın hüzünlü son haftasını beyazlara bürüyen karların, nazarı sebeplere kilitlenmiş bizlerle istihza ettiklerini düşünüyorum. Günde otuz kez yağacak ve en az yirmi kez eriyecek bir kar yağışını herkes anlayamaz. Mart çiçeklerinin raksını seyretmişler, manzarayı daha güzel tasvir edebilirler. Havanın halini ağlamakla gülmek arasındaki mütereddit çocuklara benzetenler, semada manevra halinde toplanıp–dağılan bulutları gösteriyorlar. Bazen de asık ve ekşi çehresini saatlerce, günlerce devam ediyor.
Avrupa’daki “Erken Baharın” sevincini erkence sizinle paylaşmanın pek münasip düşmediğini, mevsimin fetretine bizi sürükleyen kış ihsas edip–duruyor. Süruru kalplere hapsetmek mümkün mü? İhtiyarsızca aynalara yakalanıyor. Tedbir ve hikmetin duvarlarını havalanarak aşıyor.
Bu satırları okuduğunuzda çimenleri üşüten karların, yerini gök nazdarı güneşe terketmiş olabilir. Bahar şarkılarını yarıda kesip kuytulara sığınan kuşlar, büyük bir ihtimalle musikilerine tekrar başlamış olacaklar. Kartopu oynayan çocuklar tekrar kelebek kovalayacaklar… Fakat bütün bunlar, “Erken baharımızı” bürüyen karların hayalde bıraktığı soğukları gideremeyecekler. Ama olsun… Bizi teyakkuza sevkettiler. Müteyakkız duygular ve uyanık bakışlarla ufukları taramağa devam edeceğiz. Artık ne güzel günlere ve ne de tatlı mevsimlere aldanmak olmayacak. Nazar, yalnızca deveyi kazana, yiğidi mezara koymuyormuş. Güzel demler, zamanlar, mevsimler, muhabbet ve sohbetler de nazara geliyormuş, meğer…
28.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|